“Dolar neden yükseliyor?” ya da Türk lirasının baş aşağı düşüşü (1): Krizin kaynakları
Sevgili dostum ve fikir arkadaşım Ahmet Tonak, facebook sayfasında birçok ilginç şeye dikkat çeker. Bu sefer de Behiç Ak’ın yukarıdaki karikatürünü koymuş. Behiç Ak, sessiz ve derinden giden çok iyi bir karikatüristtir. Bu sefer de on ikiden vurmuş hedefi! Hepimiz batıyoruz ve herkes durup durup soruyor. “Dolar neden yükseliyor?”
Biz de yazımızın başlığını o cevaplanamayan soruyla açıyoruz ama devamında aslında bu sorunun bir başka sorunun maskesi olduğunun altını çizmiş oluyoruz: Kasırga halinde yaklaşan bir krizin kaynaklarını arıyoruz aslında. Türkiye’de emeğiyle geçinen, dolar (ya da avro, altın vb. türü öteki değer saklama araçları) biriktirme olanağına sahip olmayan, ücretiyle yaşayan ya da küçük işliği, dükkânı, tarlası, sandalı vb. ile ayakta kalmaya çalışan bütün insanları kasıp kavuracak olan bir kriz bu. Dolayısıyla kaynaklarını iyi bilmek, krize nasıl yaklaşmamız gerektiğine de ışık tutacaktır.
İşçi sınıfı bakış açısından krizin nedenleri
İşçi sınıfının bakış açısıyla, yani Marksist yöntemle bakıldığında kriz nereden kaynaklanıyor? İşçinin emekçinin, yeşil dolarlar biriktiremeyenlerin açısından anlamaya çalışalım krizi. Böylece, hem işçinin emekçinin krize karşı hangi yöntemlerle kendini koruması gerektiği konusunda bir ufuk açmış oluruz, hem de düzen güçlerinin bağrında konuşulanları daha iyi anlarız.
Marksist bir açıdan krize yaklaşım birkaç ayrı düzeyde analiz yapmamızı gerekli kılıyor. Kapitalizm sınıflar arasındaki ekonomik sömürü ilişkisinin etrafında kuruludur, ama kapitalist ile ücretli işçi arasındaki bu ilişki bir dizi başka ilişkiyle iç içe geçer, geçtikçe de karmaşıklaşır. Marksist inceleme her düzeye kendine özgü cevaplar verebilecek bir bütünlük içermek zorundadır. Bunu özellikle vurguluyoruz, çünkü son günlerde halkın “dolar neden yükseliyor?” sorusuna cevap olarak bazı sosyalistlerden “mühim olan kapitalizmin yerine sosyalizmi geçirmektir” veya “neoliberalizm krize girdi” gibi soyut cevaplar geliyor. Bu olmaz. Halka sorunlar böyle anlatılamaz, bu şekilde halkın kapitalizme karşı mücadele etmesi sağlanamaz.
Biz bu yüzden neredeyse şematik şekilde farklı düzeyleri birbirinden ayıracağız ki her şey çorba olmasın.
- Kapitalizm dönem dönem krize girer. 1970’li yılların ortasında dünya çapında böyle bir uzun kriz başlamış, buna çözüm olarak da yaygın olarak “neoliberalizm” diye anılan stratejik bir yöneliş benimsenmiştir. Bu strateji serbest piyasa tapınmasından “küreselleşme”ya kadar birçok ideolojik kavram temelinde esas olarak iki şeyi gerçekleştirmeye çalışır: sermayenin çıkarları uğrunda bütün ülkeleri engelsiz biçimde tek bir dünya ekonomisi bağrında birleştirmek; böylece dünyanın her ülkesindeki işçileri birbirleriyle rekabete sokarak işçileri yoksullaştırmak, artık değeri (kârı) yükseltmek, böylece krizi aşmak. Türkiye 12 Eylül rejimiyle bu stratejiye uygun yola sokulmuş, Özal, Çiller ve diğerleri bu stratejiyi uygulamış, 2001-2002 krizinde Dünya Bankası’ndan “ulusalcı” Ecevit tarafından ithal edilen Kemal Derviş bunu derinleştirmiş, Erdoğan ve AKP de bu yönelişe sonuna kadar sahip çıkmıştır. Bu yöneliş, işçi sınıfına saldırı karakterini taşır, bunu yapan da neoliberalizm değil kapitalizmdir. Türkiye sermayesi uluslararası bir dayatmanın kurbanı değil, tam boy işbirlikçisidir.
