“Çirkin Kral”ın gizli hayatı

Yılmaz Güney, Sungur Savran yazdı...

Hüseyin Tabak’a selam olsun! Türkiye halklarının ortak sevgilisi, Kürdün de Türkün de kahramanı Yılmaz Güney’i ne güzel anlatmış! O ne güzel bir sinema dili! O ne has bir anlama çabası! O ne bütünsel bir bakış, ne sinemasını, ne politik görüşlerini, ne aile ilişkilerini, ne zaaflarını ihmal etmeden! Tabak, Yılmaz Güney’i tanıyana ve tanımayana sevdirebilecek, sevdirmese de karşısındakini düşündürecek bir belgesel yapmış. Hiçbir şeyi gizlememiş. Ne Yılmaz Güney’in ilk eşi Nebahat Çehre’nin son derece olgunca anlattığı kadın ezilmişliğini, ne Duvar filmini çekerken Yılmaz Güney’in delilenmelerini, küçücük çocuğa yaptığı ağır baskıyı, figüranlardan birine “provakatör” diye saldırmasını.

Hiçbir şeyi gizlememiş. Bugünün apolitik dünyasında politik fikirlerini bile. Bazen yanlış anlaşılacak şeyler yapmış. Mesela Yılmaz Güney’in Newroz konuşmasının hemen arkasına son yılların bir Diyarbakır Newroz’unu koyarak. Demek istiyor ki, “işte Yılmaz Güney’in düşü gerçekleşti”. Diyarbakır Newroz’ları elbette muhteşem, elbette bazılarını dehşete düşürecek kadar önemli. 1980’li yılların başında, Yılmaz Güney henüz hayatta iken hayal bile edilemeyecek bir şey o Newroz’lar. Bir halk kolektif olarak onurunu yaşıyor, demirci Kawa oluyor, Dehak’a başkaldırıyor, bütün dünyaya “ben varım!” diye haykırıyor. Bütün bunlar doğru. Ama Diyarbakır Newroz’ları gerçekten Yılmaz Güney’in düşünün gerçekleşmesi mi? Öyle olmadığına yine Hüseyin Tabak’ın filmi tanıklık ediyor. Yılmaz Güney filmdeki bir başka konuşmasında Kürtlerin kurtuluşunu Ortadoğu halklarının kurtuluşuna bağlıyor: “Kürt, Türk, Arap, Acem hep birlikte kurtulacaklar” diyor. Devrim hep ağzında ve zihninde. Oysa bugün devrim Diyarbakır’da makbul değil. “Devrimler çağı bitti” deniyor, “demokrasi çağı şimdi” deniyor. Ve Ortadoğu halklarının kardeşliğinden ziyade, “uluslararası koalisyon” adı altında Amerika’ya bakılıyor. Keşke Yılmaz Güney’in düşü olsaydı gerçekleşen!

Ne güzel insanları konuşturmuş Hüseyin Tabak! Kendisi de bir efsane olan Tuncel Kurtiz, içinin güzelliği yüzüne vurmuş olan Tarık Akan, 1982 Cannes Film Festivali’nde Yunan-Türk kardeşliğinin devrimci zeminde ifadesi olarak Yılmaz Güney’le birlikte baş ödülü alan, nice güzel politik filmin yönetmeni Costa Gavras, “Piyanist”, “Aşk” ve benzeri, insan hayatını ince ince dokuyan duyarlı filmleriyle ruhlarımıza dokunan, Hüseyin Tabak’ın hocası, Avusturyalı Michael Haneke ve daha kimler, daha kimler… Ama bu ünlülerin yanında bir de “ünsüzler” var. Demirezen ailesini bu filmden önce kim tanırdı? Yılmaz Güney’in eşleri tanınmıştır. Çocukları bilinirdi. Ama kız kardeşini, yeğenini, hele hele anasını tanıyan var mıydı? “Çirkin Kral Efsanesi” filmine sırf o ana için, bir de Hüseyin Tabak’ın o anayı sinemanın en güzel montaj diliyle anlatmasını görmek için bile gidilir.

