“Üç şeye toz kondurmazdı: Mustafa Kemal, Nâzım Hikmet, İlhan Selçuk… Yılmaz Güney!”
Anlaşıldı. Rutkay Aziz politik namusu olan bir adam. Dürüst bir adam. Saymayı bilmiyor olamayacağına göre. Helal olsun Rutkay Aziz’e. Onun gibi olmayan o kadar çok insan var ki etrafında.
Neden söylüyoruz bunu? Başlığa bakın anlarsınız. Rutkay Aziz, Tarık Akan için Muhsin Ertuğrul salonunda düzenlenen törende yaptığı konuşmanın sonlarına doğru şöyle dedi: ““Üç şeye toz kondurmazdı: Mustafa Kemal, Nâzım Hikmet, İlhan abimiz, İlhan Selçuk abimiz.” Sonra namuslu bir adam olarak dayanamadı, Yılmaz Güney ve Vasıf Öngören’in adlarını da ekledi. Değerli tiyatro adamı, 1960-80 arası şanlı sınıf mücadeleleri döneminde Türkiye tiyatrosunun Brechtiyen momentinin önde gelen şahsiyetlerinden Vasıf Öngören’in şimdiki konumuzla ilgisi yok. Biz Yılmaz üzerinde duralım.
Üç şeye toz kondurmazdı demek Tarık Akan. Mustafa Kemal gibi bir burjuva devrimcisi ile Nâzım Hikmet gibi bir proleter devrimcisinin yanı sıra İlhan Selçuk’un adının anılmasının anlamı üzerinde biraz durmak gerekiyor. Mustafa Kemal’e birazdan döneceğiz. Ama İlhan Selçuk, Sovyetler Birliği’nin çöküşü öncesinde oynadığı rol ne olursa olsun, 1991 sonrasında Kemalist bile olamayan, Enverizme, yani Orta Asya’ya doğru Türk yayılmacılığının gerici iğvasına kapılmış olan, daha önce 12 Eylül mezalimi döneminde takındığı nispeten tutarlı tavra rağmen yine de 2000’li yıllarda kapıkulu solculuğuna geri dönüp Türkiye’nin kurtuluşunu askeri darbeden bekleyen biridir. Fethullah Gülen ve Tayyip Erdoğan’ın ortaklık döneminde yaşlı bir insan olarak gadre uğramasına karşı çıkmak başkadır, Tarık Akan gibi bir sinema sanatçısının ona “toz kondurmaması” başka şey. Rutkay Aziz’in politik namus sahibi olduğunu anladığımıza göre Tarık Akan’ın İlhan Selçuk’a “toz kondurmadığı”na ilişkin sözünü de sorgulamayalım. O zaman ulaşacağımız sonuç yalındır: bu tutum, Tarık Akan’ın son yıllarda politik bakımdan sayısız laik Türk aydını gibi çaresiz kaldığının resmidir!
“Çirkin Kral’ın yakışıklı prensi”
Rutkay Aziz’in o konuşmayı yaptığı gün, BirGün gazetesinin Pazar ekinde Zihni Başsaray adında genç bir kardeşimiz Tarık Akan’ı anan yazısına mükemmel bir başlık atmıştı: “Çirkin Kral’ın yakışıklı prensi”. Rutkay Aziz de Tarık Akan’ı Tarık Akan yapan şeyin İlhan Selçuk değil de Yılmaz Güney olduğunu bildiği için, “üç” dedikten sonra dördüncü ismi saydı. Belirli insanların buluşmaları bir dönemin bütün ruhunu ortaya koyar. Yılmaz ile Tarık’ın buluşması işte böyle bir şeydir.
Herkesin gayet iyi bildiği gibi, “bıyıksız” döneminde Tarık Akan sonuna kadar Yeşilçam’dı. “Hababam Sınıfı” serisi bir yana, oynadığı diğer filmler, komedi olsun melodram olsun, yükselen “jön prömiye” olmaktan öteye bir şey kazandırmıyordu ona. Kendinden 20 yaş büyük Ayhan Işık daha hayattaydı. Bir on yaş büyüğü olan Cüneyt Arkın ve Ediz Hun da şöhretinin doruğundaydı. Yaşıtı olan Kadir İnanır da hatırı sayılır bir rakipti. Yani rakipsiz ya da tek falan değildi Tarık Akan bir “jön” olarak. Ama bakın kimlerle karşılaştırıyoruz onu. Bu bile yetmez mi hangi yolda olduğunu anlatmaya?
