Adana KCK davasında son: Akıl durdu, vicdan sustu!

29 Mart 2009 seçimlerinin hemen ardından, Kürtlerin o dönemdeki partisi DTP’nin elde etmiş olduğu büyük başarının bir tür intikamı olan Kürtlere yönelik siyasi taarruzun özel bir boyutunu oluşturan hukuki saldırı tüm hızıyla devam ediyor. Seçimlerin hemen ardından Nisan 2009’da Amed’de (Diyarbakır) meşhur kelepçeleme operasyonuyla başlayan seri gözaltılar, tutuklamalar ve yargılamalar sonucunda Kürdistan’ın ve Türkiye’nin muhtelif şehirlerinde “KCK” başlığında açılan irili ufaklı davalarda ilk final “Adana KCK” davasında oldu. Aralarında il başkanı, il ve ilçe yöneticileri, kadın komisyonu, gençlik komisyonu üyeleri, gazete (Azadiya Welat) muhabirleri ve çalışanları, radyo (Radyo Dünya) yöneticileri ve çalışanları mahalle temsilcileri, üniversite öğrencileri olmak üzere 47 kişinin yargılandığı dosyada, mahkeme 16 Ekim 2012’de yapılan son duruşmada kelimenin tam anlamıyla ceza yağdırdı: 45 kişiye toplam 419 yıl hapis!

Adaletsizliği işleyen,

çekenden daha sefildir.”

Eflatun

29 Mart 2009 seçimlerinin hemen ardından, Kürtlerin o dönemdeki partisi DTP’nin elde etmiş olduğu büyük başarının bir tür intikamı olan Kürtlere yönelik siyasi taarruzun özel bir boyutunu oluşturan hukuki saldırı tüm hızıyla devam ediyor. Seçimlerin hemen ardından Nisan 2009’da Amed’de (Diyarbakır) meşhur kelepçeleme operasyonuyla başlayan seri gözaltılar, tutuