Soma dersleri
Soma katliamı bir yandan yüreğimizi dağlarken, bir yandan da bütün acı olaylar gibi hepimize, genel olarak topluma, işçi sınıfına, aydınlara, sosyalistlere, çapulculara ve biz Marksistlere çok büyük dersler verdi. Soma’ya gözünü açmayan, kulağını vermeyen, ondan öğrenmeyen, ya iflah olmaz derecede düzene bağlanmıştır ya da esrarkeşler gibi kendi hayal dünyası içinde kaybolup gitmeyi tercih ediyor demektir. Soma, derstir. Bu dersi, bu dersleri almak istemeyeni kimse dinlememeli, kimse ona toplumsal mücadelelerin saflarında birönem atfetmemelidir. Soma’yı görmezlikten gelen, kasıtla ya da ihmal yoluyla düzenin yanında yer almayı seçmiş demektir. Soma toplumumuzun hakikatinin en özlü ifadesidir.
Soma’nın dersleri çok sayıdadır. Biz bunları genel ve uzun vadeli olandan daha somut ve yakın döneme ait olana belirli bir sırayla ele alacağız.
Neoliberalizme reddiye
Soma, her şeyden önce, Türkiye’de ve dünyada 1970’li yılların sonundan bu yana hâkimiyetini sürdüren bir ideolojik iklimin güçlü duvarlarında ağır çatlaklar yaratmıştır. Türkiye’ye 1979’da TÜSİAD’ın Ecevit’e karşı başlattığı gazete ilanları kampanyası ile giren, ilk resmi atılımını 24 Ocak 1980 kararlarıyla yapan, 12 Eylül askeri rejiminin ve onu izleyen bütün hükümetlerin resmi ekonomi politikası stratejisini oluşturan neoliberalizm, bütün toplum üzerinde ağır bir ideolojik hâkimiyet kurmuştu. Özel mülkiyet ve girişim, “serbest” piyasa, rekabet, esneklik, fiyat sistemi, küreselleşme, bütün bunlar toplumun mutlu bir geleceğe doğru yolculuğunda vazgeçilmez unsurlar olarak sunuluyor ve kabul görüyordu. Bu kabul işçi sınıfı saflarında da geçerliydi. Halk kamu sektörü ve kamu hizmetleri için “vereceksin Koç’a, Sabancı’ya, bak nasıl tıkır tıkır işliyor” deyip duruyordu. Kamu mülkiyetini, piyasaya devlet müdahalesini, hele hele planlamayı savunmak dinozorluktu.
Soma bu ideolojik hâkimiyetin yerle bir edilmesi için gerekli unsurları vermiştir. Resmi sayılarla bile 300’ü aşkın sayıda madencinin katledilmesinde asıl rolü özelleştirmenin, taşeron sisteminin patlamalı bir gelişme göstermesine, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin yerlerde sürünmesine yol açan esnekliğin, piyasa rekabeti dolayısıyla maliyet baskısının oynadığını büyük çoğunluk kavramış bulunuyor. En çok da işçi sınıfı hissetmiştir bunu. Şimdi bu bilincin yerleşmesi, bir sınıf bilincine dönüşmesi, düzene karşı mücadelede örgütlenmesi için sınıfın bilinçli öncü unsuruna büyük görev düşüyor. Soma, Türkiye’de sermayenin neoliberal taarruzu dalgasının geri çevrilmesine yol açacak bir dönüm noktası olabilir. Şayet yeterli örgütlü çaba ortaya konulabilirse.
Postmodernizmin inkârı
1979’dan itibaren Britanya’da başbakan Margaret Thatcher ile, 1981’den itibaren ise ABD’de başkan Ronald Reagan ile ilk kez uygulamaya konulan ve bu iki ülkeden yola çıkarak adım adım dünyayı fetheden neoliberal saldırı, modern tarihte burjuvazinin uluslararası planda işçi sınıfına yönelttiği en büyük ve uzun soluklu ekonomik saldırı oldu. (Modern tarihin politik açıdan en büyük taarruzunun 30’lu yılların faşist vebası olduğu kuşku götürmez. Ama bu kez ekonomik plandaki saldırı, tarihte eşi görülmemiş bir derinlik taşıyor.) Bu yıl neoliberalizmin iktidara gelişinin 35 yılı doldu. Bu süre içinde bazı ülke ve kıtalarda geri düşüşlere uğradı. Ama dünya çapında yarattığı genel ortam hâlâ devam ediyor. Bu taarruzun amacı, işçi sınıfının ve en başta üretici köylülük olmak üzere başka emekçi sınıf ve katmanların bir önceki dönemde (yani II. Dünya Savaşı’nı izleyen yaklaşık 30 yıl boyunca) elde ettiği mevzi, hak ve kazanımların tırpanlanması yoluyla işçi-emekçi sınıfları atomize etmek, tutsak almak, yoksullaştırmak ve böylece dünya çapında artık değer üretiminde sermayeye büyük olanaklar yaratmaktı.
İşte burjuvazi tam da emekçi sınıflara tarihteki en büyük saldırısını başlatmışken 1970’li yıllara kadar saflarında Marksizmin hegemonik bir konuma sahip olduğu aydınlar katmanı, birdenbire Marksizmin “yanlış olduğunu” keşfetti. Aydınlar katmanının (entelicensiyanın) büyük bölümü, eskiden geçerli olup olmadığına bir türlü karar veremediği Marksizmin “artık” geçerli olmadığında, çünkü modern çağın sona erip postmodern çağın açıldığında hemfikir oldu. Postmodern çağda belirleyici olan kimlikti, merkezsizleşmeydi, yersiz yurtsuzlaşmaydı. Sınıf artık tarihte kalmıştı. 30 küsur yıl boyunca postmodernizmin kimlik politikası sınıf politikasının inkârı üzerinde yükseldi. Biz ise, tam da burjuvazi sınıf mücadelesini böylesine yükseltmişken aydınların “sınıf yok” terennümünü Ağustos böceklerinin şarkı söylemesine benzetiyorduk. Şimdi kış geldi.
Soma, Tayyip Erdoğan’ın 19. yüzyılda İngiltere’nin maden ocaklarında yaşanan kazalardan verdiği örneklerle muazzam bir katkı yaptığı bir süreç içinde, bütün Türkiye’ye ve en başta postmodern aydınlara Türkiye’de 19. yüzyıl kapitalizminin sefil koşulları içinde yaşayan milyonlarca ve milyonlarca işçinin sermaye tarafından artık değerin sunağında günbegün boğazlandığını açıkça gösterdi. “Artık sınıf yok” cümlesi, şimdi “dünya tepsi gibi düzdür” cümlesi kadar boş bir sedadır! “Sınıf var da mücadelesi yok” demek ise, Tayyip Erdoğan’ın “fıtrat” ve “kader” argümanlarına benzer bir tevekkülü veya müstehcen bir dileği ifade ediyor. Sınıf da vardır, sınıf mücadelesi de! Postmodernizm ise madara olmuştur!
Haydi aydınlar, Germinal ve Orhan Kemal okumaya, Maden filmini izlemeye, Alpagut Olayı oyununu sahneye koymaya, Diego Rivera gibi resim yapmaya!
AKP’nin sınıf karakteri saydamlaşıyor
Soma katliamı, AKP iktidarının sınıf karakterini gizleyen perdeyi yırttı, perdenin arkasında yatan sınıf savaşını görmenin olanaklarını yarattı. 12 yıldır, Kemalistlerin ve ulusalcıların da tersinden desteğiyle, Tayyip Erdoğan Türkiye’deki siyasi mücadeleyi yabancıya kul köle olmuş tuzu kuru beyaz Türkler ile bu toprakların özbeöz sahibi olduğu halde cumhuriyet döneminde ezilmiş, horlanmış, aşağılanmış halk kitleleri arasında bir mücadele olarak sunmakta başarılı olmuştu. Bu Karagöz perdesinin arkasında, AKP hükümetleri, işçi sınıfının bütün tarihi kazanımlarına ve mevzilerine görülmemiş tutarlılıkta bir taarruzu sürdürüyordu. İşçi sınıfı buna rağmen AKP hükümetlerini desteklemeye devam etti. Bunda yukarıda özetlenen türden bir kutuplaşmanın ideolojik etkisi kadar AKP açısından çok talihli bir ekonomik konjonktürün de, işçilerin gariban hale getirildikten sonra hayır faaliyetleriyle tutsak kılınmasının da payı vardı elbette. Ama şimdi, Soma’da özelleştirmenin, taşeronlaştırmanın, işçi sağlığı ve iş güvenliğini ayaklar altına almanın, sermayenin kârlılığını arttırmak için işçinin ihtiyaçlarına gözünü kapatmanın 12 yıldır bu hükümet döneminde esas politika olduğunu görmenin olanağı doğdu. Soma’nın belki de en önemli yanı budur: Tayyip Erdoğan’ın yüzde 50’sinin gözleri açılmaya başlıyor!
AKP’nin Gezi ile başlayan halk isyanının öncesinden başlayarak, ama isyandan bu yana hızlanan biçimde sarsıntılar, kitle desteğinde gözle görülür kayıplar yaşamakta olduğu biliniyor. Bütünüyle izlenimci analizlerle Tayyip Erdoğan’ı hâlâ eskisi kadar güçlü sanan bazıları 30 Mart’tan bu yana ağlaşıp duruyor. Oysa erozyon ortada. Ne var ki, AKP’den uzaklaşanların bir bölümü, konjonktür değiştiği takdirde ona dönebilir. Daha da önemlisi, yoksul emekçi nüfusun önemli bir bölümü hâlâ AKP’den kopmuş değildir. Soma katliamı ile birlikte AKP’nin kitle desteği içinde önemli bir bileşen olan işçi sınıfında bir yön değişikliği başlayabilir. Tayyip Erdoğan’ın yüzde 50’si içinde Soma madencilerinin bir kısmı da vardı. Onlar 30 Mart seçimleri için Manisa’daki mitinge götürülmüş insanlar. Onlar Türkiye ortalamasına denk düşen bir AKP oy oranına sahip Soma’nın köylü kökenli işçileri. Ama katliamdan sonra Tayyip Erdoğan’ı Soma’ya sokmayan, onu bir markete sığınmaya zorlayan Somalılar da onlar.
Yani Tayyip Erdoğan’ın yüzde 50’sinin bir bölümünü tutmak şimdi gerçekten zor! Ama bıraksanız belki de AKP’ye saldıracaklar!
“O insanların yasına saygı gösterin” safsatası
Daha önce Roboski vesilesiyle yazmıştık. Katliamın birinci yıldönümü vesilesiyle Roboski'deki anmaya katıldığımızda, liberal bir yol arkadaşımız, ancak “apolitik” olarak anılabilecek bir tepki ile, bazılarımızın (tabii şahsen bizim de) çok politik konuşmalar yaparak Roboski ailelerinin yasına saygı göstermediğimizi sert bir tonla ifade etmişti. Bu tepki neden “apolitik”tir? Çünkü Roboski doğası gereği politik bir olaydır. Tekrarlanması ancak politik nedenlerine eğilerek ve o nedenleri gidererek engellenebilir. Ama bundan daha da öteye, bu tepki, Roboski ailelerinin yasının politik bir yas olduğunu anlayamamaktadır. Roboski ailelerinin yasının gerçekten tamamlanmasında ve geride bırakılmasında, katillerinin yargılanması ve cezalandırılmasının belirleyici bir rolü olduğunu unutmaktadır.
Benzer bir tartışmayı AKP’liler Soma için açtı. “Milletçe ortak yasımızı” bazı odakların politik amaçlarla suistimal ettiği safsatasını yaymaya başladılar. Bunların Berkin dolayısıyla “nekrofili” edebiyatı da hatırlardadır. Oysa asıl “nekrofili”nin onlarınki olduğu Soma’da ortaya çıkmıştır. Siyasi suçlarının üzerlerine yapışmasını engellemek için Soma madencilerinin ölü bedenlere sarılmakta, onların ardına sığınmaktadırlar!