Ancak “bıyıklı” döneminin başlangıcı olan “Maden” filmiyledir ki (yönetmen Yavuz Özkan’a teşekkürler, kimse hakkını teslim etmedi bugünlerde) Tarık Akan, bugün yüz binlerin, milyonların sevgilisi olmasına vesile olan yola ilk adımını attı. Bu filmin öyküsü ile Yılmaz-Tarık buluşmasının öyküsünün iç içe geçtiğini Tarık Akan’ın kendisinden öğreniyoruz. Muhsin Ertuğrul’daki veda töreni, Nebil Özgentürk’ün Tarık Akan’ı anlattığı bir belgeselin kısa versiyonu ile açıldı. Orada dinledik: “Maden” filminin çekimi bittikten sonra Tarık İzmit’te cezaevinde yatmakta olan Yılmaz’ı ziyarete gider. Bu yepyeni bir ilişkinin başlangıcıdır. Kendisinden 12 yaş büyük olan Yılmaz, bu aşamadan sonra Tarık için bir rehber gibi olur. Tarık Akan’ı “bıyıklı” Tarık Akan yapan ana etkilerden biri, kendisi de bıyıklı olan Yılmaz Güney’dir.
Bu buluşmanın anlamını iyi kavramak gerekir. Yeşilçam’ın yükselen “jön”ü, komünist, devrimci, devletin başa çıkamadığı için katil diye hapiste tuttuğu Yılmaz Güney’e sanki bir şeyhin yanında diz çöken bir mürit gibi gitmiştir. Yeşilçam devrimin kültür ordusuna yazılmaya gelmiştir. Bu, sinema alanında proletarya hegemonyasıdır. Tarık bu anda artık işçi sınıfının mücadelesinin saflarına yazılmış olmaktadır. Bugün, daha sonra yaptığı bazısı vahim politik hatalar dolayısıyla Tarık Akan’ı toptan silmeye kalkışanlar, işçi sınıfının kültürel alanda hegemonyasının ne kadar önemli olduğunu anlayamamış olanlardır. Tarık Akan’ın işçi sınıfı sinemasının içinde, önünde, başında yer almış olmasının önemini anlayamamışlardır. Harcamayın proletaryanın sanatçılarını! Proletaryanın sanatçıları ille fabrika işçisi olmaz. İnsan proletaryanın saflarına kültürel faaliyetiyle katıldığında artık proletaryanın sanatçısıdır. Tarık Akan böyle biriydi. Bu, daha sonra yaptığı politik hatalara rağmen, onu saygıyla, sevgiyle yolcu etmemiz için yeterlidir!
Ama iş orada bitmiyor ki! Şeyh Yılmaz’dır. Her şeyi, en sonunda kendini bile sorgulayabilen bir adam. (Yılmaz Güney hakkında 30. Ölüm yıldönümünde hasbelkaderyazmış olduğumuz bir yazıya da dikkatini çekelim okurun: http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/komunarlarin-yani-basinda-yatar-arabaci-cabbar.) Şeyh Yılmaz ise mürit ne olur? Tarık sadece işçi sınıfı filmlerinde oynamamıştır ki! Yılmaz’ın bazı başka filmleri bir yana, hayatının en önemli iki filmi olduğu tartışma götürmeyecek olan “Sürü” ve “Yol”da başroldedir. Kürt halkının, Kürt kadınının dilini çalan bir düzene karşı çok sert bir eleştiri olan “Sürü”… Hapisten izinle çıkan karakterlerinden biri memleketine geldiğinde ekranda “Kürdistan” yazan “Yol”… Yıl 1982! Tarık bugün milyonların sevgilisi olan yola bir işçi filmiyle, “Maden”le çıktı dedik. O yol “Yol”a çıkmasaydı Tarık Akan, Tarık Akan olur muydu? Cevabı her yerde gizli. Tarık Akan deyince Yol filminin (bu yazının başında da yer alan) afişinden daha çok hangi fotoğrafı görmüşlüğünüz var? Tarık Akan o işte!
Demek ki, Yılmaz gibi ve belki, belki değil muhtemelen Yılmaz sayesinde Tarık Akan’ın da yolu proletaryanın sanatçısı olmaktan Kürt halkını kucaklamaya açılmıştı. Dedik ya, Zihni Başsaray kardeşimizin başlığı mükemmel. Yılmaz’sız Tarık olmaz.
