Kürdistan ölçeğinde sınıf mücadeleleri
Diyarbakır şovu bitti, şimdi günbegün yapılacak siyaset başlıyor. Tayyip Erdoğan 2011 seçimleri sonrasında kendisine “usta” sıfatını yakıştırdı, ama pek acemi oynuyor. Şov yapan sonuna kadar yapar. Diyarbakır’a ve Türkiye Kürtlerine “ben sizin haminizim, barış benden gelir, hayatınız benimle rahatlar” mesajını vermek isteyen, elindeki kartları acemice tutup kozunu göstermez! Tayyip Erdoğan davetlisi Mesud Barzani’den “Kuzey Irak Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı” olarak söz etti. “Altı kaval üstü şişhane” terimine uygun olsa da (çünkü “Kürdistan” dediğiniz anda “Kuzey Irak” gereksiz ve çelişik hale geliyor, eski şovenist dilin sürdürülmesi oluyor!), “Kürdistan” kelimesini bir Türkiye başbakanı olarak ilk kez kullandı ve yol açtı. Türkiye’nin Kürt halkına “dağdakiler inecek, cezaevleri boşalacak” diyerek umut aşıladı. Hangi Kürt evinin dağda ya da cezaevinde bir ya da birden çok yakını yok? Hangi aile, hele hele bu kadar yıllık ezadan sonra yakınlarına kavuşacağı için tatlı bir heyecanın ılıklığını duymaz ta içinde? Kürdistan bir bütün olarak düşünüldüğünde Kürt halkının en çok saydığı iki önderden biri olan Mesud Barzani ile kucaklaştı, onun şükranlarını dinledi. Kürt halkının gönlüne on yıllardır taht kurmuş müzisyen Şivan’ın hayır duasını aldı, kendisine güvenini dile getirmesini sağladı. Son yıllarda yanlış yola girmiş olsa da, 1991’de mecliste Kürtçe konuşmasıyla devleşen, yıllarca özgürlük uğruna hapis yatan Leyla Zana’yı yanında oturttu. Onca yıl altını oymaya çalıştığı Osman Baydemir’in gönlünü aldı, hatta Diyarbakır şovunda yaptığı en akıllı atakla onu da Zana gibi kendi yanına çekmeye çalıştı: Baydemir’in “neden giderayak geldiniz, daha önce gelseydiniz size bazı projelerimizi onaylattırırdık” latifesine karşı “size kim gidin diyor ki?” cevabıyla üstü örtülü bir davet bile yaptı. 400 çifti evlendirdi. İbrahim Tatlıses’i Şivan’ın yanında halka dinletti.
Her şey halkın gözünü boyamak, halkı kendisinin barış istediğine ve barışın onun sayesinde geleceğine inandırmak için planlanmış ve düzenlenmişti. Organizasyonda beceriksizlikler, hatta şapşallıklar yok değildi. Ama toplam olarak bakıldığında şov iyiydi. Buna Irak Kürdistanı’nın petrollerine, yeniden inşasının kârlı işlerine, pazarına göz dikmiş olan Türkiye burjuvazisinin gönüllü yağcılığı eklenince sadece Kürt halkı üzerinde değil, Türkiye’nin batısında da Tayyip Erdoğan gerçek bir lider gibi göründü. “Tarihi gün” nitelemesini kullanmayan yoktu. Barışa büyük adım atılmıştı. Ama bu televizyonlar nedense barışın öteki tarafını temsil eden Kürt hareketinden bir kişiyi bile ekrana çıkartıp onlara fikirlerini halka, hem Kürt halkına, hem de batının halkına anlatma olanağını tanımıyordu. Ana televizyonlar arasında bir tek CNN'de Ahmet Hakan Diyarbakır'a giderek BDP Eşbaşkanı Selahattin DEmirtaş ile uzun uzun görüşme yapıyordu.
İşte Erdoğan’ın şovu böyle paketlendiği için başarılıydı. Erdoğan böylece büyük lider imajını yeniden parlattı. Gezi Direnişi olarak anılan halk isyanı sonrasında içine düştüğü çukurdan da dışarı böylece tırmanmaya hazırlanıyordu. Bütün bunlar doğru olurdu. Şayet Erdoğan tek bir cümle ile elindeki koz kartı göstermeseydi! Erdoğan’ın Diyarbakır operasyonunun özü, özeti, cevheri, usaresi şu cümlede ortaya döküldü: “Tek parti ile barış olmaz.” Referans PKK’nin veya BDP’nin, yani 30 yıllık mücadeleyi temsil eden Kürt hareketinin Türkiye Kürtlerini tek başına sürüklemesinedir. Erdoğan bu cümlesiyle ve aynı fikri tekrarlayan öteki cümleleriyle elini açık etmiştir: “Ben” demiştir “Barzani’yi, Barzaniciliği, Amerikancılığı Diyarbakır’ın ve Türkiye’nin Kürt halkının karşısına PKK’ye, Öcalan’a, DTK’ye ve BDP’ye alternatif olarak çıkartmak üzere geldim.” “Ben” demiştir “Kürt siyasi hareketini bölmeye geldim.” “Benim” demiştir “hedefim Barzani ile barışmak.” Bu bir itiraftır ve bir çuval inciri mahvetmiştir! Kürt halkına çağrımızdır: Diyarbakır şovundan sadece bu cümleyi hatırlayın. Geri kalan her şey sizin on yıllardır ananızla babanızla, çoluğunuzla çocuğunuzla verdiğiniz kahramanca mücadelenin karşılığında devletin geri adım atmak zorunda kalmasıdır. Erdoğan 2005’te Diyarbakır’a geldiğinde makarna fabrikası vaad etmişti. Bugün zindanların boşalmasını vaad ediyor. Sizin müthiş mücadeleniz sayesindedir. Ama geri adım atarken önünüzü kesmeye çalışıyor. Zaferinizi güdükleştirmeye çalışıyor. Kahraman Diyarbakır halkı, Türkiye’nin Kürt halkı bunu görecek ve cevabını verecektir. İnanıyoruz!
“Kaybedenler Kulübü”
Şov başarılı olmasına başarılıydı ama bu büyük gaf olmasaydı bile şovun kendisi Holivud dekoru gibi. Arkası perişan. Diyarbakır’da bir araya gelenler Suriye’de yenilenlerin cephesidir. 2013 “çözüm süreci”nin yılıdır, ama 2013’ten önce 2012 var. Geçen yıl Kürdistan’ın boyunduruktan kurtulma yolundaki uzun mücadelesi açısından tarihi bir yıldı. 1991 benzeri. 2003 benzeri. 1991’de Körfez Savaşı’nın ertesinde Irak Kürdistanı ABD tarafından Saddam’ın hava kuvvetlerinin üzerinde uçamayacağı bölge ilan edilerek geleceğin Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin temelleri atılmıştı. 2003’te Irak savaş ve işgaliyle Irak Kürdistanı artık bir statü kazanmayı garanti altına almıştır. Bu, ABD emperyalizminin koruyucu şemsiyesi altında Kürtlerin bir özerk bölgeye, bir statüye sahip olmaları demek oluyordu. Barzani, Talabani’yi merkezi Irak devletinin cumhurbaşkanı olarak Bağdat’a yollayınca Irak Kürdistanı’nın özerkliğinin tek temsilcisi ve kahramanı haline geldi. Norveç’in İkinci Dünya Savaşı döneminde Nazizmi ağırlayan politikacısı Quisling gibi emperyalizmin Irak’ı işgal etmesine destek olmuştu falan ama Kürdistan da (kısa ömürlü Mahabat Cumhuriyeti’nden beri) en ileri hukuki-siyasi statüsünü elde ediyordu. Bu, Barzani’yi bütün parçaların Kürtleri gözünde bir çekim merkezi haline getiriyordu.
