Sol-liberalizmin doğası (Mustafa Kemal Coşkun (Radikal2, 25.05.08) - 01-07-2008)
Daha en başından belirtmek gerekirse Türkiye’de devletin yapısı, işleyişi ve toplumla ilişkilerine dair egemen söylem, devletçi-kurumsalcı yaklaşımıyla toplumsal sınıf ilişkilerini, sınıf mücadelelerini analiz dışında bırakır ve genel olarak devleti sadece siyasal güç ilişkileriyle açıklamaya yönelir. Bu tür bir yaklaşımın altında yatan temel etken, ekonomi ve siyasetin birbirlerinden ayrı birer faaliyet olduğu düşüncesinden başka bir şey değildir. İşin daha da önemli yanı, gerek sağ-liberal gerekse sol-liberal söylemlerin bu noktada benzer tavırlar takınmasıdır. Zira her ikisi de Türkiye’de yaşanan ekonomik sorunların nedeni olarak devletin ekonomiye müdahalesini, devlet ve toplum arasında demokratik ilişkilerin kurulamamasının nedeni olarak da bürokrasiyi görür. Dolayısıyla günümüzde siyaset bilimi literatüründe egemen eğilim, devlet toplum ilişkilerinin dikotomik bir perspektifle ele alınmasıdır. Çok bilinen “merkez-çevre” yorumunda olduğu gibi. Bu ise, hem sınıf ilişkilerinin ve mücadelelerinin dikkate alınmamasına hem de devlet-toplum ilişkisinin farklı tarihsel dönemlerde aldıkları biçimin ve bunun arkasındaki dinamiklerin gözardı edilmesine sebep olduğu için sığ ve sorunlu bir bakış açısıdır.
Bu noktada hiç de haksızlık yapmadığımızın en güzel örnekleri, Radikal İki’nin sayfalarında sıkça rastlanan sol-liberal yorumlardan başkası değildir elbette. Zira sol-liberal bir bakış açısını tanımlayan, bu bakışın doğasını yansıtan birkaç temel unsur vardır. Bunlardan birincisi, ekonomik hayat ile siyaset arasına bir sınır çizilmiş olmasıdır. Bu durumda demokrasi, piyasa ilişkilerinden, ekonomik politikalardan apayrı bir olgu olarak görülecektir. Bu tür bir yaklaşımın zorunlu sonucu, aslında her ikisi de başka türden gericilikler üreten AKP’nin liberal-muhafazakârlığının, CHP’nin ulusalcı-statükocu yaklaşımından daha “ilerici” görülmesinden başka bir şey olmayacaktır. Oysa bugün CHP gerici politikalar üretiyor, ama bu gericilikte AKP de onunla yarışıyor. Zira AKP, piyasa ekonomisinin gereklilikleri ve zorunlulukları, yani egemen sınıfların ihtiyacı olan her ne ise onu, sadece onu uyguluyor, bu da yoksulluğun, gelir farklılıklarının vb. baş nedeni olarak ortaya çıkıyor. Kaldı ki, ekonomik hayatta, çalışma hayatında, mülkiyet ilişkilerinde demokrasi olmadan siyasette demokrasi olmaz/olamaz. Eğer böyle olmasaydı, bir taraftan 301 değiştirilip sözüm ona daha demokratik hale getirilirken diğer taraftan emekçilerin temel haklarının birçoğunu gasp eden SSGSS yasası Meclis’ten geçirilmezdi. Böylesi bir politika gericilik değildir de nedir? Kaldı ki, bir taraftan “benim temel dünya görüşüm Marksizm’in sınıfsal ve diyalektik yaklaşımıdır” (B. Oran, Radikal İki, 18.05.2008) denilirken, diğer taraftan üniversitelerin paralı hale getirilmesini savunmak (13.01.2008), Abdullah Gül Cumhurbaşkanı seçildi diye “Türkiye çok iyi gidiyor” (02.09.2007) yorumları, ya da ne bileyim, “Türkiye’nin iyi yönetimi” çağrılarında bulunmak (F. Keyman, 21.01.2007) yukarıda bahsedilen ekonomi ve siyaset arasındaki bağın koparılmasından kaynaklanan bir eksik ve yanlış yorumdan başka bir şey değildir.
Kemalizm saplantısı
İkinci unsur, sol-liberalizmin Kemalizm’e karşı duymuş olduğu saplantıdan ibarettir. Nitekim tarih, bir kez devlet ve sivil toplum arasındaki bir mücadele olarak görüldüğünde, bütün antidemokratik uygulamaların ve baskıcı devlet anlayışının temel kaynağı olarak Kemalizm gösterilir. Sanki ceberut devlet sorunu egemen sınıfların ihtiyaçlarından, politikalarından, daha doğrusu hegemonik bir güç olamamasından kaynaklanmıyormuş gibi. Böylece sınıflardan ayrı bir devlet ve onun ideolojisi olan Kemalizm tanımıyla karşılaşırız ki, egemen sınıfları bile böylesi bir Kemalizm karşısında mazlum(!) gösterme başarısı sol-liberallere aittir. Dolayısıyla, aslında hakim sınıfların fikirlerinin aynı zamanda egemen fikirler olacağı da böylece gözlerden kaçırılmış olur.
Üçüncüsü, sol-liberalizmin kapitalist dünya ekonomisiyle, daha doğrusu emperyalizmle bütünleşme politikasıdır ki, en basitinden AB gibi emperyalist bir organizasyona üyelik savunusu ya da Türkiye-AB, Türkiye-ABD ilişkilerine vermiş olduğu önem bunun göstergeleridir. Ne var ki, bir taraftan emperyalizmle bütünleşmek isteyen bir sol-liberal, diğer taraftan ulusalcıları “faşistlik”le suçluyor, dolayısıyla Poulantzas’ın kemiklerini sızlatıyor: “Emperyalizmden söz etmek istemeyen birinin faşizm konusunda ağzını açmaması gerekir” (Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, s: 27).
Ve nihayet dördüncüsü, demokratikleşme ya da kendi deyişleriyle ceberut devlet anlayışının yıkılması yoluyla, kapitalist devletle uzlaşma ve onu muhafaza etme politikasıdır. Bunun sonucu ise, ister istemez sınıflar arası bir barış ilan etme ve reformlar aracılığıyla toplumsal barış üretmeye çalışmaktan başka bir şey değildir.
Tüm bunlardan dolayı, Sungur Savran’ın Radikal İki sayfalarında (11.05.2008) sol-liberallere yaptığı çağrı pek haklıdır ve büyük önem taşıyor. Çünkü; (1) Türkiye’nin gittikçe iyiye gittiği söylemi bir safsatadan başka bir şey değildir, (2) Daha da önemlisi, bugün ulusalcılık ne kadar gericiyse, muhafazakâr AKP de o derecede gericidir, (3) Solcular/sosyalistler/Marksistler, siyasal alanda oluşmuş Batıcı-laik kamp ya da liberal-muhafazakar kanattan birine yedeklenmek durumunda değildirler, (4) Ya solcu ya da liberal olunabilir anlamında değil fakat, sol-liberalizmin, olsa olsa liberalliğinin izin verdiği ölçüde solcu olabileceği gözden kaçırılmamalıdır, (4) Ve en önemlisi, şu merkez-çevre ikileminden, daha doğrusu “çevre merkeze geldi, ülke demokratikleşme yoluna girdi” “ezberinden” kurtulma zamanı gelmiş de geçiyor.