Son dönemde Kemalist milliyetçilik çizgisine saplanmış sol aydınların içinden geldiği halde Rutkay Aziz, namuslu bir adam olarak “bir de Yılmaz” dediğinde arkada ne oluyor bir bakın. Youtube’da izleyebilirsiniz. (Videolarda açı farkı oluyor. En berrak biçimde şu videoda görebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=PCD6Yak-Tpc). Rutkay Aziz’in hemen arkasında duran çok önemli bir beyefendi var. Rutkay Aziz, Mustafa Kemal’in adını söylüyor, Nâzım’ın adını, İlhan Selçuk’un adını. Beyefendi hep alkışlıyor. Sonra beklenmedik şey oluyor: O da ne, Yılmaz Güney? Hani üçtü? Bu dördüncü de nereden çıktı? Ayıptır, insan böylesine gafil avlanır mı? Beyefendi birden alkışlamaktan vazgeçiyor. Komedi filmlerindeki gibi, kafasını havaya kaldırıyor, bakınıyor (evet, aynen böyle, bir ıslık çalmadığı kalıyor)! Sıra Vasıf Öngören’e geliyor, beyefendi yine alkışlıyor. Görüyor musunuz, has Kemalist, düşmanını nasıl biliyor!
Şimdi durum bu iken, Sürü’nün ve Yol’un başoyuncusunun ardından onu, Tarık Akan’ı Kürt düşmanı ilan edenlerin aklına şaşmaz mısınız? Yılmaz’la yakınlığından pişman mıymış artık Tarık? Onu has Kemalist beyefendiler gibi defterinden silmiş mi? Olgular cevap versin.
Tarık Akan 16 Eylül gecesi öldü. Ondan on gün önce, 7 Eylül’de Adana’nın Çukurova Belediyesi tarafından düzenlenen Yılmaz Güney’i anma gecesine telefonla bağlandı. Gerisini İMC TV’nin internet sitesinden satır satır aktarıyoruz:
“Görüşme sırasında Tarık Akan, Yılmaz Güney’in bir efsane olduğunu ifade ederken eşi Fatoş Güney’den ‘mücadelesini sürdürmesini’ istemişti. Cep telefonu ile salona dinletilen görüşme sırasında Fatoş Güney’in ‘Tarık, sen bizim canımızsın ve iyileşeceksin, yine güzel işler yapacaksın’ sözlerine Akan, ‘Mücadele hiç bitmeyecek’ karşılığını vermişti.
Bu, Tarık Akan’ın kamuoyu önündeki son mesajıydı.”
Tarık Akan son nefesinde Yılmaz Güney’e bağlılığını ilan ediyor. Yoksa başrolünü oynadığı “Yol”u hiç mi görmemiş? Biz biliyoruz, siz biliyorsunuz, o bilmiyor mu, daha yıl 1982 iken filmde ekranda “Kürdistan” yazdığını? Bu yüzden Yılmaz’ı aforoz mu etmiş? Hayır, yukarıda okudunuz. Yılmaz Güney hakkında eşi Fatoş Güney’e onun (dikkat, sanatını değil) “mücadelesini sürdürmesini” söylediği konuşma Tarık Akan’ın kamu önündeki son cümlesi!
Bu adama öldükten sonra Kürt halkı adına saldırılır mı? Böylesini bulmuşsunuz, yaptığınız iş mi? İnsanın aklına İngilizlerin ünlü atasözü nasıl gelmesin? “Böyle dostlar varken, düşmana ne gerek var?”
Bazen hayat sanatı kıskandırıyor. Filmin sekanslarına bakar mısınız? Rutkay Aziz “üç” diyor, dört sayıyor. Dördüncü isme geldiğimizde sol Kemalizmin yüksek rahiplerinden biri alkıştan imtina ediyor. Tarık ise hayatının son kamusal cümlesinde Yılmaz Güney’in mücadelesinin sürmesini vasiyet ediyor!
Büyük sinemacı Yılmaz, büyük oyuncu Tarık, kıskanmadınız mı bu montajı?