2012, 1991 ve 2003’ten sonra 21. yüzyıl Kürt tarihine muhtemelen bir dönüm noktası olarak geçecektir. Rojava’nın özerk bir bölge olarak kurulması Barzani için çok ciddi sorunlar doğurmuştur. Birincisi, Rojava, aynen Irak Kürdistanı gibi, Kürtlerin bir hukuki-siyasi statü kazanmalarında bir ikinci büyük adımdır. Bu, Barzani’nin elinden kahramanlık tekelini almakta, onu bütün Kürtler için bir çekim merkezi olmaktan çıkarmaktadır. İkincisi, Rojava’da hâkim güç PKK doğrultusunda yürüdüğü için Barzani kendi karşısında Türkiye’den sonra Kürdistan’ın ikinci bir parçasında da hegemonik üstünlük kazanan bir siyasi rakibin yükselmekte olduğunu görmektedir. Üçüncüsü, Rojava şayet sınıfsal karakteri derinleşerek gelişirse Irak Kürdistanı’nda petrolün sağladığı muazzam toprak rantı sayesinde kurulan rantiye burjuva devletinin yolsuzluğa, kapkaççılığa, dev toplumsal eşitsizliklere yaslanan yapısını sorgulamaya başlayabilir, Irak Kürdistanı’nın işçi ve yoksullarını kışkırtıcı bir alternatifin oluşmasına yol açabilir. Dördüncüsü, kısa vadede en önemlisidir: Barzani ABD’nin koruması altında gelişmiştir; ABD 5 Kasım 2007 Bush-Erdoğan Beyaz Saray anlaşması uyarınca 2011’de birliklerini Irak’tan çekerken Barzani’yi Türkiye’ye emanet etmiştir; Türkiye, birazdan göreceğimiz gibi, Rojava’dan çok rahatsızdır; dolayısıyla Barzani Türkiye’nin arzularını yerine getirerek Rojava’nın özerk bir Kürt bölgesi haline gelmesini engellemek zorundadır.
Öte yanda Türkiye var. 2011 yılında Arap devrimi başladığında bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın kahramanı olacağı hayallerine kapılmış Tayyip Erdoğan Türkiyesi. Fas’ta Adalet ve Kalkınma Partisi, Tunus’ta Ennahda, Mısır’da İhvan (yani Müslüman Kardeşler), Suriye’de İhvan’ın Suriye şubesi—hepsi Erdoğan’ın “enternasyonali”nin birer şubesi olacak, Beşar Esad’ın hızla düşmesi sonucunda Türkiye Ortadoğu’ya hâkim olacaktır! 2012 Temmuzunda Rojava’nın bir özerk bölge olarak doğuşu bu hayallere ilk büyük tokattır. Ava giden avlanır! AKP hükümeti 2007 yılının 5 Kasım’ında Musul-Kerkük düşleri görmeye başlamış, 2011 sonbaharından itibaren buna Suriye’yi bir arka bahçe olarak katmışken, birden Kürtler yeni bir özerk bölge elde ediyorlar. Ardından, Suriye politikasında yenilgi üzerine yenilgi. Ardından Mursi’nin düşüşüyle İhvan’ın bir müttefik olarak çöküşü. Ardından Tunus’ta Ennahda’nın iktidardan çekilmek üzere pazarlıklara girişi. Erdoğan-Davutoğlu ikilisi tarihte az görülmüş bir dış politika iflası yaşıyor.
“Kaybedenler Kulübü” üyeleri Erdoğan ve Barzani yangından ne kurtarırız telaşıyla Diyarbakır şovu aracılığıyla yeni bir atak başlatıyorlar. Bu sayede Rojava’da her ikisine de ağır bir yenilgi tattırmış olan PKK’yi kendi yurdunda avlayacaklar. Düşünce bu. Atak anlamlı olabilir. Ama bu iki mağlûbun güçlerini birleştirerek yaralarını sarmaya çalıştığı gerçeğini gözlerden gizlememeli!
Türkiye’ye KDP geliyor!
Kürdistan dört parçaya ayrılmış bir coğrafyadır. Bu parçaların elbette bir birliği vardır, ama bu, otomatik bir birlik değildir, kurulması gereken bir birliktir; dolaysız değildir, dolayımlarla örülmüştür, çünkü parçalar arasında ayrılıkla geçmiş uzun tarihi dönemler dolayısıyla ortaya çıkmış olan eşitsiz gelişme ve bugün karşı karşıya oldukları sosyo-ekonomik ve politik gerçekler her bir parçanın bütünün damgasını taşıdığı kadar, kendi dinamiklerine de sahip olmasına yol açmaktadır. Elbette, her bir parçaya özgü dinamik bütünün gelişmesine bağlı olarak gelişip serpilir. Bir parça hiçbir zaman diğerlerinden toptan kopmaz.
