Alman emperyalizminin savaş hazırlığı olarak 2014 Dünya Kupası

Kendinizi bir an, başınızı ne yöne çevirseniz milli bayrakların ve renklerin olduğu bir yerde hayal edin. Başınızı nereye çevirseniz bayrak, bayrak, bayrak… Bu durumla Türkiye’de ve Kıbrıs’ta bile karşılaştığımı söyleyemem. Böyle bir durumla ancak askeri geçit töreninin ortasındaysanız veya bir burjuva partisinin mitingindeyseniz karşılaşırsınız. Bu durum Almanya’da olağan dünya kupası havasıdır. Almanya bugün askeri bir geçit törenidir. Ya da seferberlik ilan edilmiş!

Esasen futbolla ve futbol taraftarlığıyla alakası olmayan milyonlarca insanın futbolu gerekçe göstererek bayraklarına sarılması, faşizmin Avrupa ölçeğinde hızlı bir yükselişe geçtiği bu dönemde, Alman ulusunun “Almanlık’tan ve Almanya’dan gurur duyma” ve bayrak yurtseverliği şeklinde ifade ettiği tutumun bir ifadesidir. 2. Dünya Savaşı’nın suçluluğu olduğu söylenen durum bir şekilde uzun bir dönemdir Alman milliyetçiliğinin bastırılmasına veya görünmez kılınmasına neden oldu. Biz, Leninist uluslar politikasından dolayı çok iyi biliyoruz ki, bastırılarak ve yok sayılarak ortadan kaldırılmaya çalışılan her ulusal sorun çok daha büyük patlamalarla ortaya çıkar. Bunun son örneği Ukrayna ve “Büyük Suriye” meselesi.

Ulusal sorunların şakaya gelir bir tarafı yoktur. Ulus-devletlerin, ulusların, tarihin, parti fikrinin, ideolojilerin, sınıf mücadelelerinin, çalışmanın, disiplinin vb. sonunu ilan eden liberaller ve emperyalizmin ideologları bir süredir ağızlarını açamıyorlar. Çünkü sonu geldi dedikleri her şey çok daha büyük sıçramalarla bugün dünya siyasetini şekillendiriyor. Tarihin ve kapitalizmin içinde bulunduğu an’a bakarak konuşmanın bedeli büyüktür. Bernstein’dan beridir uluslararası sol ve Alman solu bu hatanın bedelini dünyaya ödetti. Kapitalizmin barışçıl büyüme dönemlerine bakarak sosyalizmin sonunu ilan edenlerin, sosyalizme barışçıl parlamenter yolla geçileceğini ve artık emperyalizmin savaşçı karakterinin ortadan kalktığını söyleyenlerin sözlerinin ağızlarından çıkmasının üzerinden çok geçmeden ya dünya savaşları çıktı ya da kapitalizm krizlerle sarsıldı. Alman sosyal demokratı Bernstein’ın savaşların sonunu ilanından hemen sonra Birinci Dünya savaşı çıktı. Bernstein’ın ölümünden kısa bir süre sonra da İkinci Dünya savaşı çıktı. Biraz daha uzun yaşasa iki savaşı da görmeyi başaracaktı!    

Alman emperyalizmi bir süredir savaş hazırlıklarına başladı. Bu üçüncü dünya savaşı veya başka bölgesel savaşların işareti olabilir. Savaş hazırlıklarıyla savaş planlarını ve istencini birbirine karıştırmamak gerek. Savaş hazırlıklarının başlamasına işaret ederek savaşın zamanlamasıyla ilgi bir önermede bulunmuyoruz. Alman emperyalizminin bir özelliği vardır: Savaşlara çok uzun sürede hazırlanır. Birinci Dünya savaşı hazırlıkları neredeyse 45 sene sürdü. Hazırlıklar 1870’lerin başında başladı. Bu savaş hazırlıkları bölgesel savaşları, Ermeni soykırımını ve başka birçok katliamı tetikledi. Birinci Dünya savaşı da İkinci Savaş’ın hem nedeni hem provası oldu. Bugünse Alman ordusunun durumu çok farklı… Yarım yüzyılı aşkındır Afganistan ve Kosova savaşlarını saymazsak, uluslararası emperyalizmin basıncı altında kendisini “savunma savaşları” ile sınırlandıran Alman ordusu “yan gelip yatmakta”dır. Bugün bir yandan, ordunun küçük misyonlarda savaşkanlığı ve manevra kabiliyeti yükseltilirken, diğer yandan da Alman halkı savaşlara yeniden alıştırılmaya çalışılıyor. Bugünkü Dünya Kupası da Alman emperyalizminin savaş hazırlığı olarak, kitlelerin savaş ve şovenist çığırtkanlık anlamına gelen “bayrak yurtseverliği”yle yoğrulması için bir araca dönüşmüştür.        