Gizli hayat

Evet evet, her şey var. Gerçi Tabak’ın bir belgesel için zaten uzun olan (iki saati aşkın) filmini daha da uzatabilecek muazzam bir görüşmeler malzemesi varmış elinde. 200 saate yakın. Onları da görmek, duymak istiyor insan. Kim bilir, neler neler daha öğrenebiliriz Yılmaz Güney hakkında onları da görsek, dinlesek.

Evet, her şey var. Bir tek şey hariç. Yılmaz Güney’in gizli hayatı yok.

Burada bir yan yola sapmamıza izin verilsin. Nâzım Hikmet’ten söz etmek istiyoruz kısaca. Nâzım, Yılmaz, Yaşar Kemal üçlüsü hakkında hep birlikte konuşulacak başka şeyler de var. Bunların birinin hayatını izlerken diğerlerini hatırlamamak zor. Onlara belki başka isimler de eklenebilir, Orhan Kemal gibi, Sabahattin Ali gibi. Ama şimdi Nâzım hakkında anlatacağımız, Yılmaz Güney’in gizli hayatına ilişkin söyleyeceklerimize ışık tutacak.

Nâzım’ın yapıtları on yıllar üzerinden bir dizi yayınevi tarafından yayınlandı. 1970’li yıllarda Cem Yayınevi, 1980’li ve 90’lı yıllarda manevi oğlu Memet Fuat’ın Adam Yayınları, 21. yüzyılda da Yapı Kredi Yayınları. Kullandığı “kod adı” ile YKY. Banka kimliğini saklamak isteyen yayınevi.

Hatırladığımız kadarıyla ne Cem, ne de Adam “bütün yapıtları” demedi. Ama YKY’nin çok ciddi editörleri ve baş editörleri Nâzım’ın eserlerini yayınlarken “Bütün Eserleri” dediler. Oysa Nâzım illegal bir partinin militanı, önderlerinden biri idi. 1920’den 1963’te ölene kadar hep komünist bir militan olarak yaşamıştı. Komünist ya da devrimci önderleri, düzen partilerinin önderlerinden ayıran noktalardan biri, sürekli yazmalarıdır. Burjuva düzen politikacılarının çıkarları vardır, komünist devrimcilerin ise fikirleri. Onun için devrimci faaliyetlerinin bir yanı da yazmaktır.

Nâzım gibi Lenin’in ve Trotskiy’in Moskova’sında, onların kurduğu Şark Ülkeleri Komünist Üniversitesi’nde okumuş, sosyalizmin teorisini, hatta felsefesini yiyip yutmuş biri açısından bu daha da fazla bir gereksinimdir. Hele komünist hareketin ana damarına muhalif bir konuma geçtiğinde yazmak iyice ihtiyaç olacaktır elbette. Nitekim, Nâzım’ın Türkiye Komünist Partisi’nin militanı ve yöneticisi ve Muhalif TKP’nin bir numaralı önderi olarak birçok yazısı vardır. YKY bunların bir tekini bile yayınlamadığı gibi, efendilik edip “biz ünlü şairin yeraltı faaliyetinin uzantısı olan politik yazılarını yayınlamıyoruz, zaten bunları bulmak zor” falan türünden editoryal açıdan dürüstlük olacak bir notu bile hiçbir yere düşmemiştir. Zaten bu çok bilgili ve çok bilgiç editör ve baş editörlerin, Türkiye’nin, hatta dünyanın modern çağda yaşamış en önemli birkaç şairinden birinin onlarca cilt kitabını yayınlarken iki satır bile bir sunuş yazısı yazmamış olmamaları düşünsel faaliyetin evrensel standartları açısından tam bir skandaldır. Ama bunu ipleyen kim? YKY para kazansın, gerisi önemli değil! Editör ve baş editör de “Nâzım’ın bütün yapıtlarını ben yayınladım, ne hizmet ama” diye böbürlenmeye devam edebilir!

