Patlamış Mısır

2008-2009 “küresel finans krizi”nin üzerinden beş yıl geçti. Dünya ekonomisinin uçurumun kenarından dönüşünün beşinci yılında kendisiyle yapılan röportajda dönemin ABD Hazine Bakanı Paulson uluslararası sermayenin durumunu şöyle betimlemiş: “Kriz dev bir patlamış mısır makinesi gibiydi ve kriz devam ederken bir senedir bu mısır tanelerini ısıtıyordu. Lehman ilk patlayan olabilirdi, ama o hafta sonu biliyorduk ki Merill Lynch ve AIG bir sonraki patlayanlar olacaktı. ABD ve Avrupa’dan pek çoklarının sırası da oldukça yakındı”. Ve daha sonra sistemin nasıl tıkandığını ve yoğun devlet müdahaleleri ile ayakta tutulmaya çalışıldığını şöyle ifade ediyor: “Ben [ABD Merkez Bankası Başkanı Ben Bernanke’yi kastediyor] ile birlikte donmuş mali sistemin resmini çizdik. Bankalar birbirine borç vermiyordu. Krediler normal şekilde akmıyordu. Böyle giderse tıpkı Büyük Buhran’dan sonra olduğu gibi yüzde 25 işsizlik oranı görüyordum. Eğer hemen harekete geçmezsek bir facia yaşanacaktı”.

Görünen o ki dünya ekonomisinde durgunluk eğilimi yayılmaya devam ediyor. Türkiye’de liberal iktisatçıların önde gelenlerinden ve “iflah olmaz iyimserliği” ile tanınan Deniz Gökçe köşe yazısına “felaket olasılığı her gün artıyor” başlığı atıyor. Financial Times gazetesi “kriz sonrası politikalar durgunluk vaat ediyor” ve “mali sistem hâlâ çılgın” gibi başlıklarla gelinen durumu özetliyor. Dünya ekonomisinin içinde bulunduğu durumu kavramak bakımından “yükselen piyasaların” iki “kaplan” üyesi Çin ve Hindistan’ın mevcut durumları çarpıcı birer örnek niteliğinde. “Asya Kaplanı Sıkıntılı” başlıklı haberde Bloomberg Businessweek dergisi (7 Eylül 2013), Hindistan’ın 1991 yılından bu yana en ağır krizini yaşadığını belirtiyor. Yüzde 5’in biraz üzerinde seyreden büyüme oranı son 10 yılın en düşük seviyesindeymiş. Döviz cinsinden borçlanan şirketler iflasın eşiğindeymiş. Büyümenin yavaşlaması, Çin ve Avrupa’da talebin düşmesine bağlı olarak ülkeden yapılan ihracatın azalması gibi nedenlerden ötürü yüksek cari açık kontrol edilemez bir noktaya ilerliyormuş. Bütün bunlar Hindistan’da yeni bir ekonomik buhran yaşanacağı konusundaki endişeleri artırıyormuş.

Çin’de ise durum daha iyi değil. 2008 sonrası ABD ve Avrupa ekonomilerinin içinde bulundukları durgunluğun bir sonucu olarak Çin’in ihraç mallarına talep azalmış durumda. Buna rağmen ülke ekonomisinin 2008-2011 arasında her yıl yüzde 9 civarında büyümeye devam etmesinin sırrını bakın aynı dergi başka bir sayısında (28 Eylül 2013) nasıl açıklıyor: “Peki işin sırrı neydi? Devasa büyüklükte bir parasal genişleme ve kredi patlaması.” Habere göre 2008-2012 yılları arasında Çin’in toplam borcu milli gelirinin yüzde 148’inden yüzde 205’ine çıkmış. Çin ekonomisi üzerine yayınlanan bir raporda ekonominin yüksek borçlanma ve yüksek atıl kapasite sorunu (kapasite kullanım oranı sadece yüzde 60!) gibi engellerle karşılaştığı belirtilmiş ve “Çin büyümeyi sürdürebilmek için borca bağımlı” ifadesine yer verilmiş.  

Bütün bunlar bize şunu gösteriyor: Mevcut sorunlar ya üstü örtülerek geçiştiriliyor ya da devletlerin çeşitli müdahaleleri ile sadece öteleniyor. Halka kemer sıktırarak, krediyle alışveriş yaptırarak, para basarak. Merkez Bankaları’nın aldıkları önlemler mali sermayeyi korumaya yönelik olup, uluslararası sermayenin çıkarlarına hizmet ediyor. Bu durumu adeta geminin kaptanının batan gemiyi tahliye ederken “önce bankalar ve şirketler” demesine benzetebiliriz.  

Şu anda ABD’de işsizlik oranı resmi rakamlara göre yüzde 7.3. Eski Hazine Bakanı yüzde 25’lerden bahsettiğine göre asıl “batamayacak kadar büyük” olan işçi sınıfı olası bir krizde büyük bir işsizlik tehdidi ile karşı karşıya demektir. Patlamış mısır makinesinde mısır taneleri yeniden ısınıyor. 

Bu yazı Gerçek gazetesinin Ekim 2013 tarihli 48. Sayısında yayınlanmıştır.