Mülteciler: Avrupa halkları kardeşleşiyor, devletler düşmanlaşıyor

Suriye başta olmak üzere çeşitli ülkelerden akın akın Avrupa’ya yol alan göçmenler, son haftalarda Avrupa ülkelerinin bir numaralı gündemi haline gelmiş durumda. Aylan bebeğin kıyıya vuran bedeni, sosyalinden yazılısına, her türlü medya organı üzerinden hızla yayılarak, artık iyiden iyiye bir toplu mezara dönmüş olan Akdeniz’de hayatını kaybeden 50.000 göçmenin, geniş kitlelerin gözündeki simgesi haline geldi.  Bu zamana kadar sınırlarını göçmenlere kapatarak, bu insanlık dramının yaratılmasında temel bir rol oynamış olan Avrupa Birliği ise, hem kitlelerde yayılan derin hoşnutsuzluğu gidermek, hem gelen Suriyeli, Afgan ya da Libyalı emekçilerin ucuz emek-gücüyle yedek sanayi ordusunu sağlamlaştırmak hem de AB’nin amiri Almanya’nın Yunanistan’da bozulan itibarını toparlamak adına, büyük çekincelerle de olsa kapılarını göçmenlere açtı.

Her ikisi de son günlerde sınır kapılarında vize kontrollerine tekrar başlayacağını duyuran Almanya ve Avusturya başlangıçta göçmenlere yönelik olumlu bir tutum sergilediyse de, özellikle Doğu Avrupa’dan yükselen memnuniyetsiz sesler, gözlerin hızla Avrupa’daki göçmen karşıtlığına çevrilmesine yol açtı. Göçmen karşıtı bir siyaseti alevlendirmeye çalışan faşist ve proto-faşist gruplar birçok ülkede sahneye çıkarken, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Polonya gibi ülkelerin hükümetleri de Avrupa Birliği’nin belirlediği ve her ülkenin nüfusuna göre belli sayıda göçmen almasını öngören kotaları kabul etmediklerini açıkladılar. Polonya kendisine ayrılan yaklaşık 10.000 kişilik kota yerine 2.400, Macaristan ise kendine ayrılan yaklaşık 3.000 kişilik kota yerine 1.700 göçmeni ülkesine kabul edebileceğini belirtti. Belki de en öfkelendirici itirazı yapan Slovakya ise kendine ayrılan 1.500 kişilik kotayı kabul etmediğini ve yalnızca 200 Hristiyan’ı ülkesine kabul edeceğini duyurdu.  Tarihsel olarak mülteci ve göçmen akınlarına fazlasıyla alışkın bir ülke olan Fransa’da proto-faşist FN’nin lideri Marie Le Pen sınırların tamamen kapatılmasını önerirken, eski cumhurbaşkanı ve kısa süre önce aldığı yeni ismiyle Cumhuriyetçi Parti’nin lideri Sarkozy ise Fransa’ya gelen göçmenleri bir su kaçağına benzetti.

Avrupa’nın bu yüzü sıklıkla medyada arz-ı endam etse de halkların göçmen akını ile ilgili olarak takındığı tavır, faşist ve yabancı düşmanı burjuva siyasetçiler bir yana, göçmenlere ancak yarım ağızla bir “Hoş geldiniz” diyebilen tüm burjuva parti ve siyasetçileri de hızla geride bırakmış durumda. Göçmenlerin gelişi sırasında başta Almanya olmak üzere çeşitli ülkelerde onları karşılamak için toplanan binlerce insanın yanı sıra, çeşitli Avrupa şehirlerindeki meydanları dolduran on binler ,”Göçmenler hoş geldiniz” sloganını yükseltti. Strazburg’da 5 Eylül’de Kleber meydanını dolduran binlerce kişinin yarattığı etkiyle, hem Strazburg Belediye Başkanı Roland Ries kentin göçmenleri kabul edecek “dayanışma içindeki şehirler” arasına katılacağını duyurdu hem de Strazburg Üniversitesi, Suriyeli üniversite öğrencilerinin eğitimlerine devam edebilmesi için ücretsiz Fransızca hazırlık sınıfı ve ücretsiz konaklama imkânı sağlanacağını belirtti.

Danimarka’da ise, daha birkaç ay önce yapılan anketlerde halkın yalnızca yüzde 14’ü göçmenlerin ülkeye gelmesini onaylarken, göçmen akınının ülkeye ulaşması ile birlikte, bu oran birdenbire yüzde 54’e ulaştı. Danimarka halkı, göçmenleri sadece soyut bir hayırhahlıkla da değil, hem Kopenhag’daki 45.000 kişilik kitlesel eylemle,  hem de göçmenlerin geçtiği sınıra yakın bir bölgeden onları alıp, arabalarla gitmek istedikleri yere kadar götürüp sonra da yerleşmelerine yardımcı olarak karşıladı. Dahası tüm bunlar Rassmussen’in iktidardaki “Ventre” partisi hızla sağa kayıp göçmen karşıtı bir çizgiye doğru ilerlerken gerçekleşti. Göçmen karşıtı siyaseti örgütlemeye çalışan partiler hızla marjinalleşirken, göçmenlerle dayanışmak için kurulan gruplar tüm ülkeye hızla yayılıyor.

Şimdi sıra Avrupa işçi sınıfının, çeşitli ülkelerden göçen sınıf kardeşleriyle dayanışmak için gerekli mekanizmaları örgütlemesinde. Göçmenin zengininin zaten herhangi bir sıkıntısı yok, onların Avrupa’da yeni bir hayat kurmakta zorlanmayacakları da ortada. Göçmen işçilerin kaderi ise, ne ABD, Türkiye ve Körfez şeyhleriyle birlikte, Suriye İç Savaşı’nda çeşitli gerici ve tekfirci güçleri destekleyerek durumun bu hale gelmesinde doğrudan sorumlu olan AB gibi bir emperyalist güce, ne de kilisenin ya da futbol kulüplerinin merhametine bırakılabilir. Mısırlı bir milyarderin ada almak şeklindeki uçuk planlarının da derde deva olamayacağı apaçık ortada. Öyleyse bize düşen, dayanışma ağlarını hızla inşa ederek, hem işçi sınıfının milli kimlikler üzerinden bölünmesinin önüne geçmek hem de göç yollarındaki sınıf kardeşlerimize sahip çıkmak için hem Türkiye’de hem de Avrupa ülkelerinde harekete geçmektir.