Kırmızılı kadından orak-çekiçli gence
Bir savaşı askeri olarak kazanan, siyasi olarak da mutlaka galip mi gelmiştir? Bu sorunun cevabının “hayır” olduğunu, dün İstanbul’da 1 Mayıs için Taksim meydanına çıkma mücadelesi verenler kolaylıkla söyleyebilir. Evet, Tayyip Erdoğan, AKP hükümeti, İstanbul Valisi Mutlu ve polis, işçi sınıfını ve sosyalistleri meydana çıkarmamayı başarmıştır. Mücadelenin dolaysız amacı Taksim’de kutlama olduğuna göre, bu bir savaş olsaydı kazanan taraf hükümet olurdu. Ama mücadelenin dar askeri/polisiye boyutunun ötesine geçilir ve bütünsel tabloya bakılırsa, kaybeden taraf hükümettir, kazanan biziz.
Taksim’in üzerinde bir heyûla dolaşıyor!
Kimse halkı aptal yerine koymasın. Medyanız ve demeçleriniz ile yalan haberler yayabilirsiniz. Bir süre boyunca halkın gerçekleri anlamasını engelleyebilirsiniz. Ama siyasi gerçekler halka anlatıldığında halk anlar. Bu sefer halkın gerçeği anlayabilmesi için AİHM’le, anayasayla falan uğraşmaya hiç gerek yoktu. Tek bir soru sürekli sorulmalıydı: Geçen sene meydan yeniden düzenleniyordu, halk için tehlikelidir dediniz. Devletin valisini çukurların tepesine çıkarıp korkutucu manzaralar önünde fotoğraflar çektirip halkı kandırmaya çalıştınız. Bu sene inşaat yok, gene yasak var. Ne iştir?
Hareket bu soruyu yeterince işlese halk hükümetin yalan söylediğini, esas kaygısını gizlemeye çalıştığını anlardı. Hani ruh durumu bozuk insanların her gece tekrar tekrar gördüğü kâbuslar vardır. Tayyip Erdoğan da son bir yıldır her gece aynı kâbusu görüyor olmalı: Gezi Parkı büyük halk kitlelerince alınıyor, isyan bütün ülkeye yayılıyor, Erdoğan tam iktidardan düşecekken kan ter içinde uykusundan uyanıyor. Gezi ile başlayan halk isyanı Tayyip Erdoğan’ın siyasi hayatında yediği en sert yumruktur ve bu yumruğu tekrar yemekten vebadan korkar gibi korkuyor. Taksim bundan dolayı yasaktır. O iktidarda oldukça da yasağı uygulamaya çalışacaktır. Bakın, denizden doldurma Yenikapı alanını sayıklayıp duruyor. Bizim sloganlarımızı martılara ve adalara haykırmamızı bekliyor. Sloganlar halka haykırılır. İstanbul’un güzelim martılarına ve güzeller güzeli adalarına söyleyecek şarkımız ve şiirimiz çok. Ama sloganlarımızı işçi ve emekçi halka haykırırız!
Tayyip Erdoğan Taksim’den bu kadar korkuyor çünkü Gezi ile başlayan halk isyanı onun için üçlü bir yenilgi olmuştur. İstanbul’un yerel düzeyinde, Topçu Kışlası kılığına girmiş AVM ve ona eşlik ederek piyasa İslamcılığını simgeleyecek olan cami projesi şimdilik de olsa rafa kaldırılmıştır. Ulusal siyaset düzeyinde, Erdoğan’ın Türkiye’nin başına bağdaş kurmak için ihtirasla beklediği Amerikan tipi başkanlık ya da Fransız tipi yarı başkanlık sistemi hayal olmuştur. 12 Haziran 2011 seçimlerinden hemen sonra başlamış olan anayasa çalışmaları Haziran 2013’te aniden geleceksiz kalmıştır. Dile kolay bir ülkenin parlamentosu tastamam iki yıl bir proje üzerinde çalışıyor, “sivil toplum”un sivri akıllıları da kendilerinden geçerek buna “katkı koyuyor”; ama sonunda bir halk isyanı ve gerisi hüsran! Nihayet, uluslararası alanda, Tayyip Erdoğan’ın Sünni Arap ülkelerinin önüne düşerek Ortadoğu fatihi rolüne soyunmanın kapısı gibi gördüğü Suriye konusunda, halk isyanının birçok kentte başını çeken Alevi kitlelerinin mücadeleciliği herhangi bir savaş hayalini tuzla buz etmiş, Sıfır Ahmet Paşa’nın Suriye politikasının önünü kapatmıştır.
