Mihri Belli üzerine (2)
Bütün ölümlerin ertesinde yaygın olduğu gibi, Mihri Belli de büyük övgülere mazhar oldu. Yeni ölmüş bir insanın olumlu yanları öne çıkarılıyor.
Komünistler siyasi ve hele ideolojik meselelerde her zaman dürüst olmak zorundadırlar. Komünist hareketin ideolojik, teorik ve programatik sorunları diplomasi kaldırmaz. Mihri Belli’ye saygı duyuyorsak ardından sadece olumlu konuşmak değil, onu nasıl görüyorsak öylece değerlendirmek zorundayız.
Ölümü dolayısıyla herkesin dikkatinin Mihri Belli üzerinde toplandığı bir aşamada, Mihri Belli’nin solun tarihindeki yeri konusunda dürüst değerlendirmeler, onu tanımayan gençler açısından önem taşıyor. Biz de partimizin literatüründe daha evvel yayınlanmış bazı yazılardan Mihri Belli hakkında pasajlar yayınlıyoruz. İlk parça, Nail Satlıgan’dandı. Şimdi de Burak Gürel’in bir yazısının bir bölümünü yayınlıyoruz. Devrimci Marksizm dergisinin Kasım 2006 tarihini taşıyan 2. sayısındaki “1970’li yıllarda Türkiye solu” başlıklı yazıdan alınmış bir bölüm.
60’lı yılların sosyalist hareketinin 70’lere devrettiği miras
27 Mayıs 1960’ta DP hükümetini deviren askeri darbe “iç pazara yönelik sermaye birikim tarzının, doğası gereği sanayi burjuvazisinin stratejik çıkarları doğrultusunda öngördüğü yeni bir siyasal rejime bonapartist bir askeri müdahale altında geçilmesi işlevini” yerine getirmiştir. Ancak burjuvazi 27 Mayıs’a giden süreçte kendi talepleriyle kentli sınıfların taleplerini kaynaştırmaya çalışarak hareket etmiştir. CHP’nin belli başlı programatik metinleri bu çabanın ürünüdür. Daha da önemlisi, “anayasanın hazırlanması sürecinde sanayi burjuvazisinin sözcüsü durumundaki çevreler”in, “diğer mülk sahibi sınıfların toplumsal dayanağı olan kırsal çoğunluğun karşısında kentli sınıf ve tabakaların sendikal ve demokratik açılımlara kavuşturulmasını gelecek açısından dengeleyici bir etken olarak” görmüş olmasıdır. Anayasayı hazırlayanlar, bunu yaparken “büyük kentlerde hızla büyüyen işçi sınıfının bu bahşedilen haklara sahip çıkmakta gecikmeyece[ğini]” tahmin edemediler. 1961 Saraçhane Mitingi ile başlayan, 1963 Kavel Direnişi, 1966 Paşabahçe Grevi ve DİSK’in 1967’de kurulması ile ilerleyen işçi sınıfı mücadeleciliği 15–16 Haziran 1970’te zirveye tırmanarak burjuvaziyi pişman etti.
Öte yandan, Türkiye solu bu mücadeleciliği devrim yoluna akıtacak birikimden yoksundu. TKP’den devralınan olumsuz miras bunun en önemli nedenidir. TKP ile olan bağları uzun yıllardır kopuk olan Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı gibi figürler, bu kopukluğa karşın Sovyet bürokrasisinin ideolojik-politik hattından kendilerini bağımsızlaştırmadıkları için bu dönemde bir dizi hata yaptılar. Bu iki isim öncelikle 27 Mayıs darbesini yanlış yorumladı. Sovyet bürokrasisinin geri ve bağımlı ülkelerdeki komünist partilerine dayattığı “milli cephe taktikleri ya da kapitalist olmayan yol ve milli demokrasi kavrayışları, gerek Kıvılcımlı’da gerekse de Belli’de” karşılık bulmuştur; “buysa onların darbecilere karşı umutla yaklaşmalarında en önemli bir etkendir.” Örneğin Kıvılcımlı’ya göre, “hep düzenlice ileri devrimci aksiyon vurucu gücü olan ordu... bir avuç finans-kapital kodamanı, Antika tefeci bezirgân sınıfı ile el ele verip memleketi korkunç bir sömürü ile satmaya kalkıştı mıydı... Halk’tan yana çıkarak o gidişi göğüslemekten geri kalmıyor”du. Kıvılcımlı, 27 Mayıs darbesini yapan askeri kadroyu “hangi sınıfa dayanarak devrim yapacağını bilemediği için yolunu şaşırmış bir devrimciler grubu” olarak görüyordu. Bu nedenle, darbecilere yol göstermeye çalıştı: “Çağımızın zulme karşı çapı, atla deve değildir. “Mısır’daki sağır sultan’ (Binbaşı Abdülnasır) bile duymuştur. O Sosyalizmdir.” Kıvılcımlı’nın Nasır’ın Mısır’da uyguladığı düzeni sosyalist olarak tanımlaması ve 27 Mayısçılara örnek göstermesi Sovyet bürokrasisinin politik çizgisine olan yakınlığının bir bedelidir. Bu kavrayışın sınıf bağımsızlığına hizmet etmediği açıktır.
