İşçinin ekonomisi - Eylül 2018
Krizin sebebi Erdoğan’ın piyasa ile inatlaşması mı? Yoksa piyasanın kendisi mi?
Türkiye’nin hızla içine sürüklendiği ekonomik krizi Erdoğan ve AKP’nin, piyasa kurallarının dışına çıkan yanlış politikalarıyla açıklayanlar yanılıyor. Tam tersine krizin sebebi tüm ekonominin piyasa anarşisine terk edilmesidir. Piyasa ekonomisine bağlıyız diyen Erdoğan ve AKP doğruyu söylemektedir. Özelleştirmelerde rekor kırdılar. Devleti ekonomide sıfırlayıp piyasayı dizginsiz bıraktılar. Sendikaları zayıflattılar, toplu sözleşme sistemini etkisizleştirdiler, grevleri yasakladılar. Liberal ekonomide bunun adı emek piyasasını bozucu etkilerin bertaraf edilmesidir.
Bir de şu inşaat ekonomisi meselesi var. Piyasa, sermayenin kâr oranlarının yüksek olduğu alanlara akmasını sağlar. Halkın ihtiyaçları, planlama hedefleri piyasanın derdi değildir. Üretimde kârlar düştüğünde piyasa sadece Türkiye’de değil her yerde spekülasyona yönelir. Spekülasyon ucuza alıp pahalıya satabildiğiniz her şey üzerinden yapılabilir. Spekülasyonu dövizle de yapabilirsiniz, apartman dairesiyle de, 17. Yüzyıl’da Avrupa’da olduğu gibi lale soğanıyla da… Emlak spekülasyonu sadece Türkiye de mi var zannediyorsunuz? Kapitalist piyasanın anavatanı ABD’de başlayan ve tüm dünyaya yayılan büyük depresyonun ilk öncü sarsıntıları 2007’de yaşanan Mortgage kriziydi. Emlak fiyatları sürekli artarsa ve emlak spekülasyonu üretimden daha fazla kâr getirirse sermaye inşaata akar. Bunun için Karadenizli müteahhitlerin varlığı şart değil. Kaynak dağılımının, özel mülkiyet temelinde ve piyasa aracılığıyla yapılması yeterli.
Özetle yaşanan krizin suçlusu her şeyden önce kapitalist sistemin kendisidir. Erdoğan ve AKP de izlediği politikalarla bu yola taş döşemiştir kuşkusuz. Ama gerçek sebebi bilmek bizi sahte alternatiflere kapılmaktan korur. Aksi takdirde 2001 krizinden sonra Derviş’ten kaçarken AKP’ye tutulan Türkiye, yarın yine yağmurdan kaçarken doluya tutulabilir. Kapitalizm ve piyasa içinde çözüm yoktur. Çözüm özel mülkiyetin yerine kamu mülkiyeti, piyasa yerine planlama, kapitalizm yerine sosyalizmdedir.
Dış ticaret açığının azalması iyi mi kötü mü?
Temmuz ayı dış ticaret rakamlarına göre ihracat geçen yılın aynı ayına göre yüzde 11,6 artarak 14 milyar liraya ulaştı, ithalat ise yüzde 6,7 azalarak 20 milyar seviyesinde kaldı. İhracatın ithalatı karşılama oranı ise yine geçtiğimiz yılın Temmuz ayına göre yüzde 58,7’den yüzde 70,2’ye çıktı. Berat Albayrak’a göre “İhracat ve ithalat rakamları, kısa ve orta vadeli hedeflerimiz noktasında oldukça pozitif gösterge setini ortaya koydu… Cari açıktaki bu iyileşme, ekonomik dengelenme stratejimizde ortaya koyduğumuz sağlıklı ve sürdürülebilir büyüme hedefi açısından ilk ve olumlu adımlardan birisi olarak realize olmaya başladı.” Cümlelerdeki anlaşılmazlık teknik terimlerin kullanılmasından kaynaklanmıyor. Berat Albayrak’ın kendisini ekonomi biliyormuş gibi göstermek için ağdalı sözleri tercih etmesinden ve daha önemlisi gerçeği eğip bükme kaygısından ileri geliyor.