Bu hep doğru olmakla birlikte, 2012-2013 kavşağı yeni bir dönem açmıştır. Bugüne kadar bütün her bir parçayı etkilemiştir, doğrudur. Ama şimdi bütün üzerine bir rekabet başlamıştır. Bunu şöyle açıklayalım: gücünü iki ayrı parçadan alan ve değişik siyasi yönelişlere sahip önderlikler, aynı parça üzerinde hâkimiyet konusunda birbirlerine rakip olmuştur. Irak Kürtlerinin Barzani önderliği ile Türkiye Kürtlerinin siyasi hareketinin birbirlerine potansiyel alternatifler oldukları bugüne kadar aklı olan herkesin düşünebileceği, düşündüğü, farkında olduğu bir şeydi. Şimdi bu potansiyel olmaktan çıkmış, güncel hale gelmiştir. Rojava’da iki hareket siyasi olarak artık açık bir mücadeleye girişmiş bulunuyordu. Şimdi Diyarbakır şovu ile rekabet Türkiye’ye taşmıştır. Barzani Rojava’nın dört partisini Türkiye’nin de desteğiyle birleştirmiş, yeni partinin adını da PDK (Türkçesiyle Kürdistan Demokratik Partisi-KDP) koydurtmuştur. Erdoğan “tek parti ile olmaz” dediğine göre, şimdi şov sonrası dönemde beklememiz gereken Türkiye’de bir KDP kurulmasıdır.
Öyleyse, mücadele bundan sonra Kürdistan’ın bütünü üzerinde olacaktır. Bir yanda arkasında ABD olmak üzere AKP-PDK ittifakı, öteki yanda bütün kurumlarıyla Türkiye’nin Kürt hareketi. Artık savunulacak hat kalmamıştır, bütün bir satıh vardır. O da Kürdistan’ın bütünüdür.
Bütünün özgürlüğü için verilecek mücadelede Barzani’nin bir engel olduğunu tekrarlayalım. Barzani siyasi varlığını ABD-Türkiye şemsiyesi altında geliştirmiş olduğu için onların çıkarlarına tutsaktır. Onlardan bağımsız davranması işin tabiatına aykırı olur. Bugünkü çelişki bu yüzden er ya da geç kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktı. Bunun vesilesi Rojava olmuştur. Durum böylesine yalındır.
Başlayan, Kürdistan içinde sınıf mücadelesidir
Kürdistan’ın bütün sathında başlayan bu mücadele bir sınıf mücadelesidir aynı zamanda. AKP-PDK ittifakı Türkiye’nin Türk ve Kürt İslamcı burjuvazisi ile Irak Kürdistanı’nın rantiye devletinin kanatları altında palazlanmakta olan yeni burjuvazisinin bir ittifakı olacaktır. Diyarbakır’ın ve diğer büyük Kürt kentlerinin burjuvazisinin tavrının ne olacağı şimdiden bellidir. Bu sınıf elbette Türkiye’nin Kürt toplumunu sarmış olan ulusal onur ve özgürlük dalgasını görmezlikten gelemiyor. Bu yüzden, gerek GÜNSİAD (Güneydoğu Sanayiciler ve İşadamları Derneği), gerekse Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası, Kürt halkının hakları konusunda zaman zaman belirli duyarlılık gösterilerinde bulunuyor. Ama 2000’li yıllar boyunca sürekli tekrarlanmış bir kalıbı vurgulamak gerekir: Kürtlere hak demeye gelince burjuvazi ortalıktadır; ama ne zaman Kürt hareketi (DTP, DTK veya BDP) AKP hükümeti ile karşı karşıya gelse, Diyarbakır burjuvazisi yan çizmiş, kendini Kürt hareketinden ayırmış, hükümetle ters düşmemeye dikkat etmiştir. Şimdi Barzani ile yaşanan yakınlaşmanın Irak Kürdistanı’nın petrolleri, yeniden inşası ve ihracat pazarı boyutu onları iyice tahrik ediyor. AKP hükümeti ile Barzani yönetimi arasında kurulan ittifaktan mutlaka kâr payı almaya çalışacaklardır. İttifakın yanından duranların kârlı çıkacağını, PKK-DTK-BDP çizgisini destekleyenlerin cezalandırılacağını bilmemeleri mümkün değildir. Irak Kürdistanı bir “Türk lirası alanı” yapılmaya çalışılmaktadır. Yani Türk lirası bu bölgede konvertibl para olacaktır. Bundan Diyarbakır burjuvazisinin de bir pay istememesi mümkün değildir. Zaten bugün Diyarbakır’ın Kürt burjuvazisinde ciddi bir tepki oluşmuştur bile. Bütün ihalelerin Ankara’dan düzenlendiğine, büyük işlerin oradan verildiğine, Kürtlere sadece “sıvacılık, boyacılık” işlerinin düştüğüne dair şikâyetler başını almış yürümüştür. Erdoğan kesenin ağzını onlara da açtığında önemli bir bölümü susacak, AKP-Barzani ittifakına şimdilik destek vermeyenler de vermeye başlayacaktır.
