Siz nerede yaşıyorsunuz?

AKP hükümetinin geçen dönem Sanayi ve Ticaret Bakanı, bu dönem ise Ekonomi Bakanı olan Zafer Çağlayan yaklaşık üç sene evvel, sosyal güvenlik reformu yaptıklarını belirterek tasarıyı eleştirenlere tepkisini “hemen karşı çıkıyorlar. Ya bir kere insanın yüzü kızarır, insan biraz utanır, atarken de biraz destekli atar. Bu sistem kazanılmış hakları geri götürecekmiş, maaşları yarıya indirecekmiş. Biz nerede yaşıyoruz? Demokrasinin beşiği olan bir ülkeden bahsediyoruz. Kazanılmış hakların geriye gitmesi mümkün mü? Muz cumhuriyetinde bile böyle bir şey söz konusu olmaz” diyerek göstermişti (Milliyet, 13.03.2008).

AKP hükümetinin geçen dönem Sanayi ve Ticaret Bakanı, bu dönem ise Ekonomi Bakanı olan Zafer Çağlayan yaklaşık üç sene evvel, sosyal güvenlik reformu yaptıklarını belirterek tasarıyı eleştirenlere tepkisini “hemen karşı çıkıyorlar. Ya bir kere insanın yüzü kızarır, insan biraz utanır, atarken de biraz destekli atar. Bu sistem kazanılmış hakları geri götürecekmiş, maaşları yarıya indirecekmiş. Biz nerede yaşıyoruz? Demokrasinin beşiği olan bir ülkeden bahsediyoruz. Kazanılmış hakların geriye gitmesi mümkün mü? Muz cumhuriyetinde bile böyle bir şey söz konusu olmaz” diyerek göstermişti (Milliyet, 13.03.2008).

 

Halbuki kısa bir süre sonra dünya ekonomik krizinin Türkiye ekonomisini etkilemesiyle birlikte ekonominin durağanlaşmasının en önemli sonucu işsizliğin patlaması olmuştu. Tam da bu dönemden itibaren reel ücretlerin düşmesinin ve yoksullaşmanın artmasının yanı sıra hükümet, İşsizlik Sigortası Fonu’nun bütçeye aktarılması, Özel İstihdam Büroları’nın kurulması, İstihdam Paketi adı altındaki uygulamalarla “işçiyi kolay al, kolay çıkar” mantığını yerleştirmek için elinden geleni yaptı. Son bir ayda attığı adımlar ise dünya ekonomik krizinin Türkiye ekonomisine ağır bir darbe vurma olasılığının belirginleşmesiyle hükümetin krizle mücadele stratejisindeki temel niyetini açığa çıkarmak bakımından çarpıcı. Orta Vadeli Program ve 2012 yılı bütçesinin kurgusu, kıdem tazminatının kaldırılması girişimi, enerji tasarrufu bahanesiyle çalışma saatlerini uzatma girişimi ve yapılan zamlar birlikte ele alındıklarında kriz döneminde işçi sınıfının sırtından sağlanan kaynakların sermayeye uluslararası ticaret savaşlarında “teşvik” olarak aktarılacağının ipuçlarını veriyor.

AKP hükümetinin bu sınıfsal tutumu yeni değil. İşsizliği azaltmak, ithalatı ve buna bağlı olarak cari açığı azaltacak yatırımlara yönelerek istihdamı artırmak, bu hükümetin hiçbir zaman asıl gündemi olmadı. Onların derdi hem dış hem de iç pazarda Türk sermayesi için kârlı üretim koşullarını sağlamak amacıyla öncelikle işçi sınıfının “kazanılmış haklarını geri götürmek”! Elbette temsil ettikleri “memleketin sahipleri” arasına yeni giren sermaye kesiminin çıkarlarını da gözeterek. Haklarını yememek gerek; bu bakımdan izledikleri politikalara ışık tutan görüşlerini yıllardır hep aynı açık yüreklilikle ifade ederken ne yüzleri kızarıyor ne de utanıyorlar. Başbakan Erdoğan değil miydi 2008 yılı 1 Mayıs’ında, “ayakların başları yönettiği bir yerde kıyamet kopar” diyen. Kısa bir süre önce Balkanlar’a yaptığı ziyarette emperyalistlere güya verip veriştirirken, “yani ezen ve ezilenler muhakkak olacak. İlk insanla başladı, sonuna kadar devam edecek. Mesele, bunun farkında olmak suretiyle bunu minimize edebilmektir, bu mücadeleyi verebilmektir” diyen de Başbakan değil miydi? Yine o “iş güvencesinden önce işyeri güvencesini sağlamamız gerekiyor” diyerek hangi safta yer aldığını da yıllar önce açıkça ortaya koymamış mıydı? (Milliyet, 17.05.2003).

İşsizlik konusunda da aslında bu hükümet başından beri “tutarlı” bir politika izledi. AKP’nin ilk hükümet döneminin Devlet Bakanı Beşir Atalay “genel politikamız özel sektörü teşvik edip canlanmayı sağlamak, ekonomide istikrarı yakalamak ve ihracatı teşvik. Genel manada ekonomide bir canlanma olacak ki istihdam artsın. Yani kamunun işsizliği çözmesi artık çok zor” (Radikal, 30.08.2003) demişti. Keza Başbakan Erdoğan da işsizliği tamamen yok etme iddiaları olmadığını belirterek “niye; ABD, Avrupa’nın en gelişmiş ülkeleri şu anda bunu halledememiş ki ben halledeyim” (Milliyet, 01.06.2005) diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışmıştı.

Cari açık konusunda da Ekonomi Bakanı Babacan, Türkiye’nin enerji ithal eden, enerjide dışa bağımlı bir ülke olduğuna işaret ettikten sonra "petrolü arayacağız, nükleer santrali yapacağız, daha çok katma değer üreten sektörlere ağırlık vereceğiz bunların hepsi doğru ama bu bizim önümüzdeki bir kaç yılın cari açık sorununa çare değil. Dolayısıyla biz bu cari açıkla yaşamak zorundayız” demişti (Milliyet, 24.10.2010). AKP hükümetinin son yaptığı zamların da iddia ettikleri gibi cari açığı kapatmakla bir ilgisi yok. Temel amaçları bir yandan ülkeyi “AB’nin Çin’i yaparak” yerli ve yabancı sermayeye kârlı üretim ortamı, “istikrar” güvencesi vermek; bu doğrultuda özelleştirmelerle kamu varlıklarını satarak, İşsizlik Fonu kaynaklarını ve kıdem tazminatını gasp ederek, yüksek oranlı zamlar ve ek vergilerle faturayı işçi sınıfına ödetmek. İtiraz edenlere Erdoğan’ın verdiği cevabı bir de bu açıdan düşünün: “Yunanistan’ın durumuna mı düşelim? Biz eşeği sağlam kazığa bağlayacağız kardeşim. Ondan sonra Allah’a emanet”. Ne diyelim? Galiba burası muz cumhuriyeti, siz de destekli atıyorsunuz.

* Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Kasım 2011 tarihli 25. sayısında yayınlanmıştır.