Nail yaşıyor olsaydı
Bugün, 28 Nisan 2014, kimimizin dostu, kimimizin hocası, bütün sosyalistlerin yoldaşı, hepimiz için ilham kaynağı Nail Satlıgan’ı yitirişimizin birinci yıldönümü. Söylemeye bile gerek yok: Sevdiğiniz bir insanı kaybettiniz mi, ilk yıl elbette en zorudur. Her şey gibi yas da inişli çıkışlıdır kuşkusuz. Bazen hiç beklemediğiniz zamanda, deyin ki on yıl sonra, yitirdiğiniz insanın özlemi burun direğinizi sızlatıverir, unutkanlıkla geçmiş onca yıldan sonra. Yine de zaman denen, çekip gidenlere zalim, geride kalanlara dost o büyük güç, yıllar geçtikçe acının dozunun azalmasını sağlar. O yüzden ilk yıl çok daha zordur. Bu ilk yıl boyunca ben etrafımda gördüğüm fikri yoksulluk, ideolojik dağınıklık ve geçmişteki inançlara vefasızlık ortamında Nail’i çok ama çok aradım, özledim.
Bazılarına kılı kırk yarar gibi görünen bir titizlikle çalışan aklı, tek bir taşın altına bakmadan huzura kavuşmazdı. O yüzden her dakika duyduğumuz yüzeysel yorumlar yerine müthiş bir tarih bilinci ile düşünürdü. Yüzeysellik karşısında hissettiği acımayla karışık bir aşağılama olurdu. İçinde yaşadığımız çağa sermayenin bütünüyle damgasını vurduğunu derinden kavramıştı. Marx’a, bazılarına dogmatik görünen bağlılığı bundandı. Bu yüzden de 1979 Thatcher, 1980 12 Eylül ve 1989 Berlin Duvarı ile simgelenebilecek tarihsel olayların etkisi altında her gün yenilik peşinde koşan, bu arada yoksulları, evet düpedüz yoksulları görmezlikten gelmeyi yüreği titremeden kendine yedirebilen “solcular”la hep kapışırdı. Yanlış anlaşılmasın, “yetmez ama evet” alçaklığından, sol liberal düzen yandaşlığından söz etmiyorum. Onlarla ilgili olarak içinde zaten küçümsemeden başka duygu yoktu. Sözünü ettiğim, postmodernizme yıllar boyu verip veriştirenler de dâhil, “kimlik politikası” denen virüse zamanla teslim olanlar, her yıl keşfedilen yeni bir kimlik temelinde toplumsal hareketi her gün daha fazla bölenler, sermaye ile mücadele etmeden dünyanın değiştirilebileceğini sananlardır. Nail moda akımlara yakın, emekçilere uzak duran aydınlardan hoşlanmazdı. Umudunu yitirmedi mi, geçmişle hesaplaşmadı mı? Evet, özellikle 1989-91 dönemecinde görülmemiş biçimde sarsıldı. Ama hayatının aşkına dönen bir eş gibi sonra Marksizme döndü. Geçmiş inançlarına hiçbir zaman sırtını dönmedi yani. Hiçbir zaman dudak bükmedi.
Düş kırıklığı ve toparlanma
1989-91 dönemeci dediğim, eski kuşaklar hemen anlamıştır, Doğu Avrupa’daki bürokratik olarak yozlaşmış işçi devletlerinin çökmesi, ardından Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ve dağılmasıdır. Özellikle Ekim devriminin ürünü olan, isim babası Lenin olan Sovyetler Birliği’nin, bütün sorunlarına rağmen işçi sınıfı ve insanlık için devasa bir kazanım olduğunda (devlet kapitalizmi teorisi zemininde her alanda yalpalayan bir azınlık dışında) bütün devrimci Marksistler hemfikirdir. Ama Nail zaten biraz Isaac Deutschervari bir devrimci Marksistti. Trotskiy’in İhanete Uğrayan Devrimi’nin Türkçe mükemmel bir edisyonunun (Alef Yayınları) yayınlanmış olmasında en büyük pay onundur, bu işe aylarını vermişti, karşılıksız bir emekle. Yine de Sovyetler Birliği’ne inancı neredeyse salt duygusal düzeyde hepimizden daha fazlaydı. Sanki bir politik devrim olmasa da iyiye gidecekti sonunda işler. Kim bilir, belki de “ana vatanı”, hatta yarı yarıya da olsa “baba vatanı” olduğu içindir. Çöküşünden ve dağılışından çok etkilendi. Neredeyse Marksizmin yanlışlanmış olduğu kaygısına kapıldı. Kısa bir süre. Sonra hemen toparlandı.