Bu yüzden Türkiye’nin Kürt hareketi yeni AKP-PDK ittifakıyla mücadeleyi etkili kılmak istiyorsa, Kürt burjuvazisinden bütünüyle bağımsızlaşmak ve işçi sınıfının ve yoksul köylülüğün gücüne yaslanmak zorundadır. Kürdistan bir şantiye, bir petrol üretim alanı, bir ticaret merkezi haline geldikçe, her iki parçada Kürt burjuvazisi ile Kürt proletaryası arasındaki çelişkiler büyüyecektir. Kürt hareketinin işçilere ve yoksul köylülere dayanması bu bakımdan da anlamlıdır. Rojava’ya gelince, şayet Barzani’nin rantiye devletinden farklı olarak Rojava yoksul Kürtlerin yaşam koşullarını düzeltecek sosyal bir karakter kazanırsa, bütün Kürdistan’ın emekçileri Barzani karşısında Türkiye’nin Kürt hareketini destekleyecektir.
Mücadele başlamıştır. AKP-PDK ittifakı Türkiye ve Suriye Kürdistan bölgelerinde de KDP’ler aracılığıyla PKK-DTK-BDP çizgisine bir alternatif oluşturmaya girişecektir. Kürt hareketinin cevabı, “zayıflamayalım” diye toprak sahipleri ve burjuvazi ile uzlaşmak değil, tersine onların karşısında yer alarak güçlenmek ve Barzani’yi bu sınıf temelinde açığa düşürmekte yatmalıdır.
Lütfedip bir de cevap versen, Şivan!
Şivan Perwer, doğduğu topraklardan 37 yıl boyunca zorla uzak tutulmuş bir müzisyen. Kürt halkının yaşayan en büyük ozanı. Ama Diyarbakır’da Erdoğan-Barzani hesabına verdiği halkla ilişkiler konseri, ileride daha da ağır hatalar yapmadığı takdirde, tarihe onun hayatının en utanılası günü olarak geçecek. İnsan inandırıcı olmayan bir iş yaptığında bu bedeninden, sesinden, gözünden de anlaşılır. Şivan o gün korkunçtu. İbrahim Tatlıses ile ikili performansları korkunçtu. 19 Kasım sadece Şivan’ın en kötü siyasi performansını verdiği gün değildi. Muhtemeldir ki sanatsal performansı hiç bu kadar kötü olmamıştır! Şivan, Diyarbakır şovunda yer alarak bütün tarihine bir tekme atmış oldu.
Diyarbakır ziyaretinin hemen öncesinde yazdığımız bir yazıda, ona belki de en sevilen türküsü olan “Kine em?”i (“Biz Kimiz?”) hatırlatmıştık. İlk kıtası şöyleydi:
Cotkar û karker
Gundî û rêncber
Hemû proleter
Gelê kurdistan.
Yani Türkçe olarak:
Çiftçi ve işçi,
Köylü ve emekçi,
Tümden proleterdir
Kürdistan halkı.
O zavallı ısmarlama düet sırasında bir ara Şivan ile Tatlıses, “Caney caney”i söylüyordu. Şivan birden araya “Kine em?”i karıştırdı. Sordu: “Kine em?” Tatlıses tehlikeli görmüş olmalı ki öteki türküye devam etti. Şivan bir daha sordu: “Kine em?” Ama bu “kahramanca” girişim burada sona erdi. Soru soruldu, cevap…yok!
Lütfedip bir de cevap verseydin Şivan, Erdoğan ve Barzani’nin huzurunda: “Hemû proleter/ Gelê Kurdistan” deseydin. Diyemedin, değil mi?
Kürdistan’ın bütün sathında sınıf mücadelesi derinleşince hangi yanda yer alacaksın, Şivan?