Tekel mücadelesi: hayati bir dönemeç (Sungur Savran - 20-01-2010)
İlk bakışta neredeyse anlaşılmaz gibi görünen bu tablo, aslında bir dizi temel çelişkinin kavranması ile son derece berrak hale gelir. Türkiye, bir süredir üç büyük savaşın etkisi altında kıvranmaktadır: bütün bölgeyi saran emperyalist sürekli savaş, Kürt sorunundan doğan savaş ve burjuvazinin politik iç savaşı. Üstelik bu savaşların her biri ötekileri etkilemekte ve böylece ortaya bir kördüğüm çıkmaktadır. Bu savaşların ilerici bir çözüme açılması, Türkiye'nin bugünkü güç dengeleri içinde mümkün değildir. Ülke hızla bir uçurumun eşiğine doğru sürükleniyor.
Politik iç savaştan düpedüz iç savaşa mı?
Son günlerde, MHP'nin sözcülerinden düzenin mutemet köşe yazarlarına ve solun bazı kesimlerine kadar herkes, bir "iç savaş"tan, bir "kurumlar arası savaş"tan söz etmeye başladı. Nasıl etmesinler ki? Son bir-iki ay içinde neler neler oldu! MİT görevlilerinin Erzincan'da polise silah çekmesine ramak kaldığı basına yansıdı. Genelkurmay'dan askeri personele, polise karşı silah kullanılmaması yönünde talimat verildiğine dair basına haber sızdı. Hakimlere, savcılara, mafya araştırması dolayısıyla değil, TSK belgelerini araştırdıkları için kurşun gönderildi. Meclis komisyonu polise ve MİT'e ağır silah ithal etme yetkisini veren yasal düzenlemeyi TSK'nın itirazlarına rağmen kabul etti. Genelkurmay Başkanı, (hem de Trabzon'da!) bir fırkateynden herkesi tehdid etti, "konuştuğum yere dikkat edin" anlamında sözler söyledi. Bütün bu olayların en yüzeysel gözlemciye bile "iç savaş" fikrini çağrıştırmaması mümkün mü?
Olan biteni doğru anlamak gerekiyor. Türkiye hızla burjuvazinin ekonomik ve politik iç savaşının bir askeri iç savaş haline gelmesine doğru evriliyor. Burjuvazinin iki fraksiyonu, Batıcı-laik burjuvazi ile yükselen İslamcı burjuvazi arasındaki ekonomik paylaşım savaşı, bugüne kadar hükümet ile TSK kampları arasında bir savaş olarak seyrederken, şimdi burjuva düzeninin silahlı güçleri arasında bir savaşa dönüşmüş durumda: Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), polis ve MİT birbirine girdi. Yargı da orta yerinden bölündü. Bu gerilim, her an bir patlama ile sonuçlanabilir. Ve bu patlamanın ilerici bir tarzda sonuçlanması mümkün değildir.
Musul-Kerkük açılımı krizde
Yaz aylarından itibaren ilerici, demokrat, sosyalist çevrelerde büyük umut yaratan "açılım" süreci, bugün derin bir kriz içinde. Bunun nedenini anlayabilmek için "açılım" adıyla anılan sürecin kendisinin doğasını doğru kavramak gerekiyor. AKP hükümetinin TSK desteğiyle yürütülen "açılım" politikası, esas olarak Türkiye Kürtlerine değil, Irak Kürtlerine, daha yalın biçimde söyleyecek olursak Barzani yönetimine bir açılımdır. ABD'nin Irak'tan çekilmesi bağlamında Kuzey Irak'taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Musul-Kerkük hayalleri hiçbir zaman dinmemiş olan Türkiye burjuvazisinin himayesine verilmektedir. Başbakan Erdoğan geçenlerde Türk lirasının Kuzey Irak'ta hızla "rezerv para" haline gelmekte olduğunu ileri sürdü. Uygundur. Türkiye burjuvazisi ve devleti, ABD'nin himmetiyle, Barzani politikasını değiştirmiştir, bu bölgeyi ekonomik, politik ve askeri olarak himayesine almaya yönelmiştir.
Türkiye'de "açılım" diye anılan süreç bu yeni yönelişin türevidir. Amacı, Türkiye ile Barzani arasında kurulmakta olan bu yeni ilişki önünde, Kürt savaşının bir engel olarak yükselmesini önlemektir. Daha açık şekilde söylenecek olursa, "açılım"ın Türkiye içindeki ayağının amacı, Kürt sorununu değil Kürt hareketini çözmektir. Bunun için de bir dizi yöntemle, Türkiye'nin Kürtleri AKP saflarına, AKP olmazsa Barzani saflarına kazanılmak istenmektedir. "Açılım" sürecinin bugün içine girdiği krizin kilometre taşlarını incelemeye yerimiz yok. Ama sonuç şudur: "Açılım" Kürt halkı Barzanicileşmeyi reddettiği için krize girmiştir.
Peki şimdi ne olacak? İşte size ikinci bir patlayıcı çelişki! Bu çelişkinin ardında yatan üçüncü büyük savaş tehdidi ise Türkiye'nin başının üstünde bir Damokles kılıcı gibi asılıdır. ABD sürekli savaş politikasında Türkiye'yi her türlü yoldan kullanmak istiyor. Türkiye burjuvazisi ve devleti de (Kürt sorununda iki taraf arasındaki çelişki aşılabildiği ölçüde) buna hazır. Bu, bugün Afganistan için "muharip güç" talebi biçimini alıyor, yarın Bağdat'ta Türk askeri talebi olabilir, öbürgün İran'la çatışma talebi. İşte üçüncü savaşın belaları!
Kurtulacak bulunur bahtı kara maderini!
Türkiye'yi kıvrandıran bütün bu çelişkiler içinde halk kitleleri uyuyor mu? Onlarca yıldır işçi ve emekçilerin bütün kazanımlarına ve geleceklerine yöneltilen neoliberal taarruzdan sonra son bir yılın ekonomik krizi emekgücünü satarak yaşayan herkesi bu kadar sarsmışken herkes köşesine çekilmiş oturuyor mu? Tabii ki, hayır! Kürtlerin sözünü bile etmeyelim. Onlar zaten yıllardır yorulmadan, usanmadan mücadele ediyorlar. Ama ya ötekiler?
Maalesef onlar da mücadele ediyorlar. İzmir ve Bigadiç'te Kürtlere, Edirne'de ve Erzincan'da demokratik hakları savunanlara, Manisa Selendi'de Romanlara karşı linç girişimleriyle mücadele ediyorlar! Bütün bu olayların, daha önce yaşananların ve böyle giderse gelecekte mutlaka yaşanacak olan daha vahim örneklerinin ardında, Türkiye toplumuna zerkedilen milliyetçi ve ulusalcı zehrin kuşkusuz etkisi var. Ama aynı zamanda bu saldırgan insanların arasında son bir yıl boyunca işini yitirmiş bir milyona yakın insanın, kredi kartı borcunu ödeyemez duruma düşmüş bir milyonu aşkın insanın, her an işini yitirme tehlikesiyle yaşayanların, dükkânını kapatmak zorunda kalan on binlerce esnafın ve bütün bu insanların çocuklarının da olduğunu unutmamak gerekiyor. Ezilenler ekonomik yoksunluğa karşı sınıf mücadelesiyle haklarını savunamazsa, bir günah keçisi bulacaklardır. Bakın, İtalya'da, tam da Selendi'den Romanların sürülmesiyle aynı günlerde, Güney'de Calabria'nın bir kasabasında göçmen işçiler nasıl aynı şekilde İtalyan yoksulların ve polisin saldırıları ertesinde sürüldüler.
Türkiye'nin uçuruma doğru bu gidişini durdurmanın yolu Türkiye'nin kimyasını değiştirmekten geçiyor. Bütün bu mücadelelere sınıf mücadelesini eklemekten geçiyor. Sınıf mücadelesi, Türk işçi ve emekçileri Kürtlere ve Romanlara saldırmak yerine gerçek suçluya, kendilerini işsiz ve aşsız bırakan kapitalist sistemle mücadeleye yöneltecektir. Bugün işçi sınıfının tamamen gerici ideolojilerin etkisi altında olduğunu söylemek bizim iddiamızı çürütmez, güçlendirir! Onları bu gerici ideolojilerden kurtaracak olan tam da sınıf mücadelesidir. Mücadele eden ve hükümetin baskısıyla, devletin polisiyle, burjuvazinin medyasıyla karşı karşıya gelen insanın bilinci değişir. Toplumun çelişkilerini farklı biçimde algılamaya, hiddetini gerçek davalara yöneltmeye başlar.
Bugün sınıf mücadelesinin yükseltilmesi için altın değerinde bir olanak doğmuş bulunuyor. Bu ülkenin 21 ilinden kopup Ankara'ya gelmiş olan 12 bin Tekel işçisi aileleriyle birlikte kahramanca mücadele ediyor. Bu mücadele bütün toplumun sempatisini kazanmış durumda. Üstelik, 25 Kasım kamu emekçileri grevinin, bunun ardından demiryolu çalışanlarının verdiği mücadelenin hemen üstüne geliyor. Tekel mücadelesi, sadece on binlerce insanın geleceğini ilgilendirdiği için önemli değil. Çok daha büyük önemi, sınıf mücadelesinin genelleştirilmesi açısından bir kapı açmasında.
Öyleyse hepimiz bir olup sendikaları, en başta da Türk-İş yönetimini göreve çağıralım. Haydi durmayın, yarın sendikanıza, meslek odanıza, hangi örgütte çalışıyorsanız oraya gidin ve Türkiye'nin ekmek gibi, su gibi, hava gibi bir genel greve ihtiyacı olduğunu haykırın! Kördüğümün çözülmesine siz de katkıda bulunun!