Bizlerin ve başka her kim Soma’nın siyasi yanlarını ortaya dökmeye çalışıyorsa onların yadırganacak bir iş yapmıyor olduğunu anlamak için genel olarak Somalıların, özel olarak da Somalı maden işçilerinin kendilerinin ne yaptığını hatırlamak yeter. Somalılar, başbakana Soma’yı dar ederek kendi yaslarının gayet siyasi olduğunu ortaya koymuşlardır. Soma madencileri ise şirketin talimatına aykırı olarak madenlere inmemiş, yani yasa dışı şekilde iş bırakma eylemine gitmiş, sonra günlerce Soma meydanlarını inletmiş, sendikayı basmış, işletmenin kapısını zorlamış, bu eylemlerde polisle dalaşmıştır. İşte size yas! Şayet Somalılar, yani yasına saygı gösterilmesi gereken insanlar yaslarını böyle tutuyorsa, elbette emriniz olur, biz de bu onların bu yasına tabii ki saygı gösteririz, daha da ötesi paylaşırız!
Soma madencisinin talepleri
Soma madencisi, ölülerini gömdükten sonra kendi talepleri temelinde muazzam bir mücadeleye girmiş, bu mücadele içinde Türkiye işçi sınıfının önümüzdeki dönemde vereceği kavganın ana eksenlerini tanımlamıştır.
Bu talepler aslında, yukarıda neoliberalizmle ilgili olarak söylediğimiz noktayla ilgilidir, bir bakıma onun mantıksal sonucudur. Yukarıda, Türkiye işçi sınıfının, toplumun büyük çoğunluğu ile birlikte uzun bir süre boyunca neoliberal politikaların idolojik hegemonyası girdiğini, Soma’nın ise özelleştirme ve “serbest” piyasa edebiyatının büyüsüne büyük bir darbe vurduğunu belirtmiştik. Bunun bir sonucu apaçık ortadadır: Soma işçisi düpedüz kamulaştırma talep ediyor. Türkiye işçi sınıfı, bu konuda Soma işçisinin açtığı yoldan yürümek zorundadır.
İkinci talep, yine neoliberalizmin sonuçlarına yöneliktir. “Taşeron yasaklansın!” şiarı Soma madencisinin açık bir şekilde dile getirdiği bir talep haline gelmiştir. Buna paralel bir başka talep de iş güvenliği ile ilgilidir. Soma madencisi, iş güvenliği sağlanana kadar madene inmeyeceğini ilan etmiştir. Türkiye işçi sınıfı bu radikal taleplerinde Soma işçisinin yanında yer almalıdır. Örneğin DİSK gibi “Taşeron Cumhuriyeti” diye afiş çıkartıp sonra Türk-İş ve Hak-İş’in yanı sıra hükümetle torba yasada taşeron hakkındaki hükümleri pazarlık etmek değildir yapılması gereken. Türkiye işçi sınıfının “devrimci” adını taşıyan konfederasyonu, Soma işçisinin gerisine düşmüştür. İşte size Soma dersleri!
Üçüncü talep, patronla işbirlikçilik yapan sendika yöneticilerinin defolup gitmesidir. Soma madencisi, patronla işbirliği içinde kendi aleyhine dalaverelere giren ve avantasını alan Maden-İş yöneticilerinin istifasını talep etmiştir. Önümüzdeki dönemde Türkiye işçi sınıfının eyleme girdikçe, mücadeleye katıldıkça ileri sürmesi gereken bir başka talep de böylece Soma işçisi tarafından ortaya konulmuştur: sendika bürokrasisi sendika dışına! Soma madencisi sendikanın bölge yöneticilerinin istifa etmesini sağlamakta başarılı olmuştur. Ama genel merkez yöneticileri istifa etmemekte ayak diretince, bu sefer de Dev Maden-Sen’e üye olmaya başlamıştır. Bu sürecin nasıl sonuçlanacağını bilemiyoruz. Umarız, işçilerin yarısı Maden-İş, yarısı da Dev Maden-Sen üyesi haline gelmez, böylece bir felç durumu doğmaz. Ama her şey açıktır. Madenci sendika bürokrasisinin sarsmak, tahtından devirmek için her yöntemi denemektedir.
