İstibdada karşı sınıf mücadelesi
Bir seçimi ve bir rejimi geride bıraktık. Seçimler geçer, rejimler biter, sınıf mücadelesi yeni koşullarda devam eder. Şimdi sosyalistlerin önünde duran görev, yeni koşullarda mücadelenin hangi eksenlerde verileceğini saptamaktır.
Faşizmin yelkenleri doluyor
Önce şunu saptayalım: Taraftarlarının yanı sıra birçok karşıtı, Tayyip Erdoğan’ın seçimden güçlü çıktığını, AKP’nin ise oy yitirdiğini söylüyor. Şaşırtıcı. Tayyip Erdoğan’ın dışında bir AKP yok ki, biri güçlü biri zayıf olsun. Erdoğan’ın oyu resmi sonuçlara göre yüzde 52,4. AKP’nin oyu ise yüzde 42,3. Aradaki fark MHP oyları. MHP oyunu AKP oyuna eklerseniz, yüzde 53,5 yapıyor. Hepsini alamamış bile.
MHP oylarını bir yana bırakırsanız, AKP’nin sonucu neredeyse 7 Haziran 2015 seçimleri düzeyinde. Yuvarlak rakamla o seçimde yüzde 41 almıştı, bu seçimde yüzde 42! O seçimde AKP’nin ciddi bir yenilgi aldığında herkes hemfikirdi. Şimdi büyük zafer değerlendirmeleri ne oluyor?
Bir de işin öteki yüzüne bakalım: İyi Parti’nin teşkilatlarını MHP’den kopanlar kurdu. Tepede eski ANAP ya da DYP kadrolarının olması sadece bir cila. O zaman MHP’nin oyuna (yüzde 11,2) İyi Parti’nin oyunu eklerseniz (yüzde 10,1), faşist gelenekten gelen partilerin oyunun toplamı yüzde 21’i aşıyor! MHP tarihinin en yüksek oyunu 1999 yılında, Türkiye’de şovenizmin doruğuna çıktığı bir seçimde almıştı. O bile yüzde 19’du. Demek ki, bir şeyi iyice kafamıza yerleştirmemiz gerekiyor. Kitle desteği bakımından AKP düşüşte, faşizm yükseliyor. MHP’nin seçimden Bahçeli’nin deyişiyle “denge ve denetleme görevi” ile çıktığı gerçeğine İyi Parti’de şimdiden ortaya çıkan kriz belirtilerini eklerseniz, geleceği sadece Erdoğan’ın istibdadına bakarak değil, faşizmin yükselişi unsurunu da göz önüne alarak düşünmemiz gerektiği ortaya çıkar.
AKP’nin dönüşümünü de göz önüne alırsak, sosyalistlerin bu seçim sonucunda nelere dikkat etmesi gerektiği konusunda ilk sonucu elde ederiz. Seçim gecesi İstanbul Habipler’de yaşananların en anlamlı yanı, “kadın erkek hepimiz silahlıyız, sorun yok” art sesi eşliğinde çekilen, yüzlerin de hiç çekinmeden gösterildiği bir videonun milyonlara erişecek şekilde internet ortamına aktarılmasıydı. Habipler ve başka yerlerde o gece AKP silah gösterdi.
Buna Bahçeli’nin gazetecilerin adlarını teker teker saydığı ilanı, Soylu’nun tehdit dolu açıklamalarını, Alaattin Çakıcı’nın Karar gazetesi yöneticilerine ve yazarlarına yönelik tehdidini ekleyin, açılan dönemin ana özelliklerinden birini çıplak biçimde görebilirsiniz. Seçimden sonra Sedat Peker’in “kan banyosu” tehdidi için açılmış davada beraat kararı aldığını da hatırlarsanız tablo tamamlanır. Jandarmanın polisleştirilme sürecinin de tamamlandığını unutmamak gerekiyor.
İstibdadın sınıf karakteri
Türkiye’de kurulmakta olan istibdad rejimine Erdoğanizm, Bonapartizm, Sezarizm, monokrasi, çeşitli adlar konulmaya başladı. Faşizm diyenler de az olmadığına göre rivayet muhtelif. Fakat bizim görebildiğimiz kadarıyla bunların hemen hiçbiri, istibdadın sınıf karakteriyle ilgilenmiyor. Oysa seçimden sonra açıklanan “kabine” bu sınıf karakterini görmek istemeyen gözlere bile yüksek sesle ilan ediyor. Erdoğan’ın “kabine”si bir patronlar resmi geçidi. Sağlık, Eğitim, Turizm, Ulaştırma, Ticaret, Tarım, Çevre ve Şehircilik Bakanlıkları, doğrudan doğruya işletme sahipliği veya yöneticiliğinden, yani büyük burjuvazinin bağrından gelen insanlara teslim edildi. Erdoğan ta Tekel işçilerinin Sakarya mücadelesinden başlayarak Türkiye’yi anonim şirket gibi yönetmek istediğini söylüyordu. Kurulan sistemin “cumhurbaşkanlığı” mı, “başkanlık” mı olduğu tartışılıyor. Bize “cumhurpatronluğu sistemi” her ikisinden de daha uygun görünüyor!