Solcu Türk aydınının büyük ikilemi
Tarık Akan’ın son yıllarda içine girdiği politik yönelişi görmezlikten mi geliyoruz? Asla! O yönelişe yıllardır ne kadar sert eleştiriler yaptığımızı bütün okurlarımız bilirler. Önemsemiyor muyuz? Önemsemez olur muyuz? Bu yöneliş bu topraklarda gerçek müttefikleri birbirinden koparan formüldür. Sonuna kadar eleştirilmelidir. İzmir’in Atatürkçüsü, İstanbul solunun Kemalisti şunu görmüyor: Ortadoğu’da DAİŞ’le boğuşan, Türkiye’nin (haydi onların diliyle söyleyelim) “Güneydoğu”sunda Kürt Hizbullahı’nın önünü kesen, Kürt hareketinden başka kimdir? Laik bir düzeni özleyen kıyı halkıyla Kürtlerin yolu aslında kesişir. Buna bir tutkal gerekir: O da işçi sınıfının mücadelesidir. Türkiye’nin sol aydını bu tutkaldan umudunu kestiği içindir ki, laik bir düzeni Türk Silahlı Kuvvetleri’nden beklemektedir. 15 Temmuz umarız onlara bir şeyler öğretmiştir! 12 Eylül, zorunlu din dersleriyle, Türk-İslam senteziyle, Avrupa’da Suudi Arabistan tarafından finanse edilen din görevlileriyle İslamcılığın önünü açmıştı. Bundan öğrenemediler. Bari 15 Temmuz’da Tayyip Erdoğan’ı devirmek için harekete geçen darbecilerin arasında, belki de en güçlü unsur olarak Pensilvanya imamının adamlarının olmasından ders çıkarsınlar. İşçi sınıfından umudunu yitirip başka güce sarılan solcu pusulasını yitirmiş demektir.
Rutkay Aziz’in üçlüsünden İlhan Selçuk, bu solcu tipine tam da uygun bir kahramandır. Tarık Akan onu hayatı boyunca ne kadar sevdi, bilemeyiz. Ama İlhan Selçuk AKP ile cemaatin ortak saldırısına maruz kalınca Tarık Akan’a sempatik gelmiş olabilir.
Mustafa Kemal meselesi ayrıdır. Bizim Mustafa Kemal’in Türkiye tarihindeki yeri konusundaki fikirlerimizi Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri kitabımızı okuyan herkes bilir. Mustafa Kemal Türkiye’nin ikinci burjuva devriminin en önemli önderidir. Ama aynı zamanda işçi sınıfının ve Kürt halkının düşmanıdır. Buna rağmen onun bir burjuva devrimcisi olarak tarihte oynadığı önemli rolü yadsımayız. Tarık Akan Mustafa Kemal’e “toz kondurmuyor”sa, bu onun “Sürü” ve “Yol”da katkıda bulunduğu sanatsal bilinçlendirme faaliyetini bütün ağırlığıyla kavrayamadığını ya da unuttuğunu gösterir. Biz meselenin başka bir çaresizlikle ilgili olduğunu sanıyoruz. Buna birazdan döneceğiz.
Bir de Nâzım Hikmet var. Türkiye’nin 20. yüzyıldaki en büyük komünisti. Sadece şair olarak değil, düşünür ve militan olarak da. Dedik ya, Mustafa Kemal Türkiye tarihinin iki büyük burjuva devrimcisinden biri (öteki Enver), Nâzım Hikmet ise en büyük proleter devrimcisi. Şimdi şu soruya cevap vermeye çalışalım: Rutkay Aziz’in arkasında duran beyefendi Yılmaz Güney’i alkışlamıyor, ama Nâzım Hikmet’i alkışlıyor. Oysa her ikisi de komünist. Neden?
Çünkü Yılmaz Güney Kürt özgürlüğünden yana. Oysa tipik yarı-Stalinist, yarı-Kemalist Türk solcusu gibi beyefendi de Nâzım’ı Mustafa Kemal’e hayran ve bağlı zannediyor ya da öyle olmadığını bilse bile öyle sunmak işine geliyor. Biz Nâzım’ın Atatürk hayranlığını kanıtlamak için işaret edilen bütün delillerin aslında Nâzım’ın tutsaklık dönemindeki çırpınmasının bir sonucu olduğunu iddia ediyoruz. Bunu da uzun bir yazıda ortaya koymaya çalıştık: “Tutsak Bolşevik: Nâzım Hikmet ve Stalinizm” (Bu yazıya internetten ulaşılabilir: http://www.devrimcimarksizm.net/sungur-savran-tutsak-bolsevik-nazim-hikmet-ve-stalinizm). Bu deliller dışında ise Nâzım Hikmet’in kendi kuşağından komünistler arasında Mustafa Kemal’e en uzak olanı olduğuna dair güçlü deliller gösterdik.
Kısacası, Mustafa Kemal, Nâzım Hikmet, İlhan Selçuk, Yılmaz Güney dörtlüsü, birbirini tutmaz. Diziden Yılmaz Güney’i çıkartırsanız, Nâzım’ı da Kemalist yaparsanız göstermelik bir tutarlılığa ulaşabilirsiniz. Sol Kemalist yaşlı beyefendiler kulübü bu bakımdan rahattır. Ama Tarık Akan son nefesine kadar hâlâ Yılmaz Güney’i yücelttiğine göre onun tutarsızlığından ne anlayacağız?
