Başyazı: Neden olmasın?

Siyasi gündemin tüm çalkantıları ve tartışmaları içinde değişmeyen bir gerçek var, o da milyonların yaşadığı derin yoksulluk ve geçim sıkıntısı. İşsizlik ve hayat pahalılığı ekonomik bir sorun olarak yaşansa da sebepleri de, sonuçları da, çözümleri de eninde sonunda siyasete dayanıyor. Dolayısıyla işçi sınıfının bunun farkına varmasının ve mücadelesini siyasallaştırmasının zorunluluk olduğu bir döneme gidiyoruz. Asgari ücrete zam yoksa, kamu işçisine, memura para yoksa kaynak olmadığından değil tüm kaynaklar sermayeye harcandığından, faize gittiğinden, emperyalizm tarafından gasbedildiğindendir. Vermediler, vermiyorlar, vermeyecekler. Almak zorundayız. Hakkını almak için sendikalaşan işçi işten atılıyorsa, direnen işçinin karşısına devletin polisi jandarması çıkıyorsa, sendikalı işçinin grevi devlet tarafından yasaklanıyorsa, o zaman iş ve ekmek mücadelesi de siyasi hale geliyor demektir.
İktidarın estirdiği propaganda rüzgarlarına bakarsanız Türkiye süper güç olmaya doğru gidiyor. Tutabilene aşk olsun! Nasıl bir süper güç ki açlık sınırının altına düşen asgari ücretliye Temmuz ayında ara zam yap(a)mıyor! Kamu işçisi “Zordayız, geçinemiyoruz!” diyerek sefalet dayatmasına karşı greve çıktığında gece yarısı kararıyla işçinin grevini yasaklıyorlar. Sadece yüzbinlerce işçinin ekmeğine kan doğramakla kalmıyorlar. Anayasayı da, grev yasaklarını sendika hakkı ihlali olarak hukuksuz ilan eden Anayasa Mahkemesi kararlarını da ayakları altında çiğniyorlar. Kamu işçilerinin sendika ağaları grev yasağını sineye çektiğinde de bu bir siyasal tutumdur. Kamu emekçilerinin (memur) sendikaları grevsiz toplu sözleşme tiyatrosunda figüranlık yaparken de bir siyasi tutum içindedir. Sendikalarda siyaset olmaz diyen bu ağalar işçiyi satan, sermayenin iktidarından yana olan bir siyaseti yürütmektedir. Dün Polonez işçisi nasıl sendika hakkı için çıktığı yolda istikameti “Anayasal Hak Yürüyüşü” diyerek Ankara’ya yöneltmişse, metal işçisi grevleri yasaklandığında “grev Anayasal haktır” diyerek, grev hakkını fiilî grevle savunmuşsa yani işçi mücadelesi sermaye düzeni ile siyasal olarak karşı karşıya gelmişse bu bir tercih değil işçinin hakkını aramasının zorunlu bir yoludur.
Anayasa konusunda zincirli mecliste bir tiyatro oynanıyor. İşçi sınıfı siyaseti ise ayaklarını yere sağlam basmakta ve hayatın gerçeğine yaslanmaktadır. Neden işçi sınıfı sermayenin ve emperyalizmin çıkarlarına göre ülkeye Anayasa biçmeye çalışanların arkasında taraf olsun? Neden işçi sınıfı sermaye partilerine “Siz düzenin çarklarını döndürmek için yeni Anayasa istiyorsunuz, bizse sömürü düzeninin çarkına çomak sokmak istiyoruz” demesin?