Soma madencisinin mücadelesi ve talepleri gelecek için bütün Türkiye işçi sınıfına yolu gösteriyor. Biz bunlara sadece bazı ekler yaparız: “kamulaştırma” talebine “işçi denetiminde” talebini ekleriz. “İşçi sağlığı ve iş güvenliği sağlansın” talebine, sendikanın rolünü ekleriz. “Taşeron yasaklansın” talebine “herkese güvenceli kadro” talebini ekleriz. “Sendika yöneticileri istifa” talebine “öncü işçiler sendika yönetimine” talebini ekleriz. Ama ana doğrultu belirlenmiştir.
Sosyalistler ne önerdi, Soma işçisi ne yaptı?
Bizim sosyalistlerimizin büyük bölümü kafa karışıklıklarından bir türlü kurtulamıyor. Kimi zaman bütünüyle “gerçekçi” olmak adına burjuva ideolojisinin büyüsüne kapılıyor, kimi zaman “devrimci” olmak adına uçuyor gidiyor ve sonra kafasını taşa vuruyor. Soma işçisinin kendi yaşadığı felakete verdiği tepki, bu bakımdan gözleri açacak bir değer taşıyor.
Sosyalistlerimizin önemli bir bölümü, 1990’lı ve 2000’li yıllarda neoliberal ideolojik taarruza düpedüz teslim oldu. Kamu mülkiyetinin savunulmasından korkar oldu, dinozor gibi görülmekten ürktü. Aydınlarımız ne derdi sonra? Devrimci İşçi Partisi geleneğinin, burjuva ve küçük burjuva aydınların yarattığı “kamuoyu” ile arasında küçümsemeden başka hiçbir duygu bağı olmadığı için, biz kamu ya da devlet mülkiyetini dürüstçe ve cesaretle savunduk, işçi denetiminde kamulaştırmayı sürekli gündemde tuttuk. Şimdi Soma faciası sonrasında işçi sınıfı ne yaptı? Kamulaştırma talep etti. Kim ayıpladı? Kimse! Ayıplasa ne yazar zaten? Bu olay başka bir şeyi daha çıkardı ortaya: devrimci Marksistlerin talepleri, işçi sınıfının uzun vadeli çıkarlarına en uygunudur. İşçi sınıfı patronlar sınıfının ideolojik-politik hâkimiyeti altında iken bunlara çok fazla kulak vermeyebilir, ama bunların günü bir zaman mutlaka gelecektir.
Bizim sosyalistlerimizin sendika bürokrasisinin satılmış karakteri karşısında yaptığı ne oldu? Kimi, “sendikalar artık çağdışı yapılardır, terk etmemiz gerekir” dedi. Bu, olsa olsa burjuvazinin sendikasızlaştırma kampanyasına katkıda bulunmaya yarayacak bir ideolojik konum olduğu için alıcısı çok olmadı. İlginç biçimde esas desteğini sendika profesyonelleri arasında buldu. Kimi de her türlü mücadeleyi bırakıp bürokrasi ile uğraşmaya başladı. Günde beş kez “sendikal bürokrasi” diyen birtakım sendikacı ve işçiler, mensubu bulundukları sendikaya yıllar boyu tek bir üye getirmeye bile zahmet etmediler. Büyük zararı bunlar verdi. Petrol-İş İstanbul 1 No.lu şubeyi batırdılar, Hava-İş’i AKP’lilere teslim ettiler. İşçi sınıfı ne yaptı? Aynı mücadelenin içinde hem patronu, yani Soma Kömür’ü karşısına aldı, hem de ona destek olan sendika bürokrasisini. Soyut demokrasi sloganları çığırmakla uğraşmadı, bürokratları sendikadan mücadele içinde def etme çabasına girişti. Yerel sendikal yönetim konusunda başarıya da kavuştu. Ama genel merkez yüzsüz çıktı. O zaman, ancak o zaman sendika değiştirmeye başladı. Yani işçi, üstelik Soma gibi bir taşra kentinde yaşayan, bir bölümü köylerden gelen işçi, sendikasına karşı gayet gerçekçi bir tavır aldı. İstanbul’da sendikaların iyi döşenmiş bürolarında “sendikalar iflah olmaz, yerine başka şey gerekir” diye ahkâm kesen sendika uzmanlarından farklı olarak “işime yarayacak örgütü nasıl elde ederim?” diye sordu ve cevabını mücadele içinde verdi! Devrimci İşçi Partisi geleneği, kendisi de sendika bürokrasisine düşman olduğu halde, sözde solculuk yapanları yıllardır uyarıyor: sendikalarla uğraşmayın, yeni örgütlenmeler belirene kadar onlar işçilerin savunma örgütleridir; bürokrasiyle uğraşmak için ise önce patrona ve devlete karşı mücadele etmek gerekir, sabah akşam “sendikal demokrasi” diye söylenerek örgütü felç etmekle olmaz! Devrimci Marksizmin sesi, bugün işçi sınıfının eyleminde cisimleşiyor. Neden? Devrimci Marksistlerin talepleri işçi sınıfının gerçek uzun vadeli çıkarlarını temel aldığından.