1962–67 arasında yayımlanan Yön dergisi ile 1969–71 döneminde yayımlanan Devrim dergisi, dönemin siyasal zihniyetini hayli etkilemiştir. “Sosyoekonomik dönüşümlere duyulan samimi özlem; ‘yukarıdan devrimcilik’e bağlılığı ifade eden bir elitizm anlayışı; devlet ve sınıf olgularından habersizlik, modern sınıf mücadelesinin keskinleşme belirtilerinden duyulan telaş; demagojik olmaktan çok, ütopik olarak nitelenebilecek bir sınıfsız toplum yaratma özlemi” özelliklerini taşıyan Yön-Devrim hareketi, kendi programını 1961 Anayasası’nda yer alan hedeflerin tam anlamıyla gerçekleştirilmesi olarak tanımlıyordu. Derginin teorisyeni Doğan Avcıoğlu’na göre, 27 Mayıs’ın bıraktığı yerden devam edecek bir “Atatürkçü ordu harekâtı” bunu yapmalıydı.
Gerek eski TKP’liler gerekse de Yön-Devrim çevresi, 60’larda kendi bağımsız örgütleri aracılığıyla mücadele yürütmediler. Bu çevrelerin dikkatle izledikleri siyasi odak Türkiye İşçi Partisi (TİP) idi. 1961 yılında 12 sendikacı tarafından kurulan Türkiye işçi partisi, 60’lardaki işçi mücadeleciliğinin üzerinde yükseldi. Kısa süre içinde gerek büyük kentlerde, gerekse Kürt illerinde ciddi bir etki yaratan TİP, 1965 genel seçimlerinde yüzde 3 oranında oy alarak parlamentoya 15 milletvekili ile girdi. TİP sözcülerinin hem parlamentoda hem de miting alanlarında yarattığı etki -o dönemde iyice yoğunlaşan grev ve fabrika işgalleri dalgasıyla birleşerek- hakim sınıflarda büyük bir rahatsızlığa neden oldu. Yarattığı bu etkiye rağmen, programatik bakımdan Türkiye solunun geri kalanından ayrılmaması nedeniyle varolan potansiyel parti tarafından devrimci kanallara akıtılmadı. TİP’in solun diğer kesimleriyle benzerliğini ortaya koyan pek çok örnek verilebilir. Yalnızca birkaç tane vermekle yetinelim. TİP’in “Atatürkçülükten hareket ettiğini” söyleyen parti başkanı Mehmet Ali Aybar’a göre 1961 Anayasası “toprak ağalarının ve işbirlikçi sermayeci sınıfların çıkarlarını iyice köstekleyen hükümlerle dolu” idi. 1965 yılında CHP hükümeti düşürülüp yerine Adalet Partisi (AP) hükümeti geçtiğinde TİP liderleri “kuvayi milliye cephesi” kurulması gerektiğini söylediler. Türkiye soluna musallat olan CHP’ye destek yaklaşımının nüveleri TİP’te de mevcuttur. Bazı TİP yöneticileri CHP ile koalisyonu mümkün gördüklerini ifade ettiler.
60’lı yılların en son ve sonraki yıllara damga vuran politik akımı MDD (Milli Demokratik Devrim) hareketidir. MDD hareketi, Stalinist bürokrasinin komünist partilere dikte ettiği “demokratik devrimde proletarya dışındaki sınıfların öncülüğü”, “burjuva güçlerle ittifak” gibi tezleri Türkiye şartlarına adapte etmekten öte bir şey yapmadı. Demokratik devrimin görevleri ile sosyalist inşanın görevlerini birleştirecek bir proleter sürekli devrimini reddeden MDD kadroları, bunu yerine “ ‘Türkiye’nin özgül şartlarında’ modern işçi sınıfının değil diğer –antika ve modern- sosyal tabaka ve kategorilerin belirleyici olduğunu” savundular. MDD hareketinin sözcülerinden Mihri Belli’nin Türk ordusu hakkındaki görüşlerine bakıldığında, bu hareketin sınıf bağımsızlığı konusunda solun diğer kesimlerinden bir adım dahi önde olmadığı anlaşılır:
Emperyalizmin Türkiye’de iç destekçilerinin yardımıyla tam hâkimiyetini kurması demek, Türk ordusunun, bütün marifeti yerli yabancı sömürücüler emrinde kendi halkını ezmek olan, tarihinde hiçbir zaman yabancı bir düşmana karşı savaşmamış Güney Amerika peyklerindeki ordular durumuna düşmesi... demektir. Türkiye’de asker sivil aydın zümre tüm tarihini inkâr etmeden böyle bir durumu kabullenemez.
