Kürt hareketine iltihak sosyalistleri susturuyor

HDK’nin kuruluş çalışmalarında, Devrimci İşçi Partisi olarak bu sürecin dışında kalırken HDK’yi bir ittifak değil sosyalist solun Kürt hareketine iltihakı olarak tanımlamıştık. Sosyalist sol ne yazık ki geçen zaman zarfında bu tespitimizi doğrular biçimde HDK’nin tabi bileşeni olarak Kürt hareketinin peşinden sürüklenmek dışında bir işlev görmedi. Bu durum Öcalan’la görüşmelerin başlamasıyla birlikte önemli bir zaafa dönüştü. HDK bileşeni olan sosyalist yapılar BDP’nin belirlediği siyasi çerçevenin dışına çıkmadılar. Bağımsız bir söz söylemediler. Farklı bir şey söyler gibi olduklarında da bu süreçte işçi ve emekçilerin önemine işaret edip sınıfın içinde şovenizmin etkisinin kırılmasına ve Kürt halkının haklı taleplerinin batıdaki işçi ve emekçilerce de benimsenmesi gerektiğine yönelik dilek ve temennilerin ötesine geçemediler.

AKP hükümeti Öcalan’la gayri resmi görüşmeleri başlatmakla Kürt hareketini askeri ve siyasi olarak tasfiye etmeyi amaçlıyor. Burjuvazi tüm kanatlarıyla bu hedefi benimsiyor. Kürt hareketi ise başlayan yeni dönemi bir barış süreci olarak adlandırmakla birlikte tasfiyeye karşı bir tutum geliştirmiş durumda. Hükümet tarafı PKK’nin silah bırakması üzerinde duruyor, Kürt hareketi ise tasfiyeye karşı olduğunu vurgulayarak anadilde eğitim, özerklik gibi talepleri ön plana çıkartıyor.

İşçi ve emekçilere barış ve çözüm anlatılmalı ama nasıl?

Bu aşamada Halkların Demokratik Kongresi (HDK) son derece önemli bir adım atarak “Barış için eşitlik, çözüm için müzakere” başlıklı bir kampanya başlattı. Kampanyanın sloganı çok güzel seçilmiş. Gerçek bir barışın halkların eşitliği olmadan olmayacağı ve çözüm için müzakere adı altında barışçıl ve siyasal yolların benimsendiği vurgulanıyor. BDP’den ziyade HDK temsilcileri olarak öne çıkan Ertuğrul Kürkçü, Sabahat Tuncel, Sırrı Süreyya Önder ve Levent Tüzel, Karadeniz ve İç Anadolu’da toplantılar düzenlemek ve farklı kesimlere ulaşabilmek üzere yola çıkıyorlar.

Ne var ki bu son derece anlamlı çabalar belirli önemli soruları da gündeme getiriyor. Meclisteki BDP ve Blok milletvekillerinden sosyalist kimlikleri ile öne çıkanlar bu geziye çıktığına göre ilk izlenim Kürt hareketine uzak işçi ve emekçi kesimlere ulaşmanın amaçlandığı yönünde. Bu, kampanyanın duyurulduğu basın açıklamalarında da ifade ediliyor. Ancak burada kampanyada öne çıkan kişilerin sosyalist kimliklerinin işçi ve emekçileri tek başına ikna edeceğini düşünmek saflık olur. Hangi söylem ve yönelişle bu çalışmanın yapılacağı son derece önemli. Bu noktada görünen o ki BDP’nin bugüne kadar savunduğu politikaların sosyalist isimlerce tekrarlanmasının ötesine geçecek bir siyasi hazırlık yok.

HDK’daki sosyalistlerin kendi sözü yok mu?