İşçi sınıfının somut mücadelesi ile devrimci Marksizmin görüşlerinin, ilk bakışta göründüğünden çok daha fazla ortak olduğunun, hatta aynı olduğunun bir başka delili ise çarpıcı. Devrimci İşçi Partisi, bundan iki ay önce 15 Mayıs’ta başlayacak bir kampanya planlamıştı. Bu kampanyanın adı “Taşeron yasaklansın! Herkese güvenceli kadro!” idi. 13 Mayıs günü Soma katliamı yaşandı. O günden bu yana sadece Soma’da değil, bütün Türkiye’de işçi sınıfının gündemi “Taşeron yasaklansın!”dır.
Bir parti, sınıf durgunken ve patronların ideolojik hâkimiyeti altında iken sınıfın politik-ideolojik yönelişinden bir miktar uzak kalır, ama sınıf mücadeleye girdiğinde kendini sınıfla aynı doğrultuda konuşuyor bulursa, o parti işçi sınıfının bir partisi olma konusunda doğru yolda demektir. Ama durgunluk döneminde arada bir açı olması, mücadele döneminde ise sınıf ile partinin tavırlarının yakınlaşması da, o partinin sadece bir işçi sınıfı partisi değil, devrimci bir işçi sınıfı partisi olma konusunda doğru yolda olduğunu gösterir.
Çapulcular işçi sınıfının yanına!
31 Mayıs eylemleri, Gezi ile başlayan halk isyanının nereye gelmiş olduğunu açık seçik ortaya koydu. Katılım genel olarak zayıf olması işin sadece bir yönüydü. Daha önemlisi birtakım siyasi hareketlerin halk isyanına sahip çıkılmasını artık neredeyse açık açık sabote ediyor olmasıydı. Kimi hemen eylemin öncesinde caydırıcı açıklamalar yaptı, kimi eylemi bölen ve Taksim’i zayıflatan öneriler. Ama “Gezi ruhu” aslında çok daha önceden sabote edilmişti. 17 Aralık’tan sonra başlayan süreçte iki ayrı odak halkı isyana teşvik yerine sistematik olarak halkı düzenin içine çekme çalışmasına girdiler. Bunlardan ilki, AKP’yi ve Tayyip Erdoğan’ı düşürme işini sandığa havale edenlerdir. Aralık ortasındaki bir siyasi krizi 30 Mart’ta çözmeyi önerecek kadar ustalıklı (!) politika yürütenler. İkincisi ise AKP-Ergenekon ittifakının çömezleri. 1 Mayıs’ta Taksim’e teröristlerin girmek istediğini söyleyecek kadar Tayyip destekçisi hale gelenler.
“Gezi ruhu”, “Gezi ruhu” diye diye boğuldu. Şimdi gerçek çapulcuların kasklarını önlerine koyarak bir karar vermeleri gerekiyor. “Gezi’den sonra hiçbir şey aynı olmayacak” diye kusturuncaya kadar tekrarlayıp, sonra TÜSİAD başkanı sendikalaşan işçilerine tezekle cevap verdiğinde “aman Tayyip’e karşı bir müttefikimizi yitirmeyelim” havası içinde Muharrem Yılmaz’ı esirgeyen Batıcı-laik burjuvazi kuyrukçularıyla mı müttefik olacaklar yoksa Sütaş işçisiyle mi?