Toparlandığının maddi kanıtı var. Hem de iki adet. Hem de gizlenemeyecek kadar büyük. Birincisi, daha önemlisi, 1996-1999 arasında ÖDP’de gösterdiği performans. Bu partinin içinde, Sosyalist Emek Platformu’nda omuz omuza mücadele ettik. Şimdi tarihi yeniden yazmak isteyenler, bizi Nail’i devrimci Marksist hareketin yanına fazla çekiştirmekle suçlayanlar, Nail’in partinin uç sol kanadı Sosyalist Emek Platformu’nun sözcülerinden biri olduğunu ya bilmiyorlar, ya da pek çabuk unuttular! ÖDP’nin Birinci Büyük Kongresi’ni aklınıza getirin. Kurtuluş geleneğinden gelen eğilimler kendi aralarında bölünmüş olduğundan, hareketin bir kanadı partinin sol liberal Özgürlükçü Sol Platform’u (ÖSP) tarafından kolonize edilmiş olduğundan dolayı, o kongre, gören herkesin hatırlayacağı gibi, ÖSP ile SEİ’nin mücadelesi olarak geçmişti. Yani sol liberalizmle Marksizmin mücadelesi olarak. Burada sayıları değil, kongrenin üzerinde yoğunlaşmak zorunda kaldığı siyasi ve örgütsel sorunları konuşuyoruz. SEİ Marksizmin gür sesini yükseltmişti o kongrede. Dört ana sözcüsünden biri de Nail Satlıgan’dan başkası değildi. Marksizmden ve insanlığın geleceğinden umut kesmiş biri, ezici çoğunluğa sahip bir karşı akımın hâkimiyeti altındaki bin küsur delege önünde, psikolojik baskının âlâsı altında inanmadığı bir şeyi sakin bir üslupla, bilge bir edayla, ama aslanlar gibi savunur mu?
İkincisi, ÖDP içinde oynadığı rolün çerçevesini oluşturuyor. Nail Satlıgan, 1988’den itibaren yayınlanmaya başlayan, ama 1992 yılından itibaren yayın hayatının yeni bir evresine giren Sınıf Bilinci dergisinin yayın kuruluna katıldı. Bu derginin kapağında Devrimci Marksist Teorik-Politik Dergi yazıyordu. Her sayının ilk sayfasında Marx’ın 1850’de işçiler için söylediği şu söz yazıyordu: “savaş naraları şu olmalıdır: Sürekli Devrim!” Bu şiarın dünya sosyalist hareketinin 20. yüzyıldaki bölünmelerinde hangi tarafı simgelediğini hatırlatmaya gerek var mı? Nail, kendine hiçbir zaman Trotskist demedi, ama Trotkistlerle dar anlamda politika yapmayı da en ufak bir sıkıntı çekmeden benimseyebiliyordu. Sınıf Bilinci sadece geniş anlamda devrimci Marksist, biraz daha dar anlamda Trotskist bir dergi olmakla da kalmıyordu. Yukarıda Nail’in ve bazı başka arkadaşların Yayın Kurulu’na katıldığı bu aşamanın derginin hayatında yeni bir evre oluşturduğunu söyledim. Bu aşama, derginin, daha önceki dönemde bağımsız bir devrimci Marksist dergi iken, artık, Devrimci İşçi Partisi’nin o aşamadaki atası olan Patronsuz Generalsiz Bürokratsız Sosyalizm (PGBS) grubu tarafından üstlenildiği aşama idi. Derginin Yayın Kurulu özerkti, doğrudan PGBS’ye bağlı değildi. Ama finansmanından maddi imalatına kadar her şey PGBS tarafından üstlenilmişti. 1990’lı yılların başında yayınlanan Patronsuz Generalsiz Bürokratsız Sosyalizm gazetesi bu aşamada artık çıkmıyordu. Dolayısıyla, Sınıf Bilinci 90’lı yılların ikinci yarısında bütün Türkiye solu için PGBS’nin sözcüsü idi. ÖDP için de geçerliydi bu: Her kim PGBS’nin görüşlerini öğrenmek istese Sınıf Bilinci’ne bakıyordu. İşte Nail böyle bir bağlamda Sınıf Bilinci dergisinin Yayın Kurulu’nda yer aldı. Üç yıl boyunca, derginin politikasını belirleyen kurulda oldu. Bu açıkça göstermez mi Nail’in 1989-91 dönemecindeki umutsuzluğunu üzerinden attığını?
