Savaş kışkırtıcılığının şifreleri
TÜSİAD’cılarda siyasi keramet bulanlar görüşlerini gözden geçirseler iyi olacak. Hazretler 7 Haziran seçiminden sonra “istikrar” gerekçesiyle Tayyip Erdoğan’la hesaplaşmanın önüne geçtiler, koalisyon da koalisyon diye tutturdular. AKP, CHP ve HDP’yi birbirlerine yamamak için başkanları hanımefendiyi, komünist bir gelenekten gelen Figen Yüksekdağ ile buluşturdular. Bu politikalarının sonucu şimdi mükemmel bir istikrar oldu. Sayelerinde Türkiye katliamlarla, suikastlerle, kendi kentlerini havadan bombalayan bir devletle, bütün komşularıyla savaşın eşiğine gelerek yaşıyor. Ne istikrarmış ama!
Tayyip Erdoğan bloku ve hükümet, tarihi başarılar kazanıyor. 15 gün içinde iki devletle savaşın eşiğine gelmek her babayiğidin harcı değil. 24 Kasım’da Rus uçağı düşürüldü ve iki ülke arasındaki gerilim hızla tırmandı. 5-6 Aralık hafta sonu bu kez Türkiye Irak’la savaş çıkarabilecek bir gerilim yarattı. Kimi araştırma şirketleri, Rus uçağı düşürüleli beri halkın Tayyip Erdoğan’a ve başkanlık sistemine desteğinin hızla yükseldiği sonucunu veren araştırmalar yayınlıyor. O zaman bu savaş kışkırtıcılığının artarak devam edeceğini daha da kuvvetle tahmin etmek mümkün!
Ama öyle olmasa da devam edecek. Çünkü ister Suriye iç savaşı konusundaki kışkırtmaları, ister Rusya ile dalaşması, ister Irak’a zırhlı birlik yollaması, ister İran’la yaşanan gerginlikler, bütün bunlar aslında Erdoğan kliğinin ve AKP’nin dış politika stratejisinin kaçınılmaz sonuçları. Bu strateji hedef olarak Erdoğan’ı Ortadoğu’nun “reis”i haline getirmeyi, İhvan eksenli bir müttefikler zinciri aracılığıyla “reis”in etrafını doldurmayı, Şiiler ve Aleviler üzerinde bir Sünni hegemonyası kurmayı, bu sayede Türkiye’nin yükselen İslamcı sermayesine Körfez sermayesiyle, ama en çok İhvan taraftarı Katar Şeyhliği’yle birlikte gürül gürül bir sermaye birikimi dinamiği oluşturmayı bellemiş durumda. ABD’nin ve AB’nin desteğini alabildiği ölçüde alacak, alamadığı yer ve zamanda ise kendi kendine davranacak.
Bazıları Rus uçağını Türkiye’ye ABD’nin düşürttüğü sanrısına kapılıyor. Oysa tersi doğruydu: ABD ve Fransa, tam Rusya DAİŞ’e karşı seferber olmuşken ve Beşar Esad’dan vazgeçme sinyalleri verirken bu gerginliği gereksiz bir risk olarak gördü. NATO ve ABD Türkiye’nin sınırlarını koruma hakkını rüşveti kelam cinsinden savunurken bir yandan da NATO’ya fazlasıyla yük olabilecek bir durumdan kaçınan bir tutum benimsedi. Erdoğan’ın ve hükümetin Rusya karşısında alttan almaya başlamasının ardında da bu tutum yatıyor.
Aynı hata şimdi Irak’ta da tekrarlanıyor. Türkiye’nin Barzani ile anlaşma içinde Musul yakınlarındaki Başika’ya tank birlikleri de içeren bir tabur asker yerleştirmeye girişmesi, birçoklarınca gene Türkiye’nin ABD’nin maşası gibi davrandığı biçiminde yorumlandı. Irak hükümeti bütün organlarınca öfke içinde ayağa kalkınca, Obama’nın DAİŞ’le mücadele için atadığı temsilci McGurk alenen ABD’nin bu asker sevkiyatını desteklemediğini belirterek ABD’nin arabulucu role soyunduğunu açıkladı. Davutoğlu da sevkiyatın askıya alındığını söyleyerek geri adım attığını itiraf etti.
Türkiye’nin politikası, ABD’nin maşası olmaktan gelmiyor. Bunu iyi anlamak gerek. Bu politika Suudi Arabistan ve Katar ile birlikte planlanıyor ve yürütülüyor. Bunu anlamanın önemi şurada. ABD İran’la da yakınlaşmakta olduğu için Ortadoğu’nun bir Sünni-Şii savaşında yangın yeri hâline gelmesini istemez. (İsrail, tam tersine, isteyebilir. Çünkü şimdi en tehlikeli rakip olarak gördüğü İran’ın mahvolmasını istemektedir.) Türkiye hâlâ ve hastalıklı biçimde NATO’cu olduğu için ABD’nin onayı olmayan bir maceraya şimdilik, ama sadece şimdilik girişmek istemeyebilir. Ama yöneliş odur.
Türkiye adım adım herkesle savaşmanın eşiğine geliyor. Ortadoğu çapında bir Sünni-Şii savaşının baş kışkırtıcısı haline geliyor. Buna karşı savaşmayan, mücadele etmeyen, yarın şikâyet etme hakkından feragat etmiş demektir.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Aralık 2015 tarihli 74. sayısında yayınlanmıştır.