Bu bir problem ve yeni bir problem de değil. HDK’nin kuruluş çalışmalarında, Devrimci İşçi Partisi olarak bu sürecin dışında kalırken HDK’yi bir ittifak değil sosyalist solun Kürt hareketine iltihakı olarak tanımlamıştık. Sosyalist sol ne yazık ki geçen zaman zarfında bu tespitimizi doğrular biçimde HDK’nin tabi bileşeni olarak Kürt hareketinin peşinden sürüklenmek dışında bir işlev görmedi. Bu durum Öcalan’la görüşmelerin başlamasıyla birlikte önemli bir zaafa dönüştü. HDK bileşeni olan sosyalist yapılar BDP’nin belirlediği siyasi çerçevenin dışına çıkmadılar. Bağımsız bir söz söylemediler. Farklı bir şey söyler gibi olduklarında da bu süreçte işçi ve emekçilerin önemine işaret edip sınıfın içinde şovenizmin etkisinin kırılmasına ve Kürt halkının haklı taleplerinin batıdaki işçi ve emekçilerce de benimsenmesi gerektiğine yönelik dilek ve temennilerin ötesine geçemediler.

Belki de sosyalistlerin böyle bir ayrıksı duruşuna gerek yoktur denebilir. Ama öyle değil. Bir kere sosyalistler meseleye ulusal bir darlıkla bakamazlar. Kürt sorunun nasıl bir yönde ilerleyeceği en azından tüm bölge halklarını ilgilendirmektedir. Devrimci İşçi Partisi bu noktada PKK’nin silahsızlandırılmasının Kürt coğrafyasında Amerikancı bir güç olarak Barzani’yi tek silahlı güç olarak bırakacağını ve bunun emperyalizm lehine bir sonuç yaratacağını tespit etmişti. Bunun en azından Türkiye’nin dışında İran, Irak ve Suriye’de gerici sonuçlar doğuracağı açıktır. Ne yazık ki HDK’li sosyalistlerimiz bu tür konularla ilgilenmiyor.    

BDP, anayasada AKP’ye yakınlaşıyor, peki ya HDK’deki sosyalistler?

Ancak sosyalistlerin Kürt hareketine iltihakının esas vahim sonuçları anayasa gündemi bağlamında ortaya çıkıyor. Geçtiğimiz günlerde Tayyip Erdoğan, yeni anayasayı referanduma götürecek meclis çoğunluğunu elde etmek için BDP’yle birlikte hareket edebileceklerini açıkladı. BDP eş başkanı Selahattin Demirtaş da Anayasa konusunda birebir olmasa da yakınlaştıkları partinin AKP olduğunu açıkladı. Bu açıklamanın bizim için kabul edilebilir bir yanı yok elbette. Ancak gergin ve kırılgan müzakere süreçlerinde bu tür gelgitlerin manevraların ulusal hareket tarafından yapılabileceğini bir an için kabul edelim. HDK içindeki sosyalistlerin bu noktadaki tavrı nedir? Sorulması gereken soru budur. EDP, Yeşiller (şimdi ikisi birleşerek Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi adını almış durumda) ve DSİP gibi zaten öteden beri AKP’ye yakın olup da HDK’de yer alanları bir kenara bırakalım. EMEP, ESP, SODAP, Sosyalist Yeniden kuruluş ve onun çeşitli bileşenleri, sayısız bağımsız sosyalist ve diğer sosyalist siper yoldaşlarımız bu AKP’ye yakınlaşma durumuna ne demektedir?

Bu soru basit bir politik konumlanış sorusu değildir. Doğrudan HDK’nin işçi ve emekçilere seslenirken ne söyleyeceği ile ilgilidir. Zira üzerinde yakınlaşılan anayasal zeminin Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın özerklik prensipleri olduğu ve BDP’nin de bu uzlaşma zemini içinde Erdoğan’ın önceliği haline gelen başkanlık sistemine karşı olmadığı açıktır. İşin en önemli yanı bu iki başlığın da tüm işçi ve emekçilerin çıkarlarını doğrudan ilgilendirmesidir. Başkanlık sisteminin iktidar yılları boyunca sermayenin işçi sınıfına saldırı politikasının yürütücülüğünü üstlenmiş Erdoğan’ın başkanlığı anlamına geldiği açıktır. Bununla yakınlaşmak mümkün müdür? Yerel yönetimler meselesine gelince. Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Şartı’na Türkiye’nin koyduğu şerh doğrudan Kürt illeriyle ilgilidir. Bu konu dışında Avrupa Konseyi tipi yerel özerklik sermayenin hayalini süsleyen, işçiyi işçiye kırdırıp sermayeyi ucuz işçinin olduğu yere gitmesini sağlayacak bölgesel asgari ücretin zeminidir. Sendikasızlaştırmanın ve taşeronlaştırmanın alabildiğine yaygınlaşmasıdır. Mali anlamda kendi yağında kavrulması öngörülen yerel yönetimlerin eğitimi, sağlığı tüm kamu hizmetlerini alabildiğine piyasaya açmasıdır. Bu proje yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve demokratikleşme adı altında TÜSİAD, TİSK gibi burjuva örgütlerinin “ekonomik anayasa” yönelişinin bir parçasıdır aynı zamanda.

