Yabancı sermayenin "demokratlığı"

Yabancı sermayenin "demokratlığı"

Dünyaca ünlü Alman otomotiv tekeli Volkswagen (VW) geçtiğimiz ay Güneydoğu Avrupa’da yapmayı planladığı yatırım için nihayet karar verdi ve yeni üretim tesisini Türkiye’de kurmayı seçti. Türkiye’de basın bu haberi “Türk otomotiv sektöründe son 22 yılın en büyük yatırımının önü açılmış oldu” diye verdi (Sabah, 26.06.2019). 1.3-2 milyar Euro tutarındaki yatırım ile 2022 yılında faaliyete geçmesi beklenen fabrikanın Manisa’da inşa edileceği ve 4-5 bin kişilik istihdam sağlanacağı belirtiliyor. “Piyasalara” güven vermeyen, baskıcı bir tek adam rejiminin ülkeye gelecek doğrudan yatırımları engellediği, bunun da ülkenin kalkınmasını olumsuz etkilediği görüşü sadece liberaller değil, muhalefetin sol yelpazesinde de oldukça yaygınken üretimi ve istihdamı artıracak büyük çaplı bir doğrudan yatırıma, hele ülkenin içinde bulunduğu kriz koşullarında sevinmek gerekmez mi?

Biz aynı kanıda değiliz. Baştan söyleyelim; tam tersine VW’nin yatırımının ne Türkiye’nin kalkınması için ne de Türkiye’deki emekçiler için, hatta Almanya’daki işçiler için bile iyi olmayacağını ileri sürüyoruz. Neden böyle düşünüyoruz? Öncelikle bu yatırım kararının günümüz kapitalizminin dinamiklerini kavramak isteyenler için önemli ipuçları taşıdığını belirtelim ve gelin iki sorudan hareketle bunları ele alalım. İlki VW neden yeni bir üretim tesisi arayışı içindedir? Çünkü dünya ekonomisinin derin bir krizden çıkamaması ve 2020’de yeni bir durgunluğa girme olasılığının güçlendiği bir dönemde dünya otomotiv sektörü de son 20 yılın en ağır krizinden geçmektedir. Daha önce bu sütundaki bazı yazılarımızda belirttiğimiz gibi VW’nin de karşı karşıya bulunduğu fazla kapasite sorunu ile kendisini gösteren otomotiv sektöründeki kârlılık krizi, ticaret savaşları, Brexit, AB bölgesi ve Çin’de ekonomik büyümede görülen yavaşlama etkileri altında iyice derinleşmiş durumdadır. Dünyada otomobil satışlarında görülen belirgin azalış, uluslararası otomotiv tekelleri arasında bir yandan rekabetin kızışmasına yol açmış, öte yandan rekabette öne geçebilmek bakımından elektrikli otomobil teknolojisine yatırım yapabilmek için kaynak bulma zorunluluğunu getirmiştir. VW’nin yeni bir üretim tesisi arayışını bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Diğer otomotiv tekelleri gibi VW de “merkezdeki” fabrikalarında yeni teknolojiye yatırım yapabilmek için “tasarruf” tedbirlerine başlamış, bu doğrultuda işten çıkartmalara başvururken (firmanın bu kapsamda 7000’e yakın çalışanını işten çıkartacağı tahmin ediliyor), görece eski teknoloji diyebileceğimiz benzinle çalışan benzin-dizel motorlu otomobilleri daha düşük üretim maliyetiyle üretebilmek amacıyla işçilik maliyetlerinin düşük olduğu üretim tesisi arayışına girmiştir.