Bir an düşünsenize: Düzen TKP’yi yeraltına itmiş, yasaklamış. Dolayısıyla, TKP adına veya onunla ilgili olarak yazılan yazılar mecburen illegal oluyor. Siz de “saygıdeğer” edebiyat adamları olarak bilinen editörler ve baş editörler olarak bu yazıları yayınlamamayı kendinize yediriyorsunuz. Yani siz de, üstelik aradan yarım yüzyıldan fazla bir süre geçmişken polis gibi, İçişleri Bakanı gibi, mahkeme gibi Nâzım’ın düşünsel faaliyetini toplumdan, en önemlisi gençlikten saklıyorsunuz!

YKY için Nâzım’ın hafi komünist partisi bünyesinde yazdığı yazılar Nâzım’ın gizli hayatıdır. Kiminin gizli hayatında Adnan Menderes’inkinde olduğu gibi metresler vardır, kiminin gizli hayatında ise yazılar. Evet, yazılar.

Yılmaz Güney’in (Çirkin Kral Efsanesi’nin bile giremediği) gizli hayatı

Yılmaz Güney’e dönelim. Hüseyin Tabak’a dönelim. Şimdi filmin en büyük zaafına geliyoruz. Ama bu zaafın kaynağında YKY’deki sorundan başka bir sorunla karşı karşıyayız. O örnekte bir bankanın halkla ilişkiler departmanı gibi çalışan bir yayınevi, burjuva düzeninin bir direği olmaktan kaynaklanan sansürü uyguluyor. Bu örnekte, postmodernist ideoloji yönetmenin elini bağlıyor. Görelim.

Filmin başında Hüseyin Tabak sinemada hocası olduğunu anladığımız Michael Haneke ile Yılmaz Güney üzerine yapacağı film hakkında konuşuyor. Haneke ona diyor ki: “Filmi yapmaya başlamadan önce Yılmaz Güney senin için ne anlam ifade ediyor, onu düşün, ona karar ver.”

Hüseyin Tabak bu soruyu, bu yanlış soruyu, ciddiye alıyor ve hep Yılmaz Güney’in kendisi için ne ifade ettiğini soruyor. Duvarlara panolar koymuş, üzerlerine Yılmaz Güney ile ilgili bilgileri kolaj halinde yapıştırıyor. Her görüştüğüne Yılmaz Güney’i soruyor. Ama biz filmin sonuna kadar Yılmaz Güney’in Hüseyin Tabak için ne ifade ettiğini sadece dolaylı olarak anlıyoruz. Söylemiyor. Yapıyor. Güzel sinema yapıyor. Sinema dili çok güzel. Sinemadan çıkarken nihayet anlıyoruz: Yılmaz Güney Hüseyin Tabak için güzel sinema, usta sinema dili, sinema duyarlılığı demek.

Buna itiraz etmek bizden uzak olsun. Nuri Bilge Ceylan’ın sinema dilindeki büyük duyarlılığa rağmen rahatlıkla söylenebilir ki, ölümünden 35 yıl sonra, bu ülkede, son otuz-kırk yıldır sinemanın teknik olanaklarındaki gelişmelerin etkisinden arındırdığınızda, Yılmaz Güney sinemasına eşit bir estetik ve hele hele politik ve sosyal düzeye erişmiş kimse yoktur. Keşke herkes Hüseyin Tabak gibi Yılmaz Güney’den esinlenip estetik bakımdan iyi sinema yapsa.