HDK’nin sosyalistleri bu gerçekler karşısında suskundur. Bu konularda ne BDP’yi uyarma görevlerini yerine getirmekte ne de işçi sınıfına doğruları anlatmaktadırlar. Böyle olunca da son derece anlamlı bir çabayla Karadeniz’den, İç Anadolu’dan emekçilere seslenen kampanya BDP’nin politikalarının sosyalistlerce tekrarlanmasının ötesine geçemeyecektir. Oysa HDK bu tür başlıklarda sınıfın çıkarlarını gözeten, bölgesel asgari ücreti, taşeronlaştırmayı asla kabul etmeyeceklerini açıklayarak tüm işçi ve emekçilere ulaşacak bir köprü inşa edebilirdi. Oysa HDK içindeki sosyalistler anlaşılan bu görevin farkında değiller.

Doğum lekesi: HDK’nin anayasacılığı

HDK’li sosyalistlerin bu suskunluğu anlık bir gafletin ürünü değil. Sosyalistler daha HDK kurulurken Kürt hareketine iltihakı içlerine sindirmişlerdi. Öyle ki HDK’nin kuruluş belgesindeki “Demokratik, özgürlükçü, sosyal, ekolojik ve eşitlikçi Anayasa mücadelesi” başlığı altında ezici çoğunluğu kültürel ve burjuva demokratik talepleri içeren, işçi sınıfını ilgilendiren işsizlik konusunda “temel gelir” gibi liberal bir tezi, yargı bağımsızlığı gibi burjuva ütopyalarını savunan, parasız eğitim ve parasız sağlık dışında sol liberal bir çerçeveyi aşmayan maddelerin altına hep birlikte imza atmışlardı.

Şimdi HDK’nin sosyalistleri geniş işçi ve emekçi kesimlere Kürt hareketini, Kürt hareketinin argümanlarıyla desteklemeye çağırmak gibi umutsuz bir çabanın ötesine geçememektedir. Bu da bizim başından beri söyleyegeldiğimiz iltihakın ne Kürt hareketine ne de sosyalistlere bir faydasının olmadığının kanıtıdır. Oysa işçi ve emekçileri sınıfsal söylemlerle ve sınıfsal zemindeki bir mücadeleyle Kürt halkına yaklaştıracak bir zemin iltihakla değil gerçek bir ittifakla mümkündü.

Sosyalistler işçi ve emekçilere gerçekleri söylemelidir

Ancak hâlâ çok geç değildir. Devrimci İşçi Partisi, “Barış ve Çözüm için yeniden Tekel açılımı” diyerek gerçekçi bir mücadele çağrısı yapmıştır. Deneyim göstermiştir ki Kürt hareketine uzak hatta düşmanca yaklaşan işçi ve emekçi kesimleri, çıkarlarının aslında tamamen ortak olduğu ezilen Kürt halkına yakınlaştıracak şey Kürt hareketinin söylem ve argümanlarının tekrarlanması değildir. Türk, Kürt ve tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin aynı Tekel direnişinde olduğu gibi mücadele zemininde buluşmasıdır. O yüzden HDK’nin il il gezerek yaptığı faaliyetleri önemseyip desteklemekle birlikte barış ve çözüm için sürmekte olan ve hali hazırda pratikte Türk ve Kürdü bir araya getiren işçi mücadelelerine dikkat çekiyoruz. THY’den, Çorlu Serbest Bölgesi’nden, inşaat işçilerinden barışın ve çözümün sesi yükselmelidir. Ancak bu ses, Kürtlerin haklarına evet, işçilerin haklarının gasp edilmesine hayır diyecektir. Korsan taksi yasasının içine havayolunda grev yasağının gömüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Sosyalistler işçi sınıfına ve emekçilere gerçekleri söylemekle yükümlüdür.