Yeni rejim sadece personeliyle değil, işleyiş mantığıyla da doğrudan doğruya burjuvaziye hitap ediyor. Yeni düzenin en çok vurgulanan yanı hızlı ve etkin çalışacağı, sorunları yok meclismiş, yok Danıştaymış, yok Anayasa Mahkemesiymiş, bu tür engellerle karşılaşmadan çözebileceği. Dünya ekonomisinin ticaret savaşlarıyla tam bir kargaşaya girmekte olduğu bu dönemde, Erdoğan Türkiye burjuvazisine kapitalist mantıkla yetişmiş, kapitalistlerin sorunlarına çözüm olan bir yönetim vaat ediyor.
Elbette işin bir başka yanını hiç ihmal etmemeliyiz. Erdoğan OHAL’i nasıl savunuyordu? Grev yasaklarıyla. Şimdi OHAL süreklileştiğinde grev serbest mi olacak? 12 Eylül’ün çalışma yasalarının “grev erteleme” hükümleri ne güne duruyor? Kısacası, Erdoğan kendisi kurmakta olduğu istibdad rejiminin sınıf karakterini açıkça ilan ettiği halde, sol bu rejime hâlâ özgürlükler ve laiklik konusunda soyut genellemelerin ötesine geçmeden yaklaşıyor.
TÜSİAD ve Rabiacılık
Erdoğan’ın kurmakta olduğu rejime “istibdad” rejiminden başka bir isim aranıyorsa bunun rejimin içeriğini tanımlayacak bir karakterde olması doğru olur. “Rabiacılık” bu içeriği en iyi tanımlayan isimdir. Çünkü Erdoğan’ın projesi, Türkiye’yi, öncelikle Arap dünyasından başlamak üzere Sünni İslam âleminin hâkim gücü haline getirmek, kendisi de bu yeni düzenin “reisi” olmaktır. Bunun sadece dini ve kültürel, yani salt ideolojik bir proje olduğu sanılmasın. Tersine, bu yayılmacı proje, Türkiye burjuvazisinin 1980’li yıllardan itibaren gelişen pazar, hammadde ve yatırım ihtiyaçlarına, en başta da petrol ve doğal gaz biçimindeki birincil enerji kaynaklarından yoksun bir sanayileşmenin çelişkilerine yanıt olmak üzere planlanmıştır.
TÜSİAD’ı yeni istibdad rejiminin toplumsal dayanaklarının dışında bırakmak, Türkiye’nin Batıcı-laik finans kapitalinin yukarıda özetlenen yayılmacı politikaya en çok ihtiyaç duyan sermaye fraksiyonu olduğunu unutmak anlamına gelir. Koç’un son yıllarda en büyük yatırımı Tüpraş’tır. TÜSİAD’cılar genel olarak enerjiye ve silah sanayisine büyük yatırımlar yapıyor.
TÜSİAD’ın Erdoğan ile önemli çelişkileri olduğu doğrudur. Bunları geçmişte en çok biz vurguladık. Ama İslam dünyası üzerinde hâkimiyet projesi, Türkiye’nin yayılmacı politikayla yeni nüfuz bölgeleri kazanması Batı dünyasından kopmaksızın yapıldığında TÜSİAD burjuvazisi en Rabiacı toplumsal kesim olacaktır! İstibdad rejimi NATO ve uluslararası finans kapitalden kopmadan inşa edilebilirse, Türkiye burjuvazisinin tamamını arkasında bulacaktır.
Türkiye solu, artık emperyalizmden ve TÜSİAD’dan demokrasi, özgürlük, haklar beklentisini geride bırakmalıdır. Trump Amerikası’ndan mı, Brexit İngilteresi’nden mi, Liga İtalyası’ndan mı gelecektir demokrasi? Emperyalizmle tek ilişki tarzımız, onu şirketleriyle, üsleriyle, NATO’su ile bu ülkeden, daha da ötede bu bölgeden kovmak olmalıdır. TÜSİAD’a gelince, kendisinin solda olduğunu söyleyen hiç kimse, seçim öncesinde ya da sonrasında bu patronlar kulübüne saygı sunmaya gitmemelidir!