Ama yanlış bir soru doğru cevap getiremez. Haneke’nin sorusu yanlıştır, Hüseyin Tabak’ın o soru ile doğru cevaba ulaşması olanaksızdır. Ne Yılmaz Güney için, ne de dünya çapındaki herhangi bir sanatçı ve edebiyatçı için doğru soru, “o sana ne anlam ifade ediyor?” olamaz, olmamalıdır. Aynen maddi hayatın gelişmesinin nesnel bir anlamı olduğu gibi, edebiyat ve sanat tarihinin de nesnel bir değerlendirmesi mümkündür. Doğru olur, yanlış olur, ama nesnel olur. “Ayzenştayn’ı seviyor musun?” türev bir sorudur, esas soru “Ayzenştayn ve Pudovkin’in dünya sineması tarihindeki yeri nedir?” olmalıdır. “Jean-Paul Sartre sana ne çağrıştırıyor?” türev bir sorudur, esas soru “Sartre 20. yüzyılda Avrupa kültüründe neyi temsil ediyordu?” olmalıdır. “Nâzım Hikmet sana ne ifade ediyor?” yoksullaştırılmış bir sorudur? Doğru soru “Nâzım Hikmet’in Türkiye ve dünya açısından bir şair, bir Marksist aydın ve bir komünist militan olarak anlamı neydi?” olmalıdır.

Yılmaz Güney kimdi? Türkiye halklarına ne ifade ediyordu? Tarihteki yeri nedir? Haneke’nin, o duyarlı sinemacının, bir düşünür olarak eksikliğini ortaya koyarak sorduğu yanlış, öznel, indirgenmiş, türev sorunun yerine sorulması gereken sorular bunlardır.

Bu sorular sorulduğunda Hüseyin Tabak’ın filminde göremediğimiz bir Yılmaz Güney’i göreceğimize emin olabilirsiniz. Hüseyin Tabak, Michael Haneke’nin sorusundan o kadar büyülenmiş, kendi döneminin bilinciyle öylesine sınırlanmış ki, Yılmaz Güney’in kendi ağzından bize aktardığı sözleri kendi kulakları duymuyor. Diyor ki Yılmaz Güney: “Benim için servet ve şöhret halka hizmet yanında hiçbir şeydir.” Halkla bütünleşmeye adamış hayatını. Nasıl? Elbette Umut’u, Arkadaş’ı, Sürü’yü, Yol’u, Duvar’ı ve nicelerini yaparak. Ama sadece onlarla mı? Katiyen!

Daha 1970’li yılların başında 1971 kuşağı devrimcilerinin pratik olarak yanında yer alarak. (Bu olgu filmde zikrediliyor. Nasıl edilmesin? 1974 affına kadar hapiste kaldığı başka nasıl anlatılabilirdi ki?) 1970’li yıllarda Enver Hoca eksenli politikada belirli bir siyasi çizginin temsilcisi olarak. Türkiye solunun içinde kendine özgü (bizim katılmadığımız) bir yer tuttuğu için Güney dergisini yayınlayarak. 1981’de yurtdışına çıktıktan sonra her alanda bir yeniden yapılanma arayışı içinde illegal devrimci faaliyetine devam ederek.

İki saat yedi dakika az bir süre değil. Ama Hüseyin Tabak’ın filmini seyredenler Yılmaz Güney’in, aynen Nâzım Hikmet gibi, sadece devrimci bir sanatçı değil, aynı zamanda devrimin bir neferi olduğunu, hayatının önemli bir bölümünü yer altında da olsa devrimci örgütlenmeye hasrettiğini öğrenemeden çıktılar sinemadan.

Soruyoruz: Bu kadar büyük bir sanatçı, bu kadar usta bir sinemacı, bu kadar yaratıcı bir hikâye anlatıcı, saatlerini ve günlerini ve haftalarını ve aylarını ve yıllarını polisten gizlenerek, en zor koşullarda çok büyük riskler alarak, bir sanatçının yaratıcı dehasının hareketinden çok farklı isterleri olan bir alanda emek harcadıysa, bunun en azından sözünü etmek bir yönetmenin görevi değil midir? Michael Haneke çok iyi bir yönetmen, çok duyarlı bir sinemacı, hiç kuşku yok. Ama çağının Avrupa toplumunun bir ürünü. Düzenin rezilliklerine karşı susmayı görev bilen bir aydınlar kuşağından. Ayzenştayn değil, Sartre değil, Nâzım değil. O deli dolu, o kabına sığmayan, o isyankâr, o kendine zarar verecek kadar taşkın Yılmaz Güney hiç değil. Onun sorusuna kulak asıp Yılmaz’ın gizli hayatını neden saklıyorsunuz?

