Güçlü liderle mi, güçlü tüketimle mi?
“Krizin ilk aşamasında ABD …. ekonomiyi yeniden canlandırmayı denedi ama pek de başarılı olamadı. Trilyonlarca dolarlık likidite desteğine karşın ne tüketim ne yeni ev satışları ne de diğer alanlarda beklendiği gibi bir canlanma ortaya çıktı. … Krizin ikinci aşamasında Euro Bölgesi ekonomilerinin bir bölümü kendi aldıkları … önlemlerle krizden çıkma yolunda hiçbir gelişme sağlayamadılar. Bu ekonomilere … IMF’den yardım yapıldı ve hâlâ da yapılıyor ama olumlu bir gelişme şimdiye dek sağlanamadı.” Gören gözün gördüğünü tasvir eden Mahfi Eğilmez, ayrıca krizin üçüncü aşamasına girildiğini, Türkiye’nin de içinde olduğu “gelişme yolundaki ekonomilerin” de artık krizden uzak durmalarının “pek mümkün olma(dığını)” söylüyor (tinyurl.com/636qh94).
Küresel ölçekte, yaygın, uzun süreli ve derin bir kriz ile karşı karşıya olduğumuzun kabulü anlamına gelen bu tasvire katılıyorum. Ama krizin nedenlerine ve bu nedenleri nasıl teşhis ettiğimize bağlı olarak krizin nasıl aşılacağına gelince, Eğilmez ile farklılaşmamız doğal. Bu farklılaşmanın kaynağı sadece ana akım iktisat anlayışı ile Marksist yaklaşım arasındaki fark değil. Çünkü, Marksistler arasında da krizin nedeni ve tedavisi hakkında ciddi görüş ayrılıkları olduğunu biliyoruz. Aşağıda eksik tüketim üzerine düşündüklerim bu farklılaşmanın da hafife alınmaması gerektiğini gösterecektir.Oysa, daha 14 Ağustos gecesi NTV’deki bir programda, Oğuz Haksever’in sosyalizmin olabilirliği üzerine sorduğu soruya Mahfi Eğilmez “tabii, niye olmasın. O da bir alternatif. Kapitalizmin içinde bir çıkış yok. Oturup düşünüyoruz burada bir çözüm yok…” demişti (http://bit.ly/oMG7EX). Çözümsüzlük rahatsız etmiş olmalı ki, Eğilmez düşünmüş, taşınmış çözümü “güçlü lider”de bulmuş!
Otoriter, güçlü bir liderin eksikliği yüzünden krizin aşılamadığını sanmak, krizin, basiretsiz, yanlış politikalar sonucu başımıza geldiğini düşünmekle aynı şeydir. Bizim cenahta henüz o kadar savrulma yok.
Bu durum tespitinden sonra, sol analizler arasında oldukça hakim olduğunu düşündüğüm eksik tüketim çıkışlı kriz açıklamasına değinmek istiyorum. Bu yaklaşımın hareket noktası, gelir dağılımının bozukluğu, ücretlerin yeterince (verimlilik artışlarına paralel, hatta daha hızlı) artmayışıdır. Ücretleri yeterince yüksek olmayan işçiler giderek tüketim metalarının tamamını satın alamayacakları için eksik tüketim (satılamayan tüketim metalarının elde kalması –aşırı birikim?) oluşmakta, bu yüzden de kapitalistlerin kâr oranları düşmektedir.
Bir taşla iki kuş! Öyle ya, bir ayağımız eksik tüketimde, bir ayağımız da kâr oranının düşme eğiliminde. Tedavi de krizin nedenini teşhiste mevcut. Düzelt gelir dağılımını, arttır ücretleri, ne kriz kalır, ne sefalet. İsteyerek ya da istemeyerek kapitalizmin restorasyonuna hizmet.
Memleketimizde bu görüşün çok yaygın oluşu bence kısmen sol literatürün niteliği, kısmen de soldaki iktisatçılarımızın formasyonu ile açıklanabilir. Hepimizin saydığı, sevdiği Sadun Aren hocamız sol Keynesçi idi, keza Paul Sweezy’yi özetleyerek çeviren Arslan Başer Kafaoğlu da. Kapitalizmi evrelere ayırarak, Marx’ın emek değer teorisinin sadece rekabetçi döneme uygulanabilir olduğunu, oysa artık tekelci kapitalizm evresinde olduğumuz için “yeni” (yani, Keynesçi) çözümlemelere ihtiyacımız olduğu az mı tekrarlandı?
Kaba eksik tüketimcilik hakkında Marx’ın ne düşündüğü Kapital’in II. cildinde açık seçik anlatılmıştır. Ne demek istediğimi merak edenler II. cildin XX. bölümüne göz atabilir. Bizzat Marx’ın kendisinin eksik tüketim anlayışını ne kadar naif bulduğunu ve cepheden karşı çıktığını orada göreceklerdir.
Şimdilik bu kadar, gerisini daha uzun bir yazıda ele almak üzere.
* Bu yazı 1 Ekim 2011 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır.