Barış mı savaş mı?
Bugün AKP’nin yürüttüğü Kerkük açılımına ve emperyalizm yanlısı yayılmacı dış politikasına karşı çıkmak barışa karşı çıkmak değildir. Tam tersine barışı savunmanın biricik yoludur.
AKP hükümeti Türkiye’de bir barış ve çözüm sürecinin işlediğini söylüyor. Devrimci İşçi Partisi ise başından beri şöyle diyor: “Sermayenin ağzını sulandıran Kürt coğrafyasının büyük bölümü bugünkü Irak sınırları içinde olan zengin petrol ve doğalgaz yataklarına ulaşmaktır. Sermaye ve sermayenin çıkarlarını koruyan AKP hükümeti, bu coğrafyanın yeniden sömürgeleştirilmesini sağlayarak Ortadoğu’daki emperyalist paylaşım kavgasında yer kapma çabasındadır. Bunun anlamı barış adı altında Türkiye’nin bu sefer Kürtlere karşı değil ama Kürtlerle birlikte yeni savaşlara sürüklenmesidir. Irak’ta ve Suriye’de halen yaşananlar düşünüldüğünde sermayenin bu kanlı oyunu, 30 yıldır süren savaşın yarattığı yıkımın, ölümlerin ve acıların çok daha büyüklerini yaşatacaktır.” (DİP Bildirisi: Barışa ve siyasi çözüme evet! Tasfiyeye, başkanlık sistemine, ekonomik anayasaya, petrol kavgasına hayır! Newroz'da alanlara! 15 Mart 2013)
Bugün bu yalancı süreç halkın acılarına ipotek konarak sürdürülmek istenmektedir. Tüm eleştirileri savuşturmak üzere tek bir argüman benimsenmiştir. Önce kanı durduralım. Kanın durması her şeyden önemlidir. Kan dursa, duracak olsa itirazın gücü zayıflar elbette. Her zaman ısrarla vurguluyoruz. Barışın gelmesi en çok bu toprakların ezilen işçi ve emekçi çoğunluğunun çıkarlarınadır. Oysa daha önce de belirttiğimiz gibi AKP hükümetinin belirlediği, Türk tekelci sermayesinin ise bilinçli ve ısrarlı olarak desteklediği bu süreç barış getirmek bir yana daha fazla kan akmasına yol açacaktır.
Vaatleri, boş sözleri bir kenara bırakalım ve gerçeklere bakalım. 30 yıllık savaşın bilançosu ortadadır. 30 yılda resmi rakamlara göre 8 bini kamu görevlisi ve 22 bini PKK militanı, 5 bin 500 sivil olmak üzere 35 binin üzerinde insan yaşamını yitirmiştir. Bu tablo yıllardır Türk devleti tarafından çarpıtılarak şovenist propaganda için kullanılmıştır. Abdullah Öcalan’ın adı anıldığında 30 bin kişinin katili sıfatının yapıştırmasının nasıl bir psikolojik harekât olduğu ortadadır. Bu psikolojik harekât şimdi farklı bir biçim almıştır. 30 yıllık savaşın bilançosu hükümetin Kerkük açılımını desteklemeyenlerin karşısına bir tehdit unsuru olarak çıkarılmaktadır. Eğer süreci desteklemezseniz o acıları tekrar yaşarız deniyor. Oysa eski acıların tekrarını değil ama yeni ve daha büyük acıları yaşamaya başladık bile.
Barış ve çözümün dillendirildiği bir ortamda 30 yıldır süren savaşın en kanlı dönemlerinde bile görülmemiş büyüklükte bir katliam Reyhanlı’da yaşandı. Resmi rakamlara göre 52 kişi yerel kaynaklara göre çok daha fazla insanımız katledildi. 30 yıllık savaşın içinde 1992 yılı Newroz’unda devletin korucu, özel tim ve itirafçılarla kitle üzerine açtığı ateş sonucu resmi rakamlara göre 57 kişi, Kürt kaynaklarına göre 100’ün üzerinde insan katledilmişti. Bu bir istisnaydı. PKK’nin düzenlediği saldırılarda ise en fazla 30 dolayında insanın öldürüldüğü bir dizi eylem olmakla birlikte Reyhanlı büyüklüğünde bir katliam yaşanmamıştı.