Şimdi ikinci soruya geliyoruz. Diğer aday ülkeler Sırbistan, Romanya ve Bulgaristan idi. Peki VW söz konusu yatırım için neden Türkiye’yi seçmiştir? Alman Handelsblatt gazetesindeki habere göre Türkiye'nin fabrika yatırımı için vereceği teşvikler ile Türkiye'de işçilik maliyetlerinin Güneydoğu Avrupa ülkelerine kıyasla düşük olmasının VW'nin seçimini etkilediği ifade ediliyor. Burada bir ayrıntıya dikkat çekmek gerekiyor. Bulgaristan’da işçilik maliyetleri Türkiye’ye göre biraz daha düşük. Peki o zaman neden Türkiye? İşte asıl kritik nokta burası. Bu kararda Türkiye otomobil pazarının büyüklüğü, otomotiv yan sanayi alt yapısının gelişkin olmasının yanı sıra nihai kararda rol oynayan şu etkenleri göz ardı etmemek gerekir: Gümrük Birliği’ne üye olan Türkiye AB’ye üye değildir; yani VW bu sayede Türkiye’de üretilen araçlarını gümrük vergisiz Avrupa’ya ihraç edebilecekken, AB’nde geçerli çevre koruma ve çalışma koşullarına dair yükümlülüklerden muaf olacaktır. Yani siz çevreyi kirleten motorları Avrupa’da geçerli olan yüksek çevre vergisi ödemeden de, asgari çalışma ve sendikal hakları yerine getirmeden de üretebileceksiniz demektir. Bunun yanı sıra yürütülen gizli görüşmelerde Cumhurbaşkanı Erdoğan VW'yle yapılan anlaşmada bir tür devlet alım garantisi vermekten vergi indirimlerine kadar firmanın bir dizi talebini kabul etmiştir. Ve en önemlisi bu pazarlıkta Türk tarafının elindeki “koz” Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi başkanının ifadesiyle “ülkemizdeki insan kaynağı”dır. Bakın Yatırım Ofisi başkanı ne diyor: “Yatırım çekmede bize rakip gibi görünen bazı ülkelerde işçi aklına esince işe gitmiyor, yerine eşini bile gönderebiliyor. Bizim insan kaynağı üstünlüğümüz ülkemizdeki üretimin kalitesiyle kendini ortaya koyuyor. Ayrıca haftalık çalışma süresinin Avrupa’ya göre uzunluğu, yabancı yatırımcı için cazip bulunuyor” (Hürriyet, 21. 06.2019). OECD ülkeleri arasında en uzun çalışma saatleri olan, asgari ücret, toplu sözleşme hakkına sahip olma ve sendikal örgütlenme düzeyi bakımından en düşük ülkelerden biridir Türkiye. İşte “neden Türkiye?” sorusunun altında yatan kilit etken budur. Bir emperyalist otomotiv tekeli Türk devleti ile pazarlık yapmış, istediği tavizleri koparabilmiş ve sömürü koşulları bakımından kendisine en uygun üretim yerini seçmiştir.

Bu örnek vakadan hareketle söz konusu yatırımın ülke kalkınmasında çevreye daha fazla zarar veren eski otomobil teknolojisine dayalı olmasının zararlarını, ülkede zaten oldukça yüksek olan otomotiv sanayi ithalat bağımlılığını artırıcı etkilerini, buna bağlı olarak dış ticaret açığını ve döviz ihtiyacını daha da artıracak sonuçlarını bu yazı kapsamında bir kenara bırakarak sonuçlar çıkartalım. Birinci olarak dünya otomotiv piyasasının önde gelen aktörlerinden biri olan Alman tekeli VW’nin, “demokrat” Almanya’nın bu seçkin firmasının, Türkiye’de insan hakları, sendikal haklar ayaklar altına alınmış, çevre kirliliğine yol açan teknolojiler kullanılmış hiç umurunda değildir. Söz konusu firma, bir liberal gazetecinin ifadesiyle “demokrasiyi iplememekte”, bilakis istibdat rejimi altındaki bir ülkede insan hakları ve çalışma hakları ihlallerini kendisi lehine kullanmaya çalışmaktadır. İkincisi krizin yükünü başta Almanya olmak üzere diğer ülkelerdeki fabrikalarında çalışan işçilere (hem işten çıkartarak hem de onlar arasındaki rekabeti artırarak) yıkmaktadır. Üçüncüsü hamasi laflarla “dış güçler” edebiyatı yapan AKP/Erdoğan yönetimi nezdinde Türk devleti yerli sermayenin de desteği ile Türkiye’deki emek gücünü peşkeş çekmek için emperyalist sermayelerle her türlü gizli görüşmeleri yürütmekte, her türlü tavizi vermektedir. Bu örnek vaka ve bu tespitler bizi nihayet dördüncü sonuca götürüyor: Demokratik hak ve özgürlükleri AB kapısında değil, esas olarak fabrikalarda aramanın önemi. VW yönetiminden bu yatırımda insan hakları ve sendikal duyarlılık göstermesini beklemek yerine, başta Birleşik Metal-İş olmak üzere, işçi sınıfının birliğini önemseyen herkes 2022 yılını beklemeden Manisa Organize Sanayi Bölgesi’nde sendikal örgütlenme çalışmalarına hız vermelidir. Aynı zamanda Almanya’daki VW işçilerinin örgütlü oldukları IG-Metall sendikası ile birlikte her türlü sendikal işbirliği ve dayanışma çabalarına şimdiden ağırlık verilmelidir. Üretim ve yatırım kararlarının tekellerin ve onların işbirlikçilerinin değil, emekçilerin lehine sonuçlanmasının ön koşulu bu temelde bir mücadeleden geçmektedir.            

Bu yazı Gerçek gazetesinin Ağustos 2019 tarihli 119. sayısında yayınlanmıştır.