Cevabımız yalın: Sovyetler Birliği’nin çöküşü dolayısıyla Tarık da bütün dünyanın sol aydınları gibi işçi sınıfı politikasından, komünizmden umudunu kesmişti muhtemelen. Dile getirmese de böyleydi büyük bir olasılıkla. Bu durumda AKP gericiliğine, Ortadoğu’da din tacirliğine yaslanan bir İslamcılığın yükselmesine, mezhepçiliğe, tekfirciliğe karşı laik cumhuriyetin çerçevesine tutunmak zorunda hissediyordu kendini. Ama Kürt halkının düşmanı değildi, onun ezilmesinin yanında değildi. O yüzden de Yılmaz’ın “mücadelesinin sürdürülmesini” istiyordu. Mustafa Kemal destekçiliği ile bu tutarlı mıydı? 1925’ten sonra Kürt halkının nasıl köleleştirildiğini bilenler için değildi. Ama çaresizlik anlarında tutarlılık kolay mıdır?
Tarık Akan’ın büyük hatası laik bellediği cumhuriyetin çerçevesini savunmak değildi. Sınıf politikasına sırtını dönerek (üstelik gerçek anlamda laik bile olmayan) burjuva cumhuriyetinin savunuculuğuna kadar ricat etmek hataydı ama vahim değildi. Mustafa Kemal’i 21.yüzyılda savunmak hataydı ama vahim değildi. Vahim hata, onun da bir imza metninde kapıkulu solcularının, TSK’yı kurtarıcı olarak kabul edenlerin tuzağına düşmesi olmuştur. Burada bile, önüne imza metni gelen aydının yaşadığı ikilemleri bilenler Tarık Akan’ın bu korkunç hatayı neden yaptığını, affetmemekle birlikte, anlayacaklardır.
Ama unutulmasın ki sözünü ettiğimiz aydın, bir sanatçıdır. Ne başkalarına dünyayı yorumlama konusunda ders veren allame teorisyendir; ne de toplumun önüne kurtarıcı gibi çıkan politikacı. Diyalektik her zaman somuttur: Sanatçının politik hayatını bir siyasi önderin ya da bir büyük teorisyenin politik hayatı ile aynı ölçülerle değerlendirmek anlamsızdır. Âyinesi sanatıdır sanatçının, lâfa bakılmaz!
Sonuç olarak, Tarık işçi sınıfından umut kestiği için Kemalizme sarıldıysa, bunun sorumlusu Sovyetler Birliği ayaktayken onu dünya devriminin öncüsü gibi gösterip çökünce de işçi sınıfı politikasına sırt çeviren Marksist teorisyen ve politik önderlerdir. Yani beyefendinin yakın arkadaşları. Tarık değil.
Tarık Akan, Yılmaz Güney önderliğinde sinemada işçi sınıfı hegemonyasını kuran bir kuşağın en sevilen yüzü oldu. Onlar şiirde Nâzım Hikmet ve onun izinde yürüyenlerin, romanda Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Vedat Türkali ve diğerlerinin, müzikte en başta Ruhi Su’nun ve 1970’li yılların sonradan dönmüş olsa da diğer önemli müzisyenlerinin, tiyatroda Vasıf Öngören, Genco Erkal, Erkan Yücel ve diğerlerinin yaptığını yaptılar. Modern Türkiye’nin tarihinde işçi sınıfını kültür alanında hegemonik bir konuma yükselttiler. Bu, hepsinin büyük bir gururla anılması için yeterlidir.
Muhsin Ertuğrul’daki törende biz sadece Tarık Akan’ın değil, aynı zamanda şiirleri okunan Nâzım Hikmet’in, varlığı hep hissedilen Yılmaz Güney’in, “Sürü”deki rolünde Tarık’la birlikte görülen, Bakırköy meydanında şiir okuyan sesi duyulan Tuncel Kurtiz’in, Yılmaz Güney’le aynı acı kaderi paylaşan, ondan sadece bir yıl sonra doğup, onunla aynı yıl, 1984’te, onun gibi sürgünde, erkenden, 46 yaşında ölen Vasıf Öngören’in ve onlar gibilerinin de yasını tuttuk, içimiz burkuldu, gözümüz yaşlandı.
Selam olsun Türkiye işçi sınıfının sanatçılarına!