Türkiye halklarının 40 yıllık aşkı
En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!
Can Yücel, “Mare Nostrum”
Bundan tam 40 yıl önce Türkiye Cumhuriyeti devleti Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı idam sehpasına yollamıştı. Bedenlerini belki ortadan kaldırdılar. Ama aynı zamanda bu üç devrimciyi Türkiye halklarının sevgilisi yaptılar. Sırım gibi boyuyla, yakışıklı yüzüyle Deniz Türkiye’nin Che Guevara’sı oldu. Bu bize Hüseyin’in ve Yusuf’un ve nice başkalarının Deniz’le aynı davaya baş koymuş olduğunu unutturmamalı. Sinan Cemgil ve arkadaşlarının Deniz’lerle çok yakın bir tarihte Nurhak dağlarında çatışırken öldüklerini unutturmamalı. Mahir Çayan ve arkadaşlarının Deniz’leri kurtarmak için o tarihten sadece bir ay önce Kızıldere’de can verdiklerini unutturmamalı. Siyasi görüşleri farklı olsa da İbrahim Kaypakkaya’nın da aynen onlar gibi devrim için öldüğünü unutturmamalı. Deniz ve arkadaşları bugün büyük kentlerin varoşlarından ücra Kürt köylerine kadar yüceltiliyorsa, bu, bütün bir devrimci kuşağın Türkiye halkının kalbine yerleşmesidir.
Deniz Gezmiş kuşağı devrimcilerini kendilerinden önce varolan sosyalistlerden ayıran çok temel bir nokta vardı. 1921 yılında Mustafa Suphi ve arkadaşları burjuvazinin güçlerince katledildikten sonra Türkiye Komünist Partisi ve 1960’lı yıllarda sosyalistlerin büyük bölümünü bağrında toplayan Türkiye İşçi Partisi, Kemalist cumhuriyetin taraftarıydı. Yani apaçık bir ifade ile Türkiye topraklarında burjuva devletinin aldığı biçimi ortadan kaldırmak için harekete geçmek bir yana, bir stratejiye bile sahip değillerdi. Ufukları, biraz daha ilerici bir burjuva cumhuriyeti ile sınırlıydı. Kimi “zinde kuvvetler”e, sivil-asker aydınlara bakıyordu, kimi işçi ve köylülerin oyunu almaya. Ama hiç biri varolan rejimi daha ilerici kılma hedefinin ötesine geçemiyordu.
Deniz ve kuşağı, emperyalizmin müttefiki, burjuvazinin sınıf hâkimiyetinin organı olan Türkiye Cumhuriyeti devletine cepheden tavır aldılar. Burjuva devletine açık açık meydan okudular. Gerek “zinde kuvvetler” yaklaşımının sözde ilerici burjuva diktatörlüğü perspektifinden, gerekse işçi-köylü kitlelerin oylarıyla parlamentarist yoldan güç kazanma sevdasından koptular. Burjuvaziye meydan okudular. Bunun bedelini hayatlarıyla ödediler.
15-16 Haziran 1970 ile 6 Mayıs 1972 arasında uzanan iki yıldan bile kısa süre, gerek Türkiye devrimci hareketinin, gerekse işçi sınıfının son yarım yüzyıldır yaşadığı trajediyi tanımlayan kurucu bir andır. Bu zaman diliminde ortaya çıkan tablo, Deniz’lerin kahramanlığının ve devrimciliğinin nasıl elde olmayan nedenlerle yanlış kanallara aktığını, mücadelelerinin, yanlış bir strateji üzerinde yükseldiği için yenilgiye uğradığını ortaya koyar.
60’lı yılların ikinci yarısında gençlik hareketi şaşırtıcı derecede görkemli bir yükseliş gösterirken, buna paralel olarak, daha da sarsıcı bir süreç yaşanıyordu Türkiye’de: proletaryanın sınıf mücadelesi, düzeni korku içinde bırakacak bir tırmanma içine girmişti. 1960’lı yılların bütün grevleri, 1965 seçimlerinde TİP’in kazandığı başarı, devlet sendikası gibi kurulmuş Türk-İş’in içinden 1967 yılında DİSK gibi sınıf mücadeleci bir konfederasyonun doğuşu, hepsi bu muazzam faaliyetin ürünü idi. DİSK’in kapatılma tehdidi ile karşı karşıya kalmasına yol açan bir yasa değişikliğine karşı patlak veren 15-16 Haziran eylemleri, silahsız bir işçi sınıfı ayaklanmasıydı. Ne var ki, DİSK yönetimi burjuvazinin baskısı altında geri adım atacak, TİP önderliği ürkerek daha da parlamentarist bir doğrultuya girecek, TİP’e alternatif olarak çıkan ve gençliğin kalbini fethetmiş olan MDD hareketi ise “Türkiye’de işçi sınıfı mücadeleye öncülük edecek güçte değildir” dogmasına sarılmaya devam edecektir.
İşte büyük trajedi! İşçi sınıfı çağrısını yapmıştır, ama eski dönemin önderliği bu çağrıyı duymamıştır. Marx’ın dediği gibi “Ölü olan canlı olanı kıskıvrak yakalamış bırakmamaktadır.” Bu o kadar ileri gitmiştir ki, düzenin 15-16 Haziran’a yanıt olarak planladığı 12 Mart askeri müdahalesine en başta DİSK destek vermiştir!
Öndevrimci işaretler gösteren bir toplumda işçi sınıfının sendikal ve siyasi önderliği bu denli geri tavırlar sergilediğinde, en canlı, en heyecanlı unsurların kendi yollarını aramaya başlamaları doğaldır. Dünyada dönemin büyük kahramanları Fidel ve Che’dir (bir ölçüde de Mao ve Ho Şi Minh). Yerli önderliklerin dönemin ihtiyaçlarına yanıt verememeleri karşısında gençlik önderlerini uzak diyarlardan, başka koşullara sahip toplumlardan seçer. Batista Kübası gibi derme çatma bir devleti yıkan yöntemler, Osmanlı’nın varisi, ABD’nin komünizm karşısında doğu cephesi olan bir ülkede uygulanmaya çalışılır. Sonuç elbette yenilgi olacaktır.
Deniz’ler Kemalist cumhuriyetten kopmuşlar, ama proleter bir cumhuriyetin yoluna girememişlerdir. Proletaryayı kendileriyle birlikte Kemalist cumhuriyetten koparacak ve sosyalist devrimi işçi ve emekçilerin büyük gücüyle gerçekleştirecek bir işçi partisinin kuruluşuna girişmemişlerdir. Suç, henüz 20’li yaşlarının başlarında olan bu genç kahramanların değil, devrimciliğini Stalinizmin değirmeninde övütmüş olan eski kadrolarındır.
Deniz’ler şerefleriyle öldüler. Bu ülke topraklarına devrimci bir cüretin geleneğini bıraktılar. Bugün onların düşlerini gerçekleştirmenin yolu, Deniz’lerin ruhunu, işçi sınıfının öncü katmanlarını komünizm yolunda örgütlemekte seferber etmekten geçiyor.