Bakın, postmodernizmin etkileri nerelere kadar sızıyor. Kimi sanatçı, çocukluğundan kalan nesneleri, oyuncaklarını, annesi ile babasının mektuplarını, bebeklik giysilerini vesaire alıyor, belirli bir düzenle bienale koyuyor, bu “sanat yapıtı” oluyor. Neden? Çünkü her şey öznel. Sanatçı öznel olmalı. Sonra iş sanattan felsefeye, bilime sıçrıyor. O alanlarda da öznel olmak gerekiyor. Hep “ben nasıl bakıyorum” üzerine bir şeyler söylemelidir insan. Sonunda “Yılmaz Güney sana ne ifade ediyor?” Sormak lazım: Neden Yılmaz Güney’in hayatının Hüseyin Tabak’a ne ifade ettiği, Yılmaz Güney’in hayatının Yılmaz Güney’e ne ifade ettiğinden daha önemli? Buradaki kibri görmemek mümkün mü? Postmodernizmin sanatçıya damardan zerk ettiği o kibri? “Benim çocukken giydiğim patikler önemlidir.” Neden? Çünkü benimdir.

Hüseyin Tabak kardeşimizin bu kibrin farkında olmadığına inanıyoruz. Filmde sık sık görünmesini bu kibre değil, içten bir sorgulamaya atfediyoruz. Ama Haneke’nin sorusunun peşine düşmemeliydi. Soru kibirli bir soru çünkü. Hüseyin Tabak değil.

Hüseyin Tabak Yılmaz Güney’in yazdıklarını neden fısıldayarak okuyor?

Hüseyin Tabak’ın o güzelim sinema dilinin bir veçhesi de yönetmenin belirli anlarda Yılmaz Güney’in yapıtlarından pasajlar okuması. Bu sahneler çok etkileyici. Yönetmen filmin içine girmiş, filmin konusu olan öteki dev yönetmenin sözünü bize aktarıyor, ama sanki merakımızı daha da çok kışkırtmak için, belki de Yılmaz Güney’in mesajının kimse tarafından tam anlaşılamamış olduğunu ima etmek için fısıldayarak okuyor bu pasajları. Duymuyorsunuz. Duymadığınız için de hayal gücünüzü serbest bırakıyorsunuz. Neler söylemiş olabilir Yılmaz Güney! Kulağınıza dünyayı altüst edebilecek sözcükler fısıldıyor. Onun dün söylediğini siz bugün bambaşka biçimlerde günümüz koşullarına uyarlayabilirsiniz.

Bunlar iyimser yorum. Hüseyin Tabak’ın zor duyulacak bir sesle fısıldamasının başka bir anlamı da olabilir. “Yılmaz Güney önemliydi” diyor olabilir yönetmenimiz, ama somut sözcükleriyle değil, tutumuyla. Dün, dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım.

Umuyoruz ki Hüseyin Tabak bunu demek istemedi. Çünkü dün konuşan insanın söyledikleri somut olarak bugün doğrudan bir geçerliliğe sahip olmasa da, dün, dünün koşulları geçerliyken o koşullar karşısında ne söylediği bilinmeden bugüne ışık tutulamaz.

Biz başka türlü anlamayı tercih ederiz. Nasıl? Hayatı büyük ölçüde illegal çalışma yaparak geçmiş devrimcileri tanıyanlar bilir. Neredeyse duyulamayan, söyledikleri sözcükler karşı tarafa belli belirsiz geçen bir fısıltı halinde konuşurlar. Neden? Polis duymasın diye.

Hüseyin Tabak da mutlaka bu yüzden duyulması zor bir fısıltıyla konuşmuştur. Çünkü Yılmaz Güney’in her sözü, her görüntüsü, her jesti ve mimiği tehlikelidir, yıkıcıdır, devrimcidir.