Futbol savaşın farklı araçlarla sürdürülmesidir

1. Futbol tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir:Liberallere klişe gibi görünen bu söz yalnızca futbolun kuruluşu itibariyle işçi sınıfı sporu olarak ortaya çıkmasından kaynaklanmaz. Hem kapitalizmin örgütlenmesiyle hem de işçi sınıfı mücadeleleriyle birlikte şekillenen futbol önceleri izlenen değil oynanan bir spor olarak fabrika işçisinin “kariyer”iydi.

100 yılı aşkın bir süre önce fabrikalardan taşan futbol fabrikalaştıkça, profesyonelleşmeye ve metalaşmaya dayandıkça, oynayanlar ile izleyenler ayrıştı. Bir zamanlar izleyicisi olmayan oyun, güvenlik kameraları, polisler, bilet fiyatları, kurallar ve cezalarla stadyumlarda sahnelenmeye başladı. Bir “endüstri”ye dönüştü. İzleyici ile oyuncunun ayrışması, tribünün gruplaşma ve örgütlenme alanına dönüşmesinin temellerini oluşturdu. Sanayi tekellerinin kendi kulüplerine sahip olmaya başlaması, takımların kendi isimlerine ve statların isimlerine aldıkları reklamlar futbolda profesyonelleşmeden sonra hızla ortaya çıkan durumlar oldu.

Diktatörlüklerin üç F’si diye anılan F’lerin birincisi aslında finans kapitaldir, futbolu da doğası gereği massetmek ister. Fakat futbolun sınıf mücadelesi ile ilişkisi, burjuvazinin hegemonya alanını nasıl genişlettiğinden çok işçi sınıfının futbolu nasıl yarattığıyla ilgilidir. En azından Almanya örneğinden yola çıkarsak, 8 saatlik işgünü için verilen mücadeleler ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki kazanım futbol taraftarlığı için bir başlangıçtır. Almanya’da savaştan önce 100’ü bulmayan izleyici önünde oynanan oyunlar, dünya savaşından sonra, önce 10.000’lere, Almanya şampiyonalarında ise 50.000’lere ulaştı. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce futbol izleyiciliği vardı, taraftarlık yoktu. Taraftarlığın başlangıcı için de Birinci Dünya Savaşı ve 8 saatlik işgünü kazanımı ile işçi sınıfının kendine ait saatlerin artması bir milat olarak kabul edilir.

Tribünlerin devrimci potansiyelini hem güvenlik önlemleri hem de bilet fiyatlarıyla ezmek için elitleştirme ve disipline etme çalışılmaları o kadar içinden çıkılmaz bir hâl aldı ki, örneğin Türkiye’de sırf bu yüzden Galatasaray ve Beşiktaş tribünlerine devlet ve kulüp eliyle karşı devrimci taraftar grupları yerleştirildi. Almanya’da geçen yılın Aralık ayının 23’ünde Hamburg’da başlayan ve Ocak ayı ortalarına kadar süren mücadelelerin bir nedeni de kentsel dönüşüm için seçilen alanın St. Pauli taraftarlarının merkezileştiği bir bölge olmasıydı. St. Pauli taraftarlarını ileride daha büyük mücadelelerin parçası olmadan bertaraf etme çabasıyla sosyal demokratların polisi vurdu da vurdu, fakat yenemedi.

2. Milli takım taraftarlığı futbol taraftarlığı değildir:Bugünkü dünya kupasındaki taraftarlığın ya da genel olarak milli takım taraftarlığının işçi sınıfının örgütlenme kültüründen çıkan futbol taraftarlıklarıyla alakası yoktur. Günümüzde “ultras” diye anılan futbol taraftarları üzerinde yapılan araştırmalara baktığımız zaman, örneğin İtalya ve Almanya’da taraftarların milli takım ile aralarına mesafe koydukları vurgulanır. Tabii ki aşırı sağ ve neo-nazi taraftar grupları bu durumun dışındadır.