Yaşıyor olsaydı…
1999 sonunda PGBS Bolşevik kanat ile Menşevik kanat arasında bölündü. Bazı arkadaşlarımız bu bölünmeyi hiç anlayamadılar. Pratik o zaman söylediklerimizin ne anlama geldiğini artık göstermiş durumda. Bolşevik kanadın haklılığını açıkça ortaya koymuş durumda. Ama artık o tartışmalara kulak vermek istemiyor zaten kimi insanlar, çünkü sosyalist hareketin somut gerçekliği umurlarında değil.
Nail’in umurundaydı ama bölünmeyi anlayamadı. En zayıf yanlarından biri, işçi sınıfı partisinin pratik hayatında devrimci programın ve Bolşevik çalışma tarzının taşıdığı önemi tam olarak kavrayamaması idi. Bu bölünme, başka şeylerle birleşti, Nail’i ikinci bir umutsuzluğa sevk etti. Bu başka şeyler arasında haddinden fazla bel bağladığı ÖDP deneyiminin çökmesi de vardı. Her ne nedenle olursa olsun, Nail 2000’li yıllara küskün, umutsuz, karamsar bir ruh durumunda girdi. Bu doğrudur.
Ama bu, birincisi, Nail’in Marksizme olan güvenini yitirdiği anlamına gelmiyordu. Nail bizlere olan güvenini yitirmişti, Marksizme değil. 1989-91 döneminde kısa bir sarsıntı dışında, Nail hiçbir zaman Marksizmin insanlığın serüveninin özünü yakalamış olduğundan kuşku duymadı. İkincisi ve daha önemlisi, 2000’li yıllara karamsar girmiş olması, bu karamsarlığının ilelebet süreceği anlamına gelmiyordu. Ona gereken bir umut ışığıydı, kitle hareketinin ayağa kalkışıydı, düzene yeniden meydan okumasıydı. Çünkü o 1968’in çocuğuydu. 1968’in çocukları büyük kitlelerin sel gibi akan mücadeleleri içine doğdular. Onlar için durgunluk dönemleri tahammül edilmez bir sapmadır. Bu sapma uzun sürdükçe umutsuzlanırlar. Onlar kitleler ayağa kalktığında formlarına girerler, en güzel, en yaratıcı, en cesur yanlarını gösterirler. Alışmışlardır bir kere.
O yüzden Nail’e gereken bir büyük kitle hareketi idi. Heyhat! Göremedi onu. Ne yazıktır ki, Nail’in bu dünyadan göçmesinden sadece bir ay sonra, 28 Mayıs’ta Gezi Parkı olayları, 31 Mayıs’ı 1 Haziran’a bağlayan gece ise halk isyanı patlak verdi.
Ondan sonra ne olduğunu burada hikâye etmeye gerek yok. On beş gün halkın şenliği yaşandı. Sonra saldırı, ama ardından forumlar, Ağustos uykusu ve Eylül uyanışı. Sonra isyanın ilk evresi sona erdi, ama 17 Aralık’ta isyanın yarattığı en büyük deprem geldi. İktidar bloku çatladı. Ne var ki, toplumsal muhalefet burjuvazinin çatırdayan sisteminin zaaflarından yararlanmayı bilemedi. Ancak, kriz devam ediyor.
Nail, bugün yaşıyor olsaydı diye sorduk. Cevabını verelim sorumuzun: Ruh durumu bambaşka olurdu. Sağlığı da elverseydi, bugün yadsınamaz bir mantıktan, muazzam bir tarih bilincinden ve zehirli oklar gibi kurbanını yaralayan alaycı bir meydan okumadan oluşan cephanesi bütün iktidarları yeniden tehdit ediyor olurdu.
Yeri doldurulamaz. Ama çok Marksist yetiştirdi. Yeni kuşak onun görevini sırtlanacaktır.