30 yıllık savaşın bilançosu elbette ki ağırdır. Ancak bu savaş temelde siyasi olarak uslusal kurtuluş mücadelesi olarak tanımlanması gereken bir gerilla savaşı niteliğindedir. Bu tür bir gerilla savaşı, iç savaşlardan ve devletler arası savaşlardan farklıdır. Ortadoğu’daki örneklere baktığımızda, mesela 8 yıl süren İran-Irak savaşında 1,5 milyon asker ve sivil kaybı olmuştur. 10 yıl süren ABD’nin Irak işgali de yine 1 milyondan fazla insanın hayatına mal olmuştur. ABD işgalinin geride bıraktığı Irak’ta her ay ortalama 1.500 sivil hayatını kaybetmeye devam ediyor. Irak’ta ne yazık ki sıradanlaşan Reyhanlı benzeri olaylar artık basında bile yer almamaya başladı. Reyhanlı katliamının yanı sıra, Suriye savaşında yalnızca yılbaşından bu yana 10 bin kişi öldü ve BM rakamlarına göre toplam ölü sayısı 80 bini aşmış durumda.
Şimdi bu rakamları Türkiye’de 30 yıl süren savaşla karşılaştıran herkes durup düşünecektir. AKP hükümeti bir yandan PKK’nin sınır dışına çekilmesini sağlarken diğer yandan, lojistik, mali ve askeri olarak iç savaşın rejim karşıtı tarafını açıkça desteklemekte, kendi sınır bölgelerinde kurulan kamplarda bu güçlere silahlı eğitim yaptırmakta, Suriye’deki Kürt hareketini muhaliflerle ittifak kurmaya teşvik etmektedir. Nihayet Türkiye’nin boylu boyunca müdahil olduğu iç savaş Reyhanlı’ya sıçramış ve resmen 52, yerel kaynaklara göre yüze yakın insanın katledilmesine neden olmuştur. Türkiye’nin Kerkük üzerinde oynamaya çalıştığı oyunlar ve bu bölgede uyguladığı yayılmacı politika da aynı şekilde Irak’taki savaşı başta Kürt coğrafyası olmak üzere yine Türkiye sınırlarının içine taşıyacaktır.
Bu tabloya barış süreci adını takmak halkları kandırmak demektir. AKP hükümeti, Türk tekelci sermayesinin gözünü kan bürümüş çıkarcılığını gizlemek için bu tür bir psikolojik harekât yürütmektedir. Tekrar ve bir kez daha vurguluyoruz barış süreci diye bir süreç yoktur. Olsa olsa, yeni cepheler açmaya çalışan Türkiye egemen sınıfları Kürt cephesini kontrol altında tutmak ve mümkünse Kürt hareketini yeni cephelerde kendisiyle birlikte savaşmaya ikna etmek istemektedir. Bu açıdan bakıldığında, I. Dünya Savaşı’nın, yani emperyalist bir paylaşım savaşının cephesi olan, başında Alman komutanların bulunduğu Çanakkale savaşının Türk ve Kürtlerin birlikteliğine örnek olarak öne çıkarılmasında barışçıl bir niyet aranması safdilliktir. Ne yazık ki, Kürt hareketinin belirleyici unsurları ve ona iltihak etmiş sol hareketler de tüm bu gerçekler ortadayken yaşanan sürece barış süreci diyerek AKP’nin halkı kandırmasına filen destek olmaktadır.
Bugün AKP’nin yürüttüğü Kerkük açılımına ve emperyalizm yanlısı yayılmacı dış politikasına karşı çıkmak barışa karşı çıkmak değildir. Tam tersine barışı savunmanın biricik yoludur.