Almanya’da ultras denilen taraftar gruplarının farklı Avrupa ve Dünya Kupalarında aldıkları tavırlara baktığımızda milli takım destekçilerini alaya alan bir tutumla karşılaşırız. Aptal halk eğlencelerinden, futboldan anlamayan bu kitlenin futbola “kör” bakan hallerinden, soytarı gibi bayrak renklerinden, büyük şapkalar giymelerinden, maç sırasında maç izlemenin yerine kitlenin kendi kendini “gaza getirerek” milliyetçiliklerini yaşadıkları sokak eğlencelerinden dem vurulur.

İşçi sınıfı kültüründen çıkan tribünler sadece işçi sınıfını değil genel olarak tüm toplumsal sınıfları barındırır ve onların aynasıdır. Futbol taraftarlığı kendiliğinden devrimci veya gerici bir alan değil, doğrudan doğruya toplumsal sınıflara ve politikaya bağlı gelişen bir alandır. Bu yüzden neo-naziler, antifaşistler, apolitik gruplar, eşcinsel taraftar grupları vb. farklı şehirlerde ve takımlarda, farklı dönemlerde kendi özgüllükleri içerisinde ortaya çıkarlar. Devlet politikaları futbol kulüplerinin ve taraftar gruplarının şekillenmesini etkiler. Bir taraftar grubu için tamamen doğru olan bir şey başka bir grup için tartışmalı olabilir. Fakat ultras dediğimiz kültür, yazılı-yazısız manifestosu, kuralları, örgüt disiplini ve dayanışma bilinci ile bireyin kutsanmasına karşı bir kolektif bilincin ürünüdür.

Gerçek futbol taraftarlığıyla milli takım taraftarlığının ayırtına varmamız dünya kupasında örgütlenen şovenizmin-bayrak yurtseverliğinin niteliğini kavramamızı kolaylaştırır. 

Alman emperyalizminin savaş hazırlığı olarak 2014 Dünya Kupası

Alman emperyalizminin sözcüsü Cumhurbaşkanı Gauck’un, Alman ordusunun dış misyonlarda daha aktif yer alması gerektiği yönündeki açıklaması ve Alman emperyalizminin saldırganlığını Almanya’nın gündemine taşıması için herhalde daha iyi bir zamanlama olamazdı: Bayrak yurtseverliğinin örgütlendiği, erkeklerin, en çok da kadınların ve çocukların yüzlerine kırmızı, siyah, altın sarısı savaş boyalarını sürdükleri, evlerde, arabalarda, bisiklete binenlerin sırtında Alman bayrağının dalgalandığı, milli takım formasının gündelik üniformaya dönüştüğü, Portekiz ile oynanan maçta Alman imparatorluğu savaş flamasının dalgalandığı, Hitler selamının kamusal alanlarda rahatça yapıldığı ve “Almanlıkla gurur duyma” meselesinin bir sonuca bağlandığı dünya kupası günleri Alman emperyalizminin saldırganlığı için test sürüşü olarak harika. Gauck’un zamanlaması manidar!

Dünya Kupası’nın üç haftalık bilançosuna şöyle bir baktığımız zaman:

  1. Kamusal maç gösterimlerinde Hitler selamının “normalleştiği”,
  2. Portekiz maçında imparatorluk savaş flamasının dalgalandığı,
  3. Almanya içerisinde yabancılara karşı kriminal olayların yaşandığı (maçtan sonra önüne çıkan ilk yabancıyı arabayla ezen neo-nazi gibi),
  4. Türkiye’de “ya sev ya terk et” sloganından bildiğimiz durum “Almanya’da yaşayan herkes Almanya’yı desteklemek zorundadır” olarak karşımıza çıkmaktadır. Dahası ironik bile olsa Alman milli takımını alaya alanların çok sert ve ırkçı tepkilerle karşılandığı,
  5. Gana maçından sonra Afrika’ya karşı sömürgeci ideolojinin ve siyahlara karşı ırkçılığın tavan yaptığı,
  6.  Cezayir maçından sonra Nazi parolalarına karşı konuşan bir gencin üç kişi tarafından neredeyse linç edildiği

Diye uzayıp giden bir genel durum özetlenebilir.

ABD maçında Neo-Nazilerin sosyal medyayı seferber etmesi, düşmanlaştırılanların sadece içerdeki yabancılar ve siyahlar olmadığını, büyük emperyalist devletler arasındaki düşmanlığı da özetlemektedir.

