Marx'ın hayaletleri ve Türkiye (Fuat Keyman (Radikal2, 25.05.08) - 01-07-2008)
Ünlü Fransız düşünür Jacques Derrida, Marx’ın Hayaletleri (Specters of Marx, Routledge, 2006) adlı çalışmasında, Marx’ın kapitalizm ve modern toplum çözümlemesinin bugünün dünyasını ve sorunlarını hem anlamamız hem de değiştirmemiz için çok önemli bir kaynak olduğunu önerir. Bugünün dünyasını anlama ve değiştirme üzerine yaptığımız çözümlemelerin ve tartışmaların içinde her zaman Marx’ın hayaletleriyle karşılaşırız. Marx’ın hayaletleri bize bugünü eleştirme ve yeniden yapılama olanağını veren ikazları sunar. Marx’ın hayaletleri bu ikazlarıyla da bize Marx’a olan borcumuzu sürekli hatırlatır. Bu ikazlar çok katmanlıdır; (a) dünyaya bakışımızı belirleyen temel felsefi ilkenin “doğruyu bulma” değil, aksine “adaletli olanı yaratma” çabası olması (b) tarihin gelişimine salt “ilerleme temelinde” değil, aynı zamanda “emek-üretim-özgürlük ve insani kalkınma temelinde” de bakmak, ve (c) “eşitsizlik, yoksulluk ve yoksunluk yaratıcı ve farklı kimlikleri dışlayıcı yönetim mekanizmaları”na karşı mücadele etmek. Bu çokkatmanlı ikazları birbirleriyle bağlayan ortak paydaysa, yöntemsel düzeyde, eleştirel ve tarihsel bir bakış açısıyla dünyayı sadece anlama değil, eşzamanlı olarak değiştirme çabasıdır. Ve böylece “başka bir dünya olanaklıdır” isteği ve düşüncesini gerçekliğe dönüştürme girişimidir.
Demokratik/özgürlükçü sol
Benim, gerek akademik, gerek kamusal entelektüel, gerekse de politik düzeylerde hem dünyaya hem de Türkiye’ye bakışımı içeren çalışmalarım içinde, her zaman Marx’a olan borcumu ödeme çabam vardır. Tarihsel ve eleştirel yöntemle Türkiye’yi anlamak ve değiştirmek ve “başka, adaletli ve demokratik bir Türkiye olanaklıdır” düşüncesini yaşama geçirmek, akademik çalışmalarımın, kamusal yazılarımın, söyleşilerimin ve düşüncelerinin ortak paydası oldu. Sungur Savran’a, Radikal İki’de yayımlanan (11 Mayıs 2008) ve Türkiye’de Marksizm tartışmasını yeniden canlandırma girişimi olarak okuduğum eleştirel yazısı için teşekkür ederim. Her ne kadar Savran’ın yazısına egemen olan, “biz Marksitler” dilinin ve “ben doğruyum-siz yanlışsınız” anlayışının ve aynı zamanda da, 2007 genel seçimlerinde ortaya çıkan ve benim de desteklediğim sol bağımsız adaylar girişimi içinde aldığı “oylar az olsun ama benim olsun” temelindeki siyasi tercihinin, Marx’ın hayaletlerinden etkilenme derecesi üzerinde ciddi kuşkularım olsa da, kendisinin Marksizm eksenli tartışma çağrısını anlamlı buluyorum. O nedenle de, ortaya konan, liberal-sol, AKP ve AB konularındaki soruları ve eleştirileri, bir “özeleştiri” ya da “ben haklıyım” gibi niyetler içermeden yanıtlamaya çalışacağım. Türkiye’yi anlamak ve değiştirmek, şüphesiz ki, ne serbest pazar (liberal) ve sosyal adalet (sol) eklemlenmesiyle ne de bu eklemlemeyi simgeleyen liberal-sol anlayışla gerçeklik kazanabilir. Ama bu noktada durup “liberalizm” tartışması yapmamız gerekir. Liberalizm acaba sadece serbest pazar+birey eşitliği midir? Bir dereceye kadar evet, ama sadece bir tür liberalizm için. Benim akademik çalışmalarımı ve siyasal konumumu geliştirmemde Marx’a borcum çoktur. Ama, kendisinden çok öğrendiğim ve bir o kadar da etkilendiğim siyasal bir kuram da siyasal liberalizm oldu. Siyasal liberalizm, Immanuel Kant ve onun öğretisinde bugünün modern toplumları üzerine çok önemli çalışmalar üretmiş Jurgen Habermas, John Rawls, Ronald Dworkin ve Seyla Benhabib gibi neo-Kantian felsefecilerin ortaya koyduğu bir toplumu anlama ve demokratik temelde yönetme anlayışıdır. Diğer bir deyişle, “başka bir dünya ve Türkiye olanaklıdır” önermesinin içini dolduran önemli bir referans da siyasal liberalizm ve bu siyasal kuramın ürettiği, “insan hakları ve özgürlükleri”, “demokratik hukuk devleti”, “sürekli barış ve insani güvenlik”, “hakkaniyet olarak adalet” ve “katılımcı ve müzakereci demokrasinin bir rejim ve kültür olarak devlet-toplum/birey ilişkilerinde derinleşmesi ve yerleşikleşmesi” vb. ilkelerdir. Bu nedenle, demokratik, adaletçi ve özgürlükçü bir sol anlayışın siyasal liberalizmden öğreneceği çok şey vardır. Böyle bir anlayış, siyasal liberalizmin ilklerinden beslenir, emekten, sosyal adaletten ve örgütlü toplumdan yana tavır alırken, kendi içine siyasal liberalizmin ilklerini kattığı ölçüde de güçlenir.
Türkiye’nin, Marx’ın hayaletleri kadar siyasal liberal ilkelere de gereksinimi vardır ve bu iki siyasi söylem, kuram ve konum birbirleriyle eklemlenebilir ve bu eklemlenme Türkiye’nin iyi, adaletli ve demokratik yönetiminin normatif ve kuramsal temelini oluşturabilir. Ben bu eklemlenmeyi, “demokratik, özgürlükçü sol” olarak adlandırıyorum. Liberal-sol ancak bu temelde anlaşıldığı zaman anlamlı olabilir. Savran’ın liberal-sol tanımlaması da, bu anlamda, serbest pazar-adalet temelinde bir tanımlama olduğu için, benim akademik ve siyasal görüşümü nitelemede geçersiz bir tanımlamadır (yazılarını okumam temelinde, Ahmet İnsel ve Baskın Oran için de bu tanımlamanın geçersiz olduğunu düşünüyorum).
Türkiye’nin turunculaşması
Marx’ın hayaletlerinin gezindiği çok önemli bir alan da, Türkiye’nin 1980’lerden, ama özellikle 1990’lardan bugüne yaşadığı dönüşüm süreci ve bu sürece damgasını vuran gelişimlerin ve aktörlerin başında gelen “İslami kimliğin siyasallaşması ve AKP”dir. 1994’te Refah Partisi’nin İstanbul ve Ankara gibi büyük metropoller dahil yerel seçimleri kazanmasıyla başlayan, 2002’de AKP’nin çoğunluk hükümeti kurmasıyla önemli bir hamle yapan ve bu hamlesini 2004 yerel seçimlerinde ve 2007 genel seçimlerinde oylarını yükselterek devam ettiren İslami kimliğin siyasallaşma süreci, içerdiği ekonomik ve kültürel boyutlarıyla Türkiye’nin dönüşüm olgusuna damgasını vurdu. Bu süreç içinde hem İslami kimlik kendi içinde dönüştü hem de Türkiye’nin dönüşümünün çok önemli bir kurucu boyutunu oluşturdu. Ve bu süreç içinde de, Türkiye giderek turunculaştı. İster AKP kapatılsın, ister devam etsin, bu süreç devam edecek ve Türkiye yaşayacağı yerel ve genel seçimler içinde giderek daha da turunculaşacaktır. Tarihsel ve eleştirel bir yöntemle, bu süreci ve AKP olgusunu hem anlamalıyız hem de değişimi iteleyerek başka, adaletli ve demokrat bir Türkiye vizyonunu yaşama geçirmeye çalışmalıyız.
Modernleşmenin yeniden inşası
Tam da bu noktada, Marx’tan öğreneceğimiz çok önemli bir ders var: İslami kimliğin siyasallaşma süreci ve AKP, Türkiye modernleşmesinin muhafazakâr değerler içinde hegemonik bir yeniden inşası girişimidir. Bu hegemonya, 1990’ların ikinci yarısından itibaren, İslami kimliğin siyasallaşması sürecinin, küreselleşmeye açık ve serbest pazar değerleriyle dinsel/geleneksel değerlerin eklemlenmesini simgeleyen Güney Asya ekonomik büyüme modelinden öğrenerek değişimiyle başladı, AKP’nin yaratılmasıyla ivme kazandı ve bugüne kadar “muhafazakâr-liberal sentez” olarak devam etti. Bu hegemonyanın kurulmasında, hem Türkiye-AB ilişkileri hem de Türkiye’nin 11 Eylül sonrası dünyada giderek artan önemi, “etkili dış politika çapaları” olarak işlev gördü. Bu hegemonyanın yumuşak karınları ise, “emek, kadın, çevre ve araçsallaştırılmış demokrasi anlayışı” oldu. AKP’nin bugün yaşadığı sorunlar da, bu eksende oluşmuş sorunlardır.
Demokrasinin derinleşmesi
Bu nedenle de, tarihsel ve eleştirel bir yöntemle AKP’yi anlamak girişimi, İslami kimliğin siyasallaşma sürecinin ürettiği “muhafazakâr modernleşme-temelli hegemonik Türkiye vizyonu”na alternatif olacak bir “adaletli, laik ve demokratik Türkiye vizyonu” kurmanın önkoşuludur. Demokratik özgürlükçü sol yaklaşım kendisine “üretim-kimlik-çevre ilişkisini” öncül alarak ve bu ilişkiyi “sürdürülebilir ekonomik kalkınma- demokrasinin derinleşmesi ve insani güvenlik eksenine” yerleştirerek, bu vizyonu kurabilir ve bunu yaparken de, Marx’tan ve siyasal liberal ilkelerden öğrenir. Bu konuda çok yazdığım için kısaca söyleyeyim, Türkiye-AB ilişkileri de, bu girişimin başarıya ulaşmasının belirleyici unsuru değil, ama “önemli ve etkili bir çapası”dır.
Evet, dünyada ve Avrupa’da olduğu gibi, Türkiye’de Marx’ın hayaletleri geziniyor ve bize Türkiye’nin turunculaşmasına alternatif siyasi vizyonun demokratik, özgürlükçü bir sol anlayışla olanak kazanabileceğini söylüyor. Başka bir Türkiye olanaklı. Bu olanağın Savran’ın Marksizm anlayışı ve seçim stratejileriyle gerçekleşmesi çok şüpheli. Ama bu olanağın başarıyla yaşama geçirilmesinin Marx’a ve siyasal liberal ilkelere çok şey borçlu olacağıysa şüphe götürmez.