Yukarıda yapılan özetin ardından, 60’ların son döneminde yaygınlaşan milli demokratik devrim-sosyalist devrim tartışmasının sahteliğini kavramak zor olmaz. Hem TİP hem de MDD hareketi, demokratik devrimin görevleriyle sosyalist devrimin görevlerini tek bir devrimci süreç içinde birleştirerek yerine getirecek bir işçi iktidarını hedeflemiyorlardı. Bu tartışmada “sosyalist devrim” tezini savunan TİP’in “sosyalist devrim”den anladığı şeyin, sürekli devrim anlamında bir sosyalist devrim ile ilgisi yoktu:
İdeolojik planda TİP saflarında da sosyalizm bir “milli kalkınma yolu”dur. Dahası 27 Mayıs ve devlet konusunda Kemalist ideolojinin etkisi en az YÖN ve MDD çizgilerinde olduğu kadar TİP için de söz konusudur. Hatta TİP 27 Mayıs Anayasası’nın “kapitalizme kapalı, sosyalizme ise açık” olduğunu bile iddia etmekte, böylece kendini ve sosyalizmi “anayasal düzen”in en meşru mirasçısı olarak sunmaktadır. Böylece TİP’in stratejisi çerçevesinde sosyalizme geçiş, parlamenter zeminde gerici iktidarı alt ederek 27 Mayıs Anayasası’nın öngördüğü reformları “hayata geçirmek”ten ibarettir... Söylemeye gerek bile yok; sosyalizm tedricen devlet sektörünün ağırlığının artmasıyla ve özel sektöre tanınan ayrıcalıkların kaldırılmasıyla inşa edilecektir bu projede.
Dolayısıyla tartışmanın demokratik devrim-sosyalist devrim ayrımına dayanan programatik bir boyutu yoktur:
İster MDD olsun ister sosyalist devrim modeli olsun her iki model de ülkenin geri kalmışlığına değinmekte ve “kapitalist olmayan kalkınma yolunu” ya da “Tam Bağımsız Gerçekten Demokratik Türkiye”yi geri kalmışlıktan kurtulmanın en etkili yöntemi olarak görmekteydiler. “Sosyalist devrimciler”in yaptıkları MDD’yi benimseyenlerin “Tam Bağımsız-Gerçekten Demokratik Türkiye’sinin adını sosyalist olarak değiştirip üstüne biraz daha kamucu bir cila çekmek olarak yorumlanabilir.
Tartışmanın özü yöntemseldir:
Asker sivil aydın zümreye daha etkili bir rol biçen MDD devrimcilere düşen sorumluluğu artırıyor ve kitlelerden kopuk da olsa bir tür devrimci aktivizmi meşrulaştırıyordu. Devrimci aktivizmden fellik fellik kaçan TİP ise bu tutumunu “işçi sınıfının kendisini kendi elleriyle kurtaracağı” sözünün arkasına sığınıp kitlelerin henüz geri bir düzeyde olduğu, bu yüzden de provokatif eylemlerden kaçınmak gerektiği savlarıyla gerekçelendiriyordu.
Sonuç olarak, taraflardan birinin parlamentarizmi diğerinin ise proleter devrimci olmayan bir aktivizmi savunduğu bu tartışmanın, hiç ilgisi olmadığı halde -sosyo-ekonomik durum tahlilleriyle de süslenerek- bir program tartışmasıymış gibi sunulması ve bu sahte çerçevenin tartışmayı takip edenler tarafından da aynen benimsenmesi 60’ların solunun teorik düzeyinin sınırlarını gösterir. Diğer yandan, aşamacı-Stalinist çerçevenin farklı varyantlarını oluşturan bu iki ekipten MDD’nin 1968 sonrasında iyice militanlaşan öğrenci gençliğin desteğini alması da tesadüf değildir. MDD hareketinin, “genel çizgileriyle doğru bir program”a sahip olduğunu düşündükleri TİP’in elde edeceği bir seçim zaferinin asla bir sosyalist devrim anlamına gelmeyeceğinin altını çizerek “parlamenter mücadelenin limitlerini ve bunu temel alan bir sosyalizm mücadelesinin olanaksızlığını” ortaya koyması, “statükocu dönüşümler peşinde koşmayan” çok geniş bir kesimi MDD’nin yanına çekmiştir. 1970–72 döneminde THKO, THKP-C ve TKP/ML gibi -eksik ve yanlış bir çerçeveden de olsa- iktidar sorununu devrimci yoldan çözmeyi hedefleyen grupların MDD hareketinin içinden çıkması tesadüf değildir.
Kaynak: “1970’li yıllarda Türkiye Solu”, Devrimci Marksizm, sayı 2, Kasım 2006.