Bayrak yurtseverliğinin açık adı savaş çığırtkanlığıdır. 100 yıl önce Alman sosyal demokratlar için emperyalist savaşta kendi hükümetinin yanında yer almanın adı sosyal şovenizmdi. En kısa yoldan bugün bayrak yurtseverliği, içerdeki düşman olarak kodlanan yabancılara yönelmiş durumda. Almanya’da yurtseverliğin izleyeceği yol depresyonun uzunluğu, derinleşme hızı ve solun durumuyla ilgili. Avrupa sol liberalizminin daha çok sağa kırmasının motoru olan ve kendini barış partisi olarak tanımlayan Die Linke’nin bugünkü durumdaki tavrının net olarak, “ne tüter ne kokar tavşan boku” gibi olduğunu söyleyebiliriz. Radikal solun neredeyse kendine kalan tek özelliği anti-faşizm olsa da uzun yıllardır özellikle otonom anti-faşistler için Marksist bir faşizm teorisine sahip olmadıkları ve faşizmin ne olduğu konusunda kararsız olduklarından dolayı antifaşizmin ciddi bir krizi mevcut. Uzun bir süredir yabancı düşmanlığına karşı olmakla Neo-Nazi yürüyüşlerine karşı blok kurma arasına sıkıştılar. Bir süredir yeni olan ise mülteci dayanışmaları. AB’nin “Avrupa kalesi” olarak mültecileri içeri sokmama, Akdeniz’de boğma politikalarına ve Almanya’ya kadar gelmeyi başaran mültecilerin sefalet içerisinde süründürülmesine karşı duruyorlar. Fakat antifaşist mücadelenin gerçek motoru olan işçi sınıfı ile uzun süredir bağı kopmuş olan sol sonuç olarak sivil toplumcu bir alana sıkışıyor. Kriz içinde kriz bir durum. 

Almanya’da iyimser olmak için bir neden yok. Hitler her şeyin üzerinden olduğu gibi Alman solunun üzerinden de geçti. Genel olarak 1918 devriminde Spartakistler Birliği’nin ve özel olarak Karl Liebknecht’in bıraktığı Bolşevik gelenek bugün unutulmuştur. Trotskistler dışında solun Alman Komünist Partisi’nin ve sosyal demokratların hatalarının Hitler faşizminin önünü nasıl açtığından ve faşizmin gelişim dinamiklerinden haberi yok. Hatalardan, tarihten ve teoriden alabildiğine habersiz olan bu sol bugün en devrimci elementleriyle Ukrayna Sorunu patlak verdikten sonra derin bir krize girdi. Savaş ve barış zamanlarında politika yapmanın farkı bir kez daha ortaya çıkmakta. Ve maalesef ilk ciddi darbede devletin ajite ettiği bütün kafa karışıklıkları hedefine ulaşmış durumda.

Ezen uluslar ve ezilen uluslar

“Emperyalizmin en belirgin özelliği bütün dünyanın şimdi gördüğümüz gibi bir sürü ezilen ulusla muazzam zenginliğe ve güçlü silahlı kuvvetlere sahip bir avuç ezen ulus olarak ikiye bölünmesidir.”-Lenin 

Almanya ulusal birliğini sağladıktan sonra, bugüne kadar üç kez bayrakları kuşandı. İkisi dünyayı kana buladı, üçüncüsü de Sovyetler Birliği dağılırken Almanya’nın birliği ve kapitalist restorasyon içindi. Kısacası Almanların bayraklara sarılması hayra alamet değildir.  Alman emperyalizmi kendi sınırlarından ve kapasitesinden taştıktan sonra küçük savaşlarla ve dar ölçekli sermaye birikimiyle yetinemez. Emperyalizmin genel karakteri budur. Dünyayı yeniden ve yeniden paylaşır. Fakat Alman emperyalizminin kendi özgüllükleri var. Eşitsiz gelişmenin sonucu olarak tarih sahnesine çok geç çıktı. Britanya, Fransa, İspanya ve Portekiz gibi dünyanın geriye kalanını uzun bir sömürgecilik tarihiyle sömürgeleştirme imkânı yakalayamadığından bu duruma son vermek için iki savaş çıkardı. Uzun bir sömürgeci geçmişinin olmaması diğer emperyalistler arasında hem mağduru hem mağruru oynamasına neden olacak kadar da küstahlık abidesidir. Bu küstahlığın ve mağrurluğun “Almanlıkla gurur duymak” dedikleri şovenist histeriyle birleşmesi ortaya bir savaş makinesi çıkarmaktadır. 2006 dünya kupasında dönemin Cumhurbaşkanı Köhler’le yapılan röportajda yurtseverliği reçetelerle şekillendirebileceğimizi düşünmüyorum, varlığı güzeldir, dayanaktır, nereye ait olduğumuzu biliriz diyordu ve yurtseverliği dolambaçlı sözlerle kutsuyordu. Köhler de yurtseverliğin azının veya bayrak yurtseverliğinin sınırları reçete ve sınır tanımadığının bilincindeydi. Fakat bulvar gazetesinin ısrarla sorduğu soruya Bild’in istediği cevabı vermekten çekinmedi: Almanlıktan ve Almanya’dan gurur duyuyorum diyor ve ekliyordu “çünkü biz tarihten de öğrendik.” Eğer Köhler tarihten öğrenmeyi becerseydi söylediği şeyin Alman emperyalizminin savaş parolası olduğunu bilirdi. Ezen uluslar için yurtseverliğin azı çoğu yoktur. Engels’in dediği gibi: Gericilik kaygan bir yamaçtır ki, adımını attın mı kendini aşağıda bulursun!