Çünkü dış ticarette ortaya çıkan tablo ekonominin düzelmesinden değil kriz ortamından ileri giriyor. Bir ay içinde Türkiye’nin ithalata bağımlı üretim yapısı değişmedi. Bir anda Türkiye sanayisi teknolojik bir atılım da yapmadı. Tam tersine Türk Lirası’nın aşırı değer kaybı Türk mallarının göreli olarak ucuzlamasına ve ihracatın artmasına, ithal ürünlerin de göreli olarak pahalanmasına ve dolayısıyla da ithalatın azalmasına neden oldu. Türkiye’nin ithalata bağımlı üretim yapısında en ufak bir değişiklik yok. Kriz dönemlerinde dış ticaret açığının azalması da ilk değil. 1994, 2001 ve 2009 krizlerinde de dış ticaret açığının düştüğüne tanık oluyoruz. Son çeyrek yüzyıla baktığımızda ihracatın ithalatı karşılama oranının yüzde 70’in üstüne çıktığı yıllarda yine aynı: 1994’te yüzde77,8; 2001’de yüzde 75,7; 2009’da yüzde 72,5 ve bugün bir kez daha yüzde 70’lerin üzerini görüyoruz.
Yarın yapısal reformlarla işçi sınıfına kemer sıktırdıklarında, kitlesel işsizlik olduğunda, vatandaşlar ister istemez harcamalarını azaltacak ve talebin azalması dolayısıyla belki de enflasyonda bir gerileme yaşanacak. Onlar bunu da bir başarı tablosu olarak sunacaklar. Oysa patronların başarı tablosunda işçi ve emekçiler için yoksulluk ve sefalet yazacak. Berat Albayrak krize sürüklenen ekonomiyi ne kadar allayıp pullamaya çalışsa da güneş balçıkla sıvanmıyor.
Türk Telekom’da vurgun sırası bankalarda: Yağmaya son! Türk Telekom işçi denetiminde kamulaştırılsın!
2005 yılında Türk Telekom’un yüzde 55 hissesi değerinin çok altında bir rakam olan 6,5 milyar dolara Suudi OGER’in Türkiye’de kurduğu OTAŞ şirketine 21 yıllığına satılmıştı. Şartnamede 21 yıl sonra şirketin bedelsiz olarak kamuya devredilmesi öngörülmüştü. Şirket 2006 ile 2014 arasındaki 8 yılda 11 milyar 822 milyon dolar kâr etti ve OTAŞ yüzde 55’lik hissesiyle, 6,6 milyarla özelleştirme bedelinin tamamını çıkardı bile. İşin ilginci OTAŞ, ihale bedelini ödeyecek parayı bulamadığını söyleyerek 2013 yılında Akbank, Garanti ve İş Bankası’nın bulunduğu bankalardan 4,5 milyarlık kredi çekti ve özelleştirme bedeli olan 6,5 milyarı bu şekilde tamamladı. Nihayet bu yıl OTAŞ bankalara olan kredi taksitlerini ödemeyince Garanti, Akbank ve İş Bankası bir şirket kurarak OTAŞ’ın kredi borcu karşılığında Türk Telekom’un yüzde 55’lik hissesine sahip oldu.
Yıllar içinde Türk Telekom’un tümünün borsa değeri 4 milyar dolarlara kadar düşmüşken ve imtiyaz süresinin bitmesine dört yıl varken OGER vurgunu vurup evine döndü. Hisseleri özel bir ortak şirket kurarak devralan bankalar, bu hisseleri yeniden satışa çıkarmaya hazırlanıyor. İmtiyaz süresinin ne olacağı meçhul. Yetki, yürütmenin yani Cumhurbaşkanının elinde. Türk Telekom’un 30 milyon kilometre bakır hatta sahip olduğu ve sadece bunun en az 100 milyar dolar değerinde olduğu raporlanmış durumda. Bu Türk Telekom’un bir doğal tekel olması demektir. Hiçbir şirketin bu değeri satın alacak ya da bununla rekabet edecek bir yatırım yapma gücü yoktur. Dolayısıyla mevcut durum, halka ait olması gereken birikimin ve hiçbir özel şirketin elde edemeyeceği kârların devlet tarafından peşkeş çekilmesi anlamına gelmektedir. Muhtemeldir ki bankalar için imtiyaz süresi uzatılacak ve onların da pastadan paylarını almaları sağlanacaktır.
Türk Telekom’un bankalar tarafından alınması bu yüzden kabul edilemez. Bankaların değil halkın zararı giderilmeli ve Türk Telekom işçi denetiminde tekrardan kamulaştırılmalıdır.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Eylül 2018 tarihli 108. sayısında yayınlanmıştır.