- Tam on yıl önce, 2008’de kapitalizmin krizi borsa ve banka sistemlerinin çöküşüyle yeni bir evreye girmiştir. Düzen iktisatçılarının bütünüyle olan biteni gizlemek amacıyla önce “küresel finansal kriz” olarak andığı, mızrak çuvala sığmayınca yine bütünüyle yanlış şekilde “Büyük Resesyon” olarak adlandırdığı bu yeni kriz aslında, bizim ilk günden beri söylediğimiz gibi kapitalizmin tarihindeki Üçüncü Büyük Depresyon’dur (ilki 1873-1896, ikincisi 1929-1948). Bu dönemde daha da keskin bir çöküşü engelleyen iki şey olmuştur. İlki zengin ülke merkez bankalarının karşılıksız para basma (miktar genişlemesi) ve düşük faiz politikası izlemesidir. İkincisi de bu ülkelerde faiz düşünce sermayenin, Türkiye’nin de aralarında sayıldığı “yükselen ekonomiler” olarak anılan (başta Çin, Hindistan, Brezilya gibi) ülkelere kayması dolayısıyla bu ülkelerin hızlı bir ekonomik büyüme yaşamaları sayesinde dünya çapında toplam talebin çökmemesidir. Üçüncü Büyük Depresyon’un ilk yıllarında Türkiye bu sayede çok hızlı büyümüştür. Buna biz kapitalizmin sapık gelişmesi adını takmıştık. Sapık, zira dünya ekonomisi tarihi ölçekte derin bir kriz yaşadığı için bazı ekonomiler çok hızlı büyüyordu! Büyük Depresyon hâlâ devam ediyor. Bugün ABD merkez bankası Federal Reserve dışında büyük ekonomilerin merkez bankalarının hepsinin faiz oranı ya tarihi olarak en düşük düzeyindedir, ya eksidir. (Evet, kredi verenden faiz alınıyor!) Bu da açıkça krizin dünya çapında devam etmekte olduğunun resmidir. Tek istisna ABD’nin durumu da aslında aynı kuralı doğrular. Bunu söyleyerek Türkiye’nin bugünkü krizine ilk adımı atıyoruz.
- ABD merkez bankası Federal Reserve, ülke ekonomisinin son yıllarda ağır ağır ve alçakgönüllü de olsa bir toparlanma yaşamasıyla birlikte ucuz para politikasından vazgeçmenin daha doğru olacağı, tersinin yeniden bir aşırı şişkinlik yoluyla bir finansal çöküşe neden olabileceği hesabıyla, önce 2013’ten itibaren miktar genişlemesini tedrici olarak tasfiye etmiş, sonra da faiz oranını yükseltmeye başlamıştır. Bugün Federal Reserve gösterge faizi yüzde 3’ün üzerine çıkmıştır. Böyle olunca yukarıda sapık gelişme olarak andığımız gelişme tersine dönmüştür. Şimdi de tam tersine dünya ekonomisinin en büyüğü ABD hızlı büyüdüğü için diğerlerinde kriz başlıyor! Bunun nedeni ABD’de faizlerin yükselmesi sonucunda sıcak para olarak anılan finansal akımların Türkiye ve benzeri ülkelerden ABD’ye doğru geri çekilmesidir. Böyle olunca da dolar değer kazanmakta, bu ülkelerin ulusal parası ise dolara karşı (ve diğer değer saklama araçlarına karşı) değer yitirmektedir. Buna son dönemde petrol fiyatlarının da çeşitli nedenlerle bir yükselişe geçmesi, Türkiye ve benzeri ülkelerin cari açığını büyüterek katkıda bulunuyor. Buradan çıkan sonuç tartışmasızdır: Türkiye, şu sıralarda ulusal parası dolar karşısında değer yitiren tek ülke değildir. Genel olarak bir “yükselen ekonomiler krizi” eşiğindeyiz. Yani kapitalizmin yasaları Türkiye’de hâlâ işliyor!