İlk günden beri söylüyoruz: Gezi ile başlayan halk isyanının başarıya ulaşması için işçi sınıfıyla birleşmesi gerekiyordu. Şimdi, “Gezi ruhu” adım adım sadece bir nostaljinin adı haline gelirken bu her gün daha da doğru oluyor. 1968 kuşağından birçok utanmaz iş adamı, “ben Deniz’in arkadaşıyım” diye dolaşıyor ortalıkta hâlâ. Korkarız 90 kuşağından birtakım insanlar da “biz Gezi’deyken” cümlesi ile başlayan gençlik hikâyeleri anlatmaktan öteye gidemeyecekler. Ama 90 kuşağının bir zinde damarı var ki, o 1 Mayıs’ta polise kök söktürdü. O işçi sınıfının yanında olmayı seçen bir kuşak. Halk isyanının Türkiye devrimine gerçek mirası o kuşaktır işte!
Yeni bir dönemin eşiğinde
Türkiye işçi sınıfı, 20 yıla yaklaşan bir süre boyunca durgun kaldı. 1989-1994 arası geçici canlılık sonrasında, 1996 Susurluk vakası dolayısıyla ve mezarda emekliliğe karşı yapılan eylemler hareketi 1990’lı yılların ikinci yarısına kadar taşıdı, ama ondan sonra uzun bir durgunluk çöktü sınıfın üzerine. Bunda önce AB afyonu, ardından halkın geleneksel afyonu etkili oldu. Tekel işçilerinin 72 günlük Sakarya komünü, bu durgunluğu sona erdirme vaadini taşıdı taşımasına. Ama bu vaat akamete uğradı. Tekel işçisi kahramanca mücadele etti, kendine ve işçi sınıfına muazzam bir meşruiyet sağladı, ama büyük sorunlarla karşı karşıyaydı. Sendika bürokrasisinin ihaneti baş düşmanı idi. Ama o engeli aşarak kazanabilirdi de. Kazanamadıysa, bunun en azından iki nedeni vardı: Tekel işçisinin altındaki zemin kaymış, üretim temeli ortadan kalkmıştı, bu bir. 2010’da henüz kamu işletmeciliği dinozor gibi görülüyordu. Dolayısıyla, halkın Tekel işçilerine sempati ile yaklaşan kesimleri bile bu mücadeleye kaybedilmiş bir dava gibi bakıyordu.
1980 sonrası en büyük işçi eylemleri, en başta 1990-91 Zonguldak grevi ve yürüyüşü, 1992 Erdemir ve 2010 Tekel aynı sorundan muzdaripti: Bunlar, toplumun gözüne, tarih sahnesinden çekilmesi kaçınılmaz gibi algılanan kamu işletmeciliğinin son çırpınmaları gibi göründüler. Belki işçilerin kendilerine bile. Oysa Soma farklı: Soma 1930’lu yıllardan beri gelen kamu işletmeciliğinin değil, 1980’den beri yerleşen özelleştirmenin ve esnekliğin ürünü. Yani halkın gözünde Soma geçmişin değil, bugünün ve geleceğin mücadelesi. İşte bu yüzden işçi sınıfı mücadelesinde Zonguldak ve Tekel’in değiştiremediği gelişme eğrisini altüst edebilir.
Ama bu vaadin yarım kalmaması bilinçli müdahale ile olacaktır. Soma işçisi bugün canı yanmış olduğu için kızgın boğa gibi. Yarın Türkiye durulursa Soma işçisi de er ya da geç durulacaktır. Görev Soma madencisinin taleplerini Türkiye’nin bütün maden işçilerine yaymaktır. Görev Soma işçisinin taleplerinin bütün Türkiye işçi sınıfının talepleri haline gelmesini sağlamaktır. Bunun için sendika gibi sendika gerekir. Bunun için halk isyanının hâlâ diri olan dinamiklerini işçi sınıfının yanına taşımak gerekir.
Bunun için devrimci bir işçi sınıfı partisi gerekir. Biz bu partiyi inşa etmeye çalışıyoruz. Çorlu’dan Bursa’ya, Düzce’den Manisa’ya, Ankara’dan Antalya’ya nerede işçi sınıfı hareketleniyorsa, Devrimci İşçi Partisi o işçilerin yanında, içinde, önünde mücadeleye giriyor. Bütün sosyalistleri ve çapulcuları bu çabaya omuz vermeye çağırıyoruz.