Nerede bu işçi sınıfı diyenlere Bursa’dan dersler

Yıllardır hükümetlerden akademisyenlere, burjuvazinin çeşitli sözcülerinden hep aynı lafları işittik: “İşyerine güvence olmadan iş güvencesi olmaz”. Bu görüşün bir safsata olduğu son aylarda başta otomotiv işçileri olmak üzere metal sektörünün mücadeleci işçileri tarafından bir kez daha kanıtlandı. Türkiye’de otomotiv sektörünün önemli bir üretim üssü olarak yüksek kârlar elde ettiğini gerek firmaların verileri, gerekse de yöneticilerinin açıklamaları gösteriyor. Peki, işyeri “güvencede” iken otomotiv işçileri neden ayaklanıyorlar? Amerika’da sendikal mücadelede yaygın olan “whipsawing” diye bir deyim vardır. Türkçeye “aba altından sopa göstermek” diye çevirebiliriz. İşte 12 Eylül’ün işçi sınıfı üzerinde kurduğu baskı rejiminin bir ürünü olan Türk-Metal, patronları adına aba altından sopa göstererek düşük ücretleri, uzun çalışma saatlerini ve ağır çalışma koşullarını işçilere dayatarak, onların artan sömürüsüne aktarma kayışı olmuştur da onun için ayaklanıyorlar. İşten atılma tehdidi altında, işçiler örgütlendikleri Türk-Metal sendikasına isyan ediyorlar, kendi seçtikleri temsilcilerle toplu sözleşmede söz sahibi olmak, olamıyorlarsa başka bir sendikada örgütlenme haklarını kullanmak istiyorlar.  

Peki, metal sektörünün diğer bazı kesimlerine de yayılan otomotiv işçilerinin bu isyanından hangi dersleri çıkarmamız gerekir? 1- İşçiler üretimden gelen güçlerini (toplu iş bırakma, grev, fabrika işgali vb.) kullanmadıkça ve yönetimde söz sahibi olmadıkça “önce işyerine güvence” söyleminin içinin boş olduğu; 2- Büyük sanayi ve mavi yakalı işçilerin önem ve gücünü yitirdiğini ileri süren ve solda bazı kesimlerde de yaygın olan iddianın doğru olmadığı (gerek sektörün Türkiye ekonomisi içindeki ağırlığı gerekse de Bursa’daki işçi mücadelelerinin diğer illerdeki ve sektörlerdeki işçileri de etkilemesi nedeniyle), 3- Milliyetçi-muhafazakâr söylemin etkisinde itaat ve tevekküle yatkın oldukları ileri sürülen işçilerin mücadele ettiklerinde ve örgütlenebildiklerinde bu “kültürel” hegemonyayı pekala kırabilecekleri. Özetle; Bursa’dakiler başta olmak üzere, mücadeleci otomotiv işçileri şu son bir ayki deneyimleriyle MESS’le, patronlarla ve Türk-Metal’le hesaplaşmayı göze almışlardır. Yıllardır üzerlerinde uygulanan her tür denetim mekanizmasına -grev yasakları, işbirlikçi sendika yönetimleri, milliyetçi-muhafazakâr söylemler ve hepsinden önemlisi işten çıkarılma tehdidi- boyun eğmeyebileceklerini kanıtlamışlardır.  

Ancak bir ders daha var ki, o da işçi hareketi içinde mücadele eden bütün unsurlar açısından önümüzde duran önemli bir göreve işaret etmektedir. Hatırlayalım: Renault’nun patronu işçilerin işi bırakarak, daha fazla ücret ve sendika seçim hakkı talepleri karşısında hemen üretimi başka bir ülkeye kaydırma tehdidini savurdu. Son 25 yıldır uluslararası otomotiv şirketleri üretimi kaydırma tehdidi altında işçileri hem aynı ülkenin hem de başka ülkelerin işçileriyle kıran kırana rekabete soktular. Sloganları şuydu: Daha çok çalış, zam isteme, işini kaybetme! Türkiye’nin o dönem “Avrupa’nın Meksikası” diye adlandırılarak otomotivde üretim üssü seçilmesinin nedeni de bu rekabetin bir sonucu olarak, Türk burjuvazisinin uluslararası burjuvaziye Türkiye’deki işçilerden daha fazla sömürü elde etmeyi taahhüt etmiş olmasıydı. Çünkü Türk işçisi daha uzun süre daha ucuza ve sıfıra yakın devamsızlıkla çalışırdı! Patronlar bu gerekçeyi, her defasında sefalet ücretleriyle çalışma ve işyerini koruma bahanesiyle her ülkenin işçisinin karşısına dikmeye devam ediyorlar. Bu bakımdan işçilerin, patronların üretimi kaydırma tehdidi karşısında güçlü olabilmelerinin önemli bir koşulu, sendikal mücadelede milliyetçi temelde işyeri güvencesine değil de, sınıfsal temelde iş güvencesine öncelik vermekten, bu doğrultuda Türk işçisiyle Kürt işçisini, Güney Koreli işçiyle Alman işçiyi dayanışma içinde mücadeleye sevk edecek sendikal örgütlenme adımları atmaktan geçiyor.

Bu yazı Gerçek gazetesinin Haziran 2015 tarihli 68. sayısında yayınlanmıştır.