Obama mı, Renault mu?
Tayyip Erdoğan’ın kurmaya çalıştığı yeni hâkimiyet sisteminin zaafları her geçen gün açığa çıkıyor. Medya üzerinde (Koza-İpek, Zaman, Cumhuriyet vb.), yargı üzerinde (Can Dündar-Erdem Gül ve Barış İçin Akademisyenler olayları vb.), Batıcı-laik ve cemaatçi sermaye üzerinde (Aydın Doğan ve Ersin Özince’nin akaryakıt kaçakçılığı, Boydak’lara baskın vb.) ve en önemlisi Kürt halkı üzerinde uygulanan baskılar, bazılarına Erdoğan’ın ve iç kabinesinin adım adım, planlı bir biçimde bir istibdat rejimine doğru yürümekte olduğunu düşündürüyor. Oysa bunların tam karşısında, Erdoğan’ın zayıf ve yalıtılmış durumda olduğunu gösteren sayısız gösterge de her gün gözlerimizin önüne seriliyor.
ABD cephesinde durum çok ciddi. Türkiye NATO üyesi, ordusu bu ittifakın silah ve sevk ve idare sistemlerine bağımlı bir ülke. ABD ile ilişkiler bu açıdan yakıcı bir önem taşıyor. Erdoğan’ın son ABD seyahati bu hassas ilişkinin yara bere içinde olduğunu gösterdi. ABD sisteminin birtakım ağır topları, üstelik sağcı politikacılar, Erdoğan’ı sigaya çeken bir mektupla karşıladılar. Onlardan başka karşılayan da bir onbaşı ve bir manga askerdi! Obama kendisi Erdoğan’ı Türkiye’nin “rahatsız edici bir yola sürüklenmekte” olduğunu söyleyerek uğurladı. Bu politikacı, sadece dünyanın en güçlü devletinin başkanı, fiilen NATO’nun en kudretli önderi değil. Aynı zamanda elinde Erdoğan’a karşı bir saatli bomba var. Bu bomba İran yapımı, adı da Reza Zarrab (Rıza Sarraf). ABD mahkemelerinin “âdil” yargılamasına hemen umut bağlayanlar, Zarrab’ın itiraflarının Erdoğan’a karşı nasıl şantaj aracı olarak kullanılacağını görecekler. Tabii uç noktada Erdoğan’ın düşürülmesi için bir koz olarak da kullanılabilir.
Erdoğan başka alanlarda da zorlanıyor. Türkiye Rojava’nın Suriye’de çözümün tartışıldığı Cenevre III Konferansı’na katılmasını engelledi engellemesine. Ama Rojava da buna karşılık önemli bir sembolik atakla Kuzey Suriye Federasyonu’nu ilan etti, “ben buradayım, kalıcıyım, yeni federal Suriye’de yerimi alacağım” dedi. “Federasyon” gibi “Rojava” adına göre çok daha fazla “devlet” kokan bir yapılanma karşısında Erdoğan’dan veya hükümetten çıt çıkmadı. Kürt sorununun içerideki yüzünde ise dokunulmazlıklar konusunda Davutoğlu bütün fezlekelerin birden uygulamaya konulması önerisiyle ipe un sermeye başladı, meselenin aciliyeti köreldi.
Amerika’dan gelen “darbe” dedikodularına karşı Genelkurmay Başkanlığı ilk anda tekzip gibi görünen bir açıklama yaptı. Ama ne tekzip! Emir komuta zinciri sarsılmaz deniyor, ama emir komuta zinciri içinde darbe yapılmayacağı söylenmiyor. Tabii hesap sorulsa, “başkomutan cumhurbaşkanıdır, emir komuta zincirinin tepesinde o vardır” denecek!
Nihayet, Erdoğan’ın yargıya verdiği talimatlar da su sızdırmaya başladı. Can Dündar ve Erdem Gül Anayasa Mahkemesi’nce salıverilmekle kalmadı. Birinci derece mahkemesinin savcısı, yeni duruşmalardan günler önce değiştirildiği halde, Erdoğan’ın talimatına aykırı olarak tutuklama istemedi. Barış İçin Akademisyenler’de aynı gelişme henüz yaşanmış değil, ama Davutoğlu kendi pozisyonunu Erdoğan’ınkinden ayırarak açıkça “tutuksuz yargılama” talep etti. Yargıya emir verenler çoğalıyor ve birbiriyle çelişiyor!
Bütün bunlar, Erdoğan’ın Gezi ile başlayan halk isyanından sonra emperyalizm ve hâkim sınıflar nezdinde itibarını ve müttefiklerini yitirmesi objektif gerçekliğinin farklı ifadeleri. Bu muhalefeti ABD ile onun aktif olarak yönlendirildiği, DİP’in “Amerikan muhalefeti” dediği güçler yürütüyor. Şayet Erdoğan’ı bunlar pasifleştirirse ya da düşürürse, işçi sınıfı ve emekçi halkın da, Kürtlerin ve diğer ezilen kitlelerin de yaşadığı sorunlar çözülmeden kalacak. Sadece üslup yumuşayacak, ama çözümsüzlük aynen devam edecek.
Ama bir seçenek var. Haziran-Eylül 2013’te yaşanan Gezi halk isyanı ve 6-12 Ekim 2014 arasında Kobani (Kobanê) vesilesiyle patlak veren serhildan, 7 Haziran’da sadece Erdoğan’a değil, AKP’ye de ciddi bir yenilgi yaşatmıştı. Buna ilaveten, geçtiğimiz Mayıs ve Haziran aylarında yaşanan büyük fiili metal grevi ile sınıf mücadelesinin eğrisinde önemli bir değişim yaşandı. Şimdi eğer bu yükseliş sağlam temellere kavuşturulabilirse ve eğer hareket yükselişi içinde AKP’nin işçi düşmanı karakterinin işçilerce keşfedilmeye başlamasına olanak sağlarsa, o zaman bambaşka bir yol açılır önümüze.
Mayıs-Haziran 2015 fiili grevine tartışmasız Bursa Renault fabrikası işçileri öncülük etmişti. Renault sınıf mücadelesindeki yükselişin tartışmasız simgesi ve öncü bölüğü hâline geldi. İşçi sınıfı sosyalistlerinin görevi, Erdoğan’a ve AKP’ye karşı muhalefetin öncülüğünün Obama ve izleyicilerinin elinden Renault’da simgeleşen işçi sınıfına geçmesi için canla başla çalışmaktır. O zaman görün siz nasıl güzel bir Türkiye doğacak!
Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Nisan 2016 tarihli 78. sayısında yayınlanmıştır.