“Savunma sanayiinde dünyaya parmak ısırtıyoruz” diyorlar ama savunma sanayii işçilerine enflasyon kadar bile zammı çok görüyorlar! Yüzlerce kilometre menzilli balistik füze yapmakla övündükleri yerde orman yangınını söndürmeye üzerlerinde penyelerle giden işçileri şehit veriyoruz! Yerli dedikleri uçak motorundan mühendisine kadar İngiliz uçağı çıkıyor! İsrail’e gözdağı veriyoruz havasında allayıp pulladıkları silah fuarı İsrail’in soykırımcı ordusunu donatan Amerikan, İngiliz, Alman, İspanyol vs. emperyalist şirketlerden geçilmiyor. İsrail’in ortakları içerde cirit atıyor Filistin’in dostları dışarıda gözaltına alınıyor! Millî savunma sanayii için kendini feda etti diye yağlayıp balladıkları adam bu işten o kadar çok şahsi gelir elde ediyor ki vergi rekortmeni oluyor! Madem bu iş millî neden savunma sanayii millîleştirilmiyor da özel sektör tarafından yürütülüyor?
İktidar, milyonları açlığa mahkûm ederken, “patronların kasasını dolduracağız” demiyor, sermayenin çıkarlarını güden milliyetçi ve militarist siyaseti sonuna kadar kullanıyor. İşçi sınıfı uyanmak ve bu işçi düşmanı milliyetçiliğin ve militarizmin karşısına dikilmek zorunda. Neden işçi sınıfı savunma sanayiinin sahte kahramanlarını alkışlamak yerine işçi denetiminde kamulaştırmayı (millîleştirme) savunmasın?
ABD’nin geçmişte Irak’ı işgal ederken Özal’ın “bir koyup üç alacağız” diye pazarladığı planı yeniden ısıtıp “Terörsüz Türkiye” etiketiyle piyasaya sürüyorlar. Muhalefetten kimisini elindeki siyasi rehinelerle tehdit ederek kimisini de emperyalist paylaşım kavgasından kırıntılar vadederek sömürgeci burjuvazinin çıkarlarına ve Amerikan planlarına ortak ediyorlar. Daha saf olanlar ise bunlara bile gerek duymadan, daha dün sabah akşam tekrar ettikleri “tek adam rejimi”, “faşizm” laflarını unutup ne idüğü belirsiz komisyonlarda sandalye kapmaya koşuyorlar. Türk-Kürt kardeşliği ekmek kavgasında, grev çadırlarında omuz omuza çekilen halaylarda ete kemiğe bürünür. Sömürgeci sermayenin petrol açılımında ise kardeşlik boş bir sözden ibarettir. O halde neden Türk-Kürt işçileri, emekçileri, yoksulları gizli diplomasiyle kapalı kapılar arkasında yürütülen pazarlıkları boş umutlarla bekleyip, paylaşım masasından payına düşecek kanlı kadere razı olsun? Neden işçi sınıfı grev halayında olduğu gibi Türkle Kürdün, Türkçeyle Kürtçenin tam eşitliğine dayanan, kendi kardeşlik projesini yükseltmesin?
İşçi sınıfı kendi gündemini ülkenin gündemi haline getirmek, başta ezilen Kürt halkı olmak üzere ezilenlerin taleplerini sahiplenerek onları müttefik olarak kazanmak ve böylece ülkenin gündemine işçi sınıfının damgasını vurmak için siyaset yapmak zorunda. Sınıf siyaseti demek ayrı gayrı demeden işçi sınıfının tüm güçlerini Birleşik İşçi Cephesi’nde birleştirmek, Devrimci İşçi Partisi’ni inşa ederek işçi iktidarı için mücadele etmek demek. Türkiye’nin süper güç olacağı yok ama emperyalist zincirleri kırabiliriz! Petrol açılımında Türk-Kürt kardeşliği yok ama emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı işçilerin birliğini ve halkların kardeşliğini birlikte yükseltebiliriz. Kapitalist ekonominin düzeleceği, sermayenin milyonlara iş ve aş sağlayacağı yok ama haklarımızı söke söke alabiliriz. İşçi sınıfının devrimci iktidarında fabrikalar, bankalar devletin, devlet işçinin olacaktır. İşsize iş, herkese aş, emekçi halka hürriyet böyle gelir!
Bu yazı Gerçek gazetesinin Ağustos 2025 tarihli 191. sayısında yayınlanmıştır.