Alman emperyalizminin ikinci savaş sonunda en büyük başarısı, hegemonyası altında gelişen Avrupa Birliği’ni ön-devlet biçimi olarak kurması… AB kendi kapasitesinin sınırlarına ulaştı. Bugün parçalanma ve yeniden kurulma dinamikleri bir arada. Yeniden kurulma aynı zamanda genişleme demektir. Coğrafi, tarihsel ve politik bir mekân olarak Avrupa dediler adına, fakat bugün Gürcistan’la görüşmeye başladılar. Ukrayna’dan da gördüğümüz üzere Avrasya’ya doğru bir koridor inşasına giriştiler. Bu da Alman emperyalizminin doğuya genişleme politikasıdır. 100 yıl önce doğu politikasının kod adı Berlin-Bağdat tren yoluydu ve Türkiye’deki Hristiyan halklara yapılan soykırım ve katliamların temel nedenlerinden biriydi. Bugünse Alman emperyalizminin doğu politikasının kod adı Avrupa Birliği’dir!  

Bugün Almanların bayraklarına bu kadar sıkı sarılmasının bir nedeni de Avrupa Birliği. AB’nin ulusları aşarak ve ulusları ortadan kaldırarak “ulusötesi” bir birliğe ulaşma iddiası ve bu iddianın taşıyıcısı olan başta Habermas olmak üzerek ideolog ve filozof şarlatanlarının yaydıkları koku, ulusçuluğu daha çok tahrik etmektedir. Biz devrimci Marksistler için AB’nin ulusçuluğu aşacağı iddiası tartışmasız bir safsata olsa da kitleler üzerinde farklı etkiler yaratıyor. Almanya’da ücretli kitleler için AB’nin çok farklı boyutlarda anlamları var: Vergilerin atması, borç krizindeki ülkelerin Almanya’dan beslenmesi, dışarıdan gelen göçle ücretlerin düşmesi ve işsizlik… Doğal olarak bayrak yurtseverliğinin yabancı düşmanlığına hızla dönüşmesi için sınıfsal dinamikler mevcut.

Bugün Almanya’da yapılan son araştırmalara göre halkın % 70’i, Cumhurbaşkanı Gauck’un Alman ordusu hakkındaki savaş çığırtkanı çıkışından sonra, ordunun dış misyonlara katılmasına karşı çıkıyor. Buradaki dikkat çekici nokta karşı çıkanların büyük çoğunluğunun yaşlılar olması. Gençliğin durumunu içinde bulunduğumuz konjonktür belirleyecek ve kararı onlar verecek! Diğer bir dikkat çekici veri ise, halkın, Alternatif für Deutschland (AfD) denilen yarı-faşist partiye önümüzdeki seçimlerde %20 oranında oy verebileceğini söylemesi. Bayrak yurtseverliğinin yükseliş hızı ile AfD’nin yükselişinin iç içe gelişmesi şaşırtıcı bir durum olmaz. Tam aksine AfD’nin kendisinin de söylediği gibi “Alman ulusal çıkarlarını en iyi savunan parti” olduğu için AfD bu dalga üzerinde sörf yapabilir!

Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Almanya’daki partiler arası tüm dengeleri altüst ederek parlamentoya çıkartma yapan AfD, Neo-Nazi veya doğrudan doğruya, faşist bir parti olarak şimdilik tanımlanamaz, fakat salt “ulusal liberal” olarak tanımlamak faşizmle ideolojik kardeşliğini silikleştirir. Sloganlarına ve bağlı olduğu siyasi geleneğe (Ordoliberalismus) baktığımız zaman faşist bir partinin önünü açacak ve faşizme koalisyon ortağı olacak bir hatta ilerliyor. Özellikle Yunanistan üzerine olan sloganları mide bulandırıcıdır ve Neo-Nazilerden pek farkı yoktur. Bu durum Yunan medyasının da dikkatini çekti ki onlar da yer verdiler. Ordoliberalismus ise 30’larda içerisinde Nazileri barındıran ve Nazizme sağdan eleştiri getiren ulusal liberalizm denilen akademik bir akımdır. AfD’nin lider kadrosu da aynı Ordoliberalismus’un kurucu kadrosu gibi, tek dertleri “Almanya’nın ulusal çıkarları” etrafında şekillenen, iktisat profesörlerinden oluşmaktadır.

Kalbi ezilen uluslardan ve işçi sınıfından taraf atan herkes ister itiraf etsin, ister etmesin ezilen bir ulusun dünya kupasında ezen bir ulusa karşı zafer kazanmasından haz alır. Bu futbolun afyon olmasıyla alakalı bir şey değil, savaşın farklı araçlarla sürdürülmesiyle alakalı bir şey. 2014 dünya kupası futbolla değil Brezilya’daki işçi sınıfı mücadeleleriyle ve diğer toplumsal mücadelelerle anılacak. Brezilya’da o kadar çok şey oluyor ki evsizlerden işçilere kadar… Fakir bölgelerinde dünya kupası eğlencelerini askeri polis basıyor. Yani fakirlerin ne mücadele etmeye ne de eğlenmeye hakları var! İnsan Hakları İzleme grubunun direktörü ile Alman basınında yayınlanan 3 Temmuz tarihli röportajda eylemcilere karşı tutuklama dalgası olduğu rapor ediliyor. Burada eklemeden geçemeyeceğim: Kısa bir süre önce Alman Komünist Partisi’nin web sitesinde Brezilya hükümetini savunan bir yazı yayınlanmıştı! Brezilya’da sadece futbol uygulamalarına bakmanın yanıltıcı olduğunu, eğitimin çok ileri seviyede olduğu yazılıyordu. Dilin kemiği yok, Stalinist geleneğin ihanetinin ve işbirlikçiliğinin sınırları yok! Dünya Kupası’nı Brezilya’nın kazanamaması bu yıl yapılacak Brezilya seçimlerini, politikanın, dolayısıyla devrimin kaderini belirleyecek güçte. Meselenin futbol olmadığı o kadar ortada ki…

Alman milli takımı futbolcuları “emperyalist karakterleri”ne yakışır bir şekilde Brezilya’ya ayak basar basmaz Brezilya polisi ile fotoğraf çektirdi. Arjantin’deki yoldaş partimiz Partido Obrero militanlarından Mariano Ferreyra’nın Arjantin'in başkenti Buenos Aires'te taşeronlaştırılmış ve sonra işten çıkartılmış olan demiryolu işçilerinin bir eylemi sırasında sendika bürokrasisinin çetesi tarafından öldürülmesinden sonra Arjantinli oyuncu Messi, Mariano’nun ismini formasına yazdırarak fotoğraf çektirip ailesine ve yoldaşlarına göndermişti. İşte bu yüzden futbol savaşın farklı araçlarla sürdürülmesidir.

Israrla altını çizmek isterim: Almanya gibi emperyalist bir ulusun yurtseverliğiyle ezilen ulusların/ülkelerin yurtseverlikleri birbirlerinden tamamen ayrı denklemlerdir. Ezenlerle ezilenleri, sömürgelerle emperyalistleri aynı torbaya atmak ulusal sorunda liberal tutumdur. Biz Leninist uluslar politikasından bayrağı ve devleti olmayan ülkesizleştirilen-kişiliksizleştirilen bir halk ile ezen bir ulusu aynı torbaya atmanın gerici karakterini öğrendik. Bu durumu Leninist olmayan ve Lenin’in bu konudaki yazılarından haberi bile olmayan kitleler de mevzubahis “futbol” olduğunda kalben hisseder. Ezilen bir ulusun zaferine kalben seviniriz çünkü ulusların eşit olmadığını, eşit olmayan şartlarda eşit olmayan silahlarla mücadele edildiğini biliriz. Bu yüzden bir Filistinlinin bayrağına sarılmasında şovenizm unsuru aramak kimsenin aklına bile gelmezken bir Almanın bayrak yurtseverliği insanın aklına olmadık şeyler getirir. Ki o bayrak imparatorluğun savaş flamasına dönüşmektedir…