Cumhuriyet gazetesinde bir garip Yılmaz Güney anması

Yılmaz Güney Fatoş Güney

Günlük gazetelerin Pazar ekleri okuyucularına tatil günü keyfi yaparken hoş vakit geçirtebilmek için hafif konular seçerler. Kimi pespaye birtakım şarkıcıları “sanatçı” diye tanıtır, hayatının gizli kapaklı kovuklarına girmeye çalışır. Kimi daha “aile” işi yazılarla organik gıdadan, çocuk yetiştirmenin inceliklerinden, Canan Karatay’dan söz eder. Kimi de daha Cihangir takılır, yoganın faydalarını ve tangonun kökenini anlatır.

Cumhuriyet gazetesinin işi zordur. Okuru Türkiye’nin en eğitimli, en yüksek gelirli okurudur. Ama aynı zamanda kendini solda görür. Cumhuriyet Pazar eki bu yüzden kilo vermenin yararlarının, zeytin ağaçlarının hayatının, hayvan sevgisinin yanı sıra entelektüel konulara da el atmak zorundadır. Hem de sol soslu. O zaman en ilgi çekecek solculara tekrar tekrar dönülür. Mesela Nâzım Hikmet, mesela Tarık Akan, mesela Aziz Nesin. Ara sırada da Yılmaz Güney. Geçtiğimiz Pazar, ekin manşet yazısı, ölümünün (9 Eylül 1984) 35. yılı vesilesiyle ona ayrılmıştı.

Cumhuriyet Pazar, Yılmaz Güney’in son eşi Fatoş Güney ile görüşmüş. Ama Yılmaz Güney öyle kolay kolay kabul görecek bir adam değil. Hayatının tamamında devrimci bir tutum almış. 12 Mart’ta devrimcileri evinde barındırdığı için hapiste yatmış. Gizli örgütler kurmuş, çok sert yayınlar yapmış. Kürtlüğünü inkâr etmek bir yana, Kürt sorununu deşip durmuş. Şimdi böyle birini solcu diye Cumhuriyet’te önemsemek kaçınılmaz olsa da bir yandan da hayatının ve politik faaliyetinin zayıf görünen her yanına hücum etmek gerekir.

Görüşmeyi yapan gazeteci, Fatoş Güney’i devamlı savcı, hatta polis sorgucusu gibi sıkıştırıyor: “‘Yılmaz Güney PKK’ye karşıydı’ dediniz. Ancak o çizginin temsilcisi olarak gösteriliyor. Bu konuda ne diyeceksiniz?” “1984’te ‘birleşik Kürt devleti ile ilgili’ yaptığı konuşması çok eleştiriliyor. Siz ise ülkesini ne kadar sevdiğinden bahsediyorsunuz. Kastettiğiniz ülke hangi ülke?” [Geçerken söyleyelim. Yılmaz Güney’in konuşmasından söz edilirken tırnağın “ilgili” sözcüğünden sonra kapanması, gazetecinin ve/veya Cumhuriyet gazetesi tashih servisinin bir marifeti. Bu gazete düzgün bir gazeteyken baş musahhih (düzeltmen) kendi kuşağının güçlü şairlerinden Refik Durbaş’tı. O zamanlar rastlayamayacağınız dizgi skandallarına şimdi bol bol rastlayabilirsiniz! Şair düzeltmenden tırnak kapatmayı bilemeyen gazeteye!]

Böylece daha şirket kariyerinin başındaki genç beyaz yakalıya ya da orta kademeye erişmiş yöneticiye, Yılmaz Güney’in yasaklı filmlerini hiç görmemiş, hakkında sadece “Çirkin Kral” sözünü duymuş Kemalist okura deniyor ki, “Yılmaz Güney’i aşırı solcular severler, halk ise tapar, ama siz Kemalist solcular aklınızı başınıza toplayın, sakın ola Yılmaz Güney’i yüceltmeyin. O Kürtçüdür.”

Ama bununla da kalmıyor Cumhuriyet ve görevli röportajcısı. Bu sefer de Yılmaz Güney’i sevenlerin, aile mensuplarının falan arasındaki gerginlikleri kaşıyor. “‘Çirkin Kral Efsanesi’ isimli belgeselden çok şikâyetçi olmuştunuz.” Ya da: “Kızıyla ilişkinizi de konuşalım. (...) Güney Filmcilik’teki hakları sebebiyle davalık oldunuz. (...) Kitabını okudunuz mu?”

Sorulacak başka soru yok, değil mi? Mesela Yılmaz hapisten kaçıp Paris’e nasıl gitti? O kadar yıl sonra (sekiz koca yıl) eşine kavuştuğunda Fatoş Güney ne hissetti? Yılmaz hiç değişmiş miydi? Özel hayatında nasıl bir adamdı? Cannes Film Festivali gibi, sinema sanatı festivallerinin dünya çapında üç büyüklerinden olan (diğerleri Berlin ve Venedik) bir festivalde büyük ödülü alma konusunda ne hissettiğini anlattı mı size? Kendi senaryolarını hep kendi yazıyordu. Türkçe veya Kürtçe edebiyatta onu esinlendiren romancılar yok muydu? Mesela kendisi de Kürt olan Yaşar Kemal’in bir romanını senaryolaştırmayı hiç mi düşünmedi? Size Yeşilçam arkadaşları konusunda anlattıkları hakkında bize konuşur musunuz? Tarık Akan hakkında ne derdi?

Hayır, böyle soruların önemi yok. Varsa yoksa, Yılmaz’ın hayatında açık aramak.

Sansürsüz Fatoş Güney!

Bütün bunlar neredeyse önemsiz kalıyor. Asıl dehşet verici çirkinlik başka yerde. Yılmaz hakkındaki röportaj Pazar ekinin manşetinden verilmiş: “Güney’e sansür”! Siyasi bir başlık, ciddi bir şeyler okuyacağım diye röportajın yer aldığı sayfaya dönüyorsunuz. Başlık muhteşem: “Rahibe gibi yaşamadım”.

Siz Yılmaz Güney hakkında bir röportaj okuyacağım zannıyla sayfaları çevirdiniz, karşınıza Fatoş Güney’in yatak odası çıktı. Merak eden var mıdır acaba gerçekten? Yılmaz Güney öldükten sonra geride bıraktığı eşi “rahibe hayatı mı yaşadı yoksaaa...?” Neden böyle sorular bizlerin aklına gelmiyor da sizin aklınıza geliyor? Gerçekten Fatoş Güney’in seks hayatı kamusal bir sorun mudur? Mezarında yatan bir adamın eşinin yatak odasını neden böyle başlıklara çıkarırsınız? Bu ne aşağılık bir davranıştır?

Görevli röportajcı daha ilk sorudan soruyor: “35 yıl geçti. Hisleriniz nedir?” Ne konuda hisler soruluyor, insan başlıktan sonra doğrusu tereddüt ediyor. Fatoş Güney cevap vermiyor. O Yılmaz Güney’e yapılan sansürden söz ediyor. Birkaç soru boyunca o ilk soruya cevap vermiyor. Ama gazeteci görevlendirilmiş. Dördüncü soruda daha açık geri geliyor: “Yılmaz Güney’in dışında Fatoş Güney’i de merak ediyorum. Biraz da kendinizi anlatsanız.” Biz bir görüşmecinin “merak ediyorum” diye konuştuğunu ilk kez görüyoruz. Siz kimsiniz beyefendi? Sizin merakınızın önemi ne? Bu görüşme sizin meraklarınız dolayısıyla mı yapılıyor? Hani bu röportaj Yılmaz Güney’in ölümünün 35. yıldönümü dolayısıyla yapılıyordu?

Fatoş Güney o noktada “rahibelik teması”nı ortaya atıyor. Gazete ve gazeteci amacına ulaşmıştır! Manşet hazırdır! Birinci sayfada Yılmaz Güney sansürlü. Beşinci sayfada Fatoş Güney sansürsüz! Keyifli okumalar!

Dipsiz merak

Görevli gazetecinin görevi bir türlü bitmiyor. Bütün bunlardan sonra bir son ve önemli konu açıyor: “Sizin için botokslu devrimci diyorlar.”