İşte bütün bunlardan dolayıdır ki Erdoğan Taksim’e düşmandır. Aynen işçi sınıfına düşman olduğu gibi. İşçi boynunu eğip elini açan garip gureba olduğunda onun için makbuldür. Başını kaldırıp hakkını arayan işçi haline geldiğinde onun düşmanıdır. Muammer Güler’in tapesini hiç unutmayın. O tapede eski İçişleri Bakanı, kimsenin kendisini dinlemediğini sandığı bir anda kalbini açıp Gezi’nin daha yumuşak ele alınmasının daha doğru olacağını teslim ediyor, ama ekliyordu: Beyefendi Tekel eyleminin tekrarlamasından endişe ediyor. Haklıdır. Erdoğan işçi sınıfından korkmalıdır, titremelidir!
Yeni bir sembol: orak-çekiçli genç
1 Mayıs 2014’te Taksim’e girememiş olmamızı bir yenilgi olarak görmek için gerçekten çok dar bir bakış açısına sahip olmak gerekir. Her şeyden önce bir gerçek Türkiye tarihinin sayfalarına ebediyen yazılmıştır. 1 Mayıs 2013’te polis bizi, işçi sınıfını ve sosyalist hareketi Taksim’e sokmadı. Bu hükümet için taktik bir zafer, bizim için taktik bir yenilgi idi. Ama bu tarihten tam tamına bir ay sonra biz polisi Taksim’e sokmamayı, daha doğrusu onu Taksim’den söküp atmayı başardık. Halk isyanı başlamıştı. Bu noktada simetrik ama aldatıcı bir bakışla insan şöyle demeye eğilimli olabilir: Bu da bizim için taktik bir zafer, hükümet için taktik bir yenilgidir. Hayır! 1 Haziran zaferi, stratejik boyutlar taşıyan bir zaferdi! Kitle hareketi ağır bir yenilgiye uğrayana kadar, yıllar boyunca hiçbir şey 1 Haziran 2013 öncesinde olduğu gibi olmayacak.
Başka her şeyi bir yana bırakın ve 2013 1 Mayıs’ı ile 2014 1 Mayıs’ını karşılaştırın. Geçen yıl 1 Mayıs’ta Türk-İş’in muhalif sendikaları da Taksim seçişini yaptığı halde, katılım bu yıla göre daha düşüktü. Nicelikten daha önemlisi ise direniş ruhunun çok daha zayıf olmasıydı. Bu yıl en azından Beşiktaş’ta muazzam bir kalabalık toplanmıştı. Bunu burjuva basınında yer alan bazı fotoğraflardan da görmek mümkün. Başlangıçta kitleyi aşırı şiddetli bir gazlama yoluyla yan sokaklara püskürtmeyi başaran polis, daha sonra direnişin gücüyle başa çıkamadığı için Barbaros bulvarının ana gövdesini boşaltmak ve Beşiktaş meydanına kadar ricat etmek zorunda kaldığında, bulvarı kaplayan kalabalığın görkemine bir bakın! Sabah saat yedilerden, sekizlerden beri Beşiktaş’a akmaktadır kalabalık. Şimdi neredeyse öğlendir, ama kimse evine dönmemiştir! Yani kalabalık aynı zamanda azimlidir, cesurdur, kararlıdır. Nicelik ile nitelik el ele gitmektedir. Büyük kitle için doğru olan, militan kadrolar için daha da doğrudur. Sosyalist parti ve hareketlerin militanları mebzul miktarda gaza, bedenleri yakan suya, baş yaran kapsüllere, göz çıkaran plastik mermilere inat, göz yaşartıcı bir kararlılıkla baskının ve karanlığın güçlerine karşı bedenlerini işçi sınıfı ve halk için ortaya koymuşlardır. Ne mutlu bize, 1990 gençliği işte böyle politize oluyor, böyle gelişiyor, böyle militanlaşıyor!
Gezi’nin sembollerinden en çarpıcısı, haklı olarak ün kazanan “kırmızılı kadın”dı. Polisin, hemen yanı başından üzerine gaz sıkmasına rağmen, herkes kaçışırken olduğu yerde kalan o efsanevi “kırmızılı kadın”. Başkaları da vardı kuşkusuz ama o hep en ön planda oldu. Bu 1 Mayıs’ta “kırmızılı kadın”a kardeş geldi. Barbaros bulvarında polisin ricatı üzerine toplanmış olan on binlerin en önünde TOMA’ya meydan okuyan, sıkılan suya rağmen işçi sınıfının ve emekçi köylülüğün iktidarını simgeleyen orak-çekiçi yüksekte tutan genç militandır bu! Ne mutlu bize ki, o orak-çekiç Devrimci İşçi Partisi’nin simgesidir, o militan bizim partimizin militanıdır!
Bizim saflarımızda böyle gençler oldukça, eskilerin deyimiyle söyleyecek olursak, galip sayılır bu yolda mağlûp!