- Ne var ki, bu ülkeler arasında Türkiye ulusal parasının değerinin düşüşü bakımından Arjantin’le başa güreşiyor. Arjantin bizi şu anda ilgilendirmiyor. Türkiye neden bu durumdadır? Neden genel bir sürecin en önünde yer alıyor? Burada Türkiye ekonomisinin hızlanan krizi veri iken Erdoğan ve AKP’nin son dönemde “serbest piyasa” ve “küreselleşme” politikaları ile bir gerilim yaşıyor olması kendi başına önemli bir faktördür. Erdoğan ve AKP’nin bu politikalarla yaşadığı çelişkinin en belirgin yönü Merkez Bankası bağımsızlığı üzerinde odaklanmaktadır. Bu bağımsızlık neoliberalizmin bir dokunulamaz dogması haline gelmiştir. Oysa Türkiye toprağında yaşayan herkes Erdoğan’ın uzunca bir süredir Merkez Bankası üzerinde faizlerin düşürülmesi yönünde bir baskı uygulamakta olduğunu biliyor. Bu baskıyı İslami inanışa göre faizin haram olmasına bağlamak, Erdoğan’ın Türkiye toplumu üzerindeki hâkimiyet stratejisinde din ne kadar önemli olsa bile, kesinlikle abartmalıdır. Erdoğan’ın düşük faiz basıncı, ekonominin son 16 yıl içinde sadece dünya çapındaki finansal çöküş ertesinde 2008-2009 dönemecinde ağır bir daralmadan geçmiş olması, bunun yukarıda anlatılan mekanizma sayesinde kısa tutulabilmiş olması, geri kalan dönemde şöyle ya da böyle bir ekonomik büyümenin sağlanmış olması Erdoğan’ın iktidarının asıl sağlam temellerinden birini oluşturmasına dayanıyor. Yüksek faiz yatırım ve tüketimin olumsuz etkilenmesi anlamına gelir. Erdoğan bu yüzden yıllardır düşük faiz basıncı yapıyor, bankasız orta ve küçük sermaye ile küçük burjuvaziye onların çıkarı için mücadele ettiğini göstermeye çalışıyor. Oysa ulusal paranın değerinde düşüş başladığında bunu tersine çevirmek için kapitalist dünya pazarına bağlı her ülkenin ilk alacağı tedbir faiz oranını yükseltmektir. Türkiye bunun için ulusal parada değer kaybı bakımından başa oynamaktadır.
- 23 Mayıs günü kurlarda yaşanan dev artış, doların büyük bir süratle 4,92 düzeyine sıçraması, işte bu arka planın zemininde gerçekleşmiştir, ama ona indirgenemez. Bazı sosyalistler, genel krize referansla “bunlar tabii ki olacak” diyorlar. Hayır, dolar karşısında liranın yılbaşından itibaren mesela 18 Mayıs’a kadar yüzde 20 değer yitirmişken bir gün içinde yüzde 10’un üzerinde değer yitirmesi bir şekilde açıklanmalıdır. Bunun nedeni tam tamına Erdoğan’ın basıncı altında Merkez Bankası’nın doların yükselişi karşısında faiz artırımı anlamına gelecek bir tedbiri günler, hatta haftalar boyunca alamamış olmasıdır. Evet, dolar artık başını almış gitmiş gibi görünmektedir, yani işin içine spekülasyon girmiştir. Ama bunun ardında “iç ve dış yıkıcılar” olması gerekmiyor. Spekülasyon kapitalizmin doğasında içkindir. Borsa da, döviz piyasaları da dev birer kapitalist kumarhanedir. Spekülasyon burada para kazanabiliyorsa bunun nedeni Türkiye’nin kendi iktidar yapısının iç çelişkisidir. Türkiye hem neoliberalizme teslim olmuştur, 16 yıllık AKP dönemi buna dâhildir, hem de onun gereğini yerine getirmemiştir. Nitekim, Merkez Bankası, 23 mayıs akşamı, kallavi bir üç puanlık (300 baz puanlık) faiz artışına gidince, dolar aniden bir önceki günün düzeyine düşmüştür. Bu, faiz artışı duracak demek değildir. Temeldeki çelişkiler devam ettikçe, artış eğilimi çok güçlü olacaktır. Ama belirli anlarda bu artışın yönü geriye çevrilebilir, en azından artış hızı yavaşlatılabilir. Her şeye bakıp “kriz var” demek halka günlük gelişmeleri açıklama konusunda kendi elini kolunu bağlamak anlamına gelir.
Kısa bir özet: Doların yükselişi ve Türk lirasının baş aşağı düşüşü, kapitalist sistemin dünya çapındaki düzeninin kendi iç çelişkilerinin bir ürünüdür. Sonucu muhtemeldir ki Türkiye için ağır bir kriz olacaktır. Bu da en ağır şekilde işçiyi emekçiyi vuracaktır. O yüzden hazırlanmamız gerekiyor.
Şimdi burada duralım. Gözümüzü kapitalist düzenin savunucularının krizi nasıl ele aldıklarına ve ne çözüm önerdiklerine çevirelim ki onlara nasıl karşılık vereceğimizi daha iyi bilelim.