Görevli gazeteci, belli, Fatoş Güney’le alay ediyor. Bu “çok önemli” çelişkiyi (“botokslu devrimci”) gazete yönetimi mi uydurdu yoksa gazetecinin dehası mı bu?  Size ne botoksundan? Birileri görüşmecinin dediği gibi böyle diyorsa, bırakın desinler. Bu terbiyesizliğin kamusal alanda işi ne?

Görevli gazeteci doymuyor, röportajın sonunda iyice coşuyor. Artık terbiyesizliği kendi eline almıştır, Fatoş Güney’le kendisi alay ediyor: “Bir yönüyle ‘botoks devrimci bir eylemdir’ diyebilir miyiz?”

Büyük sanatçıların yatak odasından çıkın!

En geniş anlamda alındığında solun bazı kesimleri, geriledikçe ve sefilleştikçe, ünlü solcuların, bunlar ister devrimci önder olsun, ister sanatçı, seks hayatına büyük bir merak geliştirmiş bulunuyor. Bu konuya daha önce Trotskiy hakkında Rusya’da Ekim devriminin 100. yıldönümünü karşılamak için yapılmış olan ve bir süre sonra Netflix’te gösterilen film üzerine yazdığımızda değinmiştik. Film Trotskiy’i bir seks düşkünü gibi tasvir ediyormuş, hem de kadınları sadece et olarak gördüğünü ima ederek. Biz bu film hakkında yazdığımızda onu görmemiş olduğumuz için (hâlâ da görmedik) Frida hakkındaki filmi örnek vermiştik. O filmin hem sanatçı, hem de insan olarak son derecede çarpıcı bir şahsiyet olan Frida’nın hayatında bula bula seksi bulabildiğini belirtmiştik. Frida bir seks filminin kahramanına dönüştürülmüştü.

Şimdi maşallah bizim sol magazin düşkünlerimiz de ölmüşlerin arkasından onların hayattayken kendi yaşadıklarını da, geride bıraktıkları eşlerinin nasıl yaşadığını da pek büyük bir tecessüsle (merak diyemeyiz, hafif kalır) soruşturuyorlar! Milyonlarca insanın sevdiği, eserlerini izleyerek, okuyarak, dinleyerek yüce duygu ve derin düşüncelere daldığı insanların yatak odasından çıkın!

 

Yılmaz’dan Nâzım’a, Cumhuriyet’ten Hürriyet’e

Bir süredir aklımızda, ama yeri şimdi geldi. Cumhuriyet gazetesinin bir yazarı, Ataol Behramoğlu, Nâzım’ın Münevver Andaç’tan oğlu Mehmet Hikmet hakkında ölümünden on gün sonra bir yazı yazmıştı. Yazıyı anlatmaya başlarken hemen belirtelim: Biz Mehmet Hikmet’i hiç tanımadık ama sevmeyiz. Tek bir nedeni var bunun: Varisi olduğu babasının eserlerini, Nâzım’ın düşman bellediği büyük bankalardan birinin Halkla İlişkiler şirketine satmış olması. Bazı şeyler insan acından ölse bile yapılmaz. Ayıptır.

Ama bir konuda haksız olan her konuda haksız olacak diye bir şey yok. Ataol Behramoğlu’nun Mehmet Hikmet’le ilişkisini (ve çatışmasını) anlattığı öyküyü dinleyin, siz karar verin. (Meraklısı, 24 Ekim 2018 tarihli Cumhuriyet’ten okuyabilir öyküyü.) Behramoğlu, 1980’li yıllarda Nâzım’ın son eşi Vera Tulyakova’nın anılarını Türkçe'ye çevirmiş. Ama kitap yayınlanmadan önce, her nedense gerekmiş ki, bölümleri Hürriyet’te tefrika edilmiş. Behramoğlu bu hakkı Hürriyet’e vermeden önce gazetede çalışan bir arkadaşından “sansasyonel” bir şey yapılmayacağına dair de söz almış. Satılık basın Hürriyet’e güvenen kazık yer. Bir gün dizinin başlığı şöyle çıkmış: “Münevver Mehmet’e hapishanede hamile kalıyor”. Bunun iki ünlü insanın cinsel yakınlaşmasını açık açık anlatmaktan tek farkı, üzerine siyah bant çekilmiş fotoğrafa benzemesi. Üstelik Nâzım artık mezardadır! (Münevver Andaç çok daha sonra, 1998’de ölecektir.) Sansasyonel falan değil, ahlaksız!

Bunun üzerine Mehmet Hikmet Ataol Behramoğlu’nu görüşmeye çağırıyor. Bu andan sonra Behramoğlu kendisini bütünüyle haklı gören bir tonla olayı bir “düello” benzetmesiyle anlatıyor. Mehmet Hikmet şöyle demiş: “Kadavraların seks hayatıyla uğraştığınız için utanın!” Behramoğlu’nun güya yetiştirdiği cevapları anlatmaya gerek yok, incir çekirdeğini doldurmaz.

Burada tuhaf olan şu: Behramoğlu, yazısının önceki bir bölümünde Hürriyet’teki başlığı ilk gördüğünde canının çok sıkıldığını söylemişti. Peki, onun canı sıkılıyor da Mehmet Hikmet’inki neden sıkılmasın? Mehmet Hikmet’e yazı dizisini o gazeteye, bu tür şeyler yapılmayacağı konusunda vaad almış olup safça bu vaade inandığını belirterek özürlerini sunmak daha doğru olmaz mıydı? Hayır, bazıları hep haklı oluyorlar, dün kendilerine komünist derken de haklıydılar, bugün sapına kadar Kemalist olduklarında da, Hürriyet’e kızarken de, Mehmet Hikmet’ten özür dilemezken de!

Hürriyet, Ertuğrul Özkök gibilerinin Hürriyet’i. Bu gazetenin bir zamanlar yöneticisi (o tarihte muhtemelen henüz Genel Yayın Yönetmeni olmamıştı), hâlâ da yazarı olan bu zat, Simone de Beauvoir gibi milyonların saygısını kazanmış, kadınların “İkinci Cins” olduğunu çok erken bir tarihte, feminizmin ikinci dalgası ortada yokken anlatmış bir kadının, hayattayken bedenini şöhret olmak için hiç kullanmamış bir kadının öldükten sonra çıplak fotoğrafını yayınlamıştı. Bazı başka Avrupa basın organlarını izleyerek. Bunu da put kırmak olarak görüyordu. Ölülerin çıplak fotoğrafını yayınlamak neden put kırmak oluyor? Biz bunun daha kaba ve ilkel biçimlerinin bütün toplumda yerden yere vurulduğunu biliyoruz. Özkök’ün yaptığı da onun kopyası! Ölülerin bedenlerini rahat bırakın! Solun hayran olduğu şahsiyetlerin yatak odalarından elinizi çekin!

Merak ediyoruz. Ataol Behramoğlu Fatoş Güney ile yapılan röportajı gördükten sonra gazete yönetimine ya da Cumhuriyet Vakfı başkanı, büyük tarihçi Alev Coşkun’un odasına gidip Pazar ekini önlerine fırlatıp “bu ne pespayelik?” dedi mi? “Cumhuriyet’i, Ertuğrul Özkök gazeteciliğinin Hürriyet’i gibi yapmışsınız” dedi mi?

Eğer demediyse, neden başka gazete yapınca canı çok sıkılıyor da kendi gazetesi yapınca sıkılmıyor? Yoksa Tarık Akan’ın, Türkiye sinemasının bu işçi-emekçi sınıflar sanatçısının cenazesinde, onun Yılmaz Güney’le ilişkisini saklamak için gösterdiği çabanın belli ettiği gibi Yılmaz Güney’e olan Kemalist düşmanlığından mıdır?

Eğer dediyse, neden Cumhuriyet bir hafta sonraki Pazar eki de dâhil okurlardan ve Fatoş Güney’den bir özür dilemedi? Bazıları neden hep haklı oluyor?

Cumhuriyet gazetesi çok ihtiyarladı. Cumhuriyet, Hürriyet’e benzediyse bu terminal bir hastalık demektir. Cumhuriyet’in politikalarının geçmişte sık sık çok ağır sorunları oldu. Ama Türkiye’de profesyonel gazeteciliğin ondan daha ciddi bir temsilcisi ancak çok geçici olarak var oldu. Şimdi terminal aşamaya gelmiş bir yaşlı hasta ile karşı karşıyayız. Hem de botokssuz ve çirkin.