Bütün bunlar bize yeni rejime karşı nasıl mücadele edeceğimiz konusunda gerekli ipuçlarını sağlıyor.
Ne yapmamalı?
Önce nasıl mücadele edilmeyeceği üzerinde duralım kısaca. Mücadele şimdiden “yerel seçimlerde nasıl başarı kazanırız?” sorusu etrafında örgütlenmemelidir. Seçimden seçime hiçbir şey yapmadan istibdadı yenilgiye uğratma umudu, artık terk edilmesi gereken bir hayalciliktir. Mücadele hayali bir “millet ittifakı” çerçevesinde düşünülmemelidir. 2018 seçimlerindeki Millet İttifakı, 2014 seçimlerinin Ekmeleddin’i olmuştur. Biz seçimden önce, MHP’nin 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası performansı ortada iken İyi Parti’nin ya da Saadet’in AKP’nin yanına geçmeyeceğinin hangi saflıkla beklendiğini soruyorduk. Seçim bitti, ittifak sona erdi! İyi Partililer Bahçeli’nin elini öptü, vatan uğruna “yapıcı” muhalefetten söz etmeye başladı. Bu tür geri hayalleri terk etmek için daha kaç ders gerekecek?
Bu ders öğrenildi mi çözümün CHP’de aranmaması gerektiğinin de öğrenilmesi için yol açılmış demektir. CHP, dört yıl içinde Ekmeleddin’i, Mansur Yavaş’ı ve Meral Akşener-Temel Karamollaoğlu ikilisini önümüze çözüm unsurları diye koydu. Yetmedi önce Gül’ü, sonra Ali Babacan’ı aday olarak yokladı. Daha sol görünen Muharrem İnce bile aslında “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”nin bir dişlisi olmaya hazır. Adam şimdilerde “ben CHP başkanı değil cumhurbaşkanı olmak istiyorum” diye söylenip duruyor!
Ne yapmalı?
Yukarıda anlatılanlar, nasıl yürümemiz gerektiğini de tanımlıyor. AKP’nin ve MHP’nin, teker teker ve birlikte yürütmekte olduğu tehdit politikasına karşı saldırı altında kalan bütün kesimleri hep birlikte savunmak ilk görevimiz olmalıdır.
Bunun ötesinde şayet rejim Koç’un Tüpraş yatırımıyla aynı doğrultuda yürüyorsa, şayet rejim OHAL ya da değil grevleri yasaklamayı asli işlevi sayıyorsa ya da bugün 5 numaralı Cumhurbaşkanı Kararnamesi aracılığıyla yaptığı gibi, Devlet Denetleme Kurulu soruşturmalarıyla bütün mücadeleci sendikacıları ve meslek odası yöneticilerini tasfiye için tırnaklarını sivriltiyorsa, bizim de bu sınıf karakterinin bilincine varıp mücadelemizi o eksene oturtmamız gerekir.
İlk yapmamız gereken, en önemli işimiz, işçi sınıfının acil taleplerine sahip çıkarak işçiler arasında örgütlenmektir. İkincisi, burjuvazinin yayılmacı projesindeki grev düşmanı birliğine karşı bir birleşik işçi cephesi taktiği olarak acilen sosyalist bir blok kurmaktır. Üçüncüsü, yaklaşan ekonomik kriz karşısında krizin yükünü işçi sınıfının değil burjuvazinin yüklenmesi için sağlam bir program ve sınıf birliği temelinde mücadeleye atılmaktır.
Türkiye’nin emekçi halkıyla bütünleşmek emperyalizme karşı sağlam bir tutuma sahip olmayı gerektirir. 1960’lı ve 70’li yıllarda Türkiye solu, halkla bugün hayal edilemeyecek ölçüde bütünleştiyse bunun ardında, başka şeylerin yanı sıra, solun bu toprakların insanlarının duyarlılıklarından kopmaması yatıyordu. Bugün ise sol halktan bambaşka bir dünyada yaşıyor. Burada en önemli bağ, anti-emperyalizm ve anti-Siyonizm’dir. Türkiye solu, işçi sınıfını ve emekçi halkı, maddi çıkarları için en tutarlı mücadeleyi vererek, ama aynı zamanda AKP’nin “üst akıl”la, “faiz lobi”siyle, genel olarak emperyalizmle tam bir işbirliği içinde olduğunu anlatarak kazanacaktır.
İşçi sınıfının dilini konuşan bir sosyalist sol, istibdadın en etkili karşıtı olacaktır.
Bu yazı, 22 Temmuz 2018 tarihinde BirGün gazetesinin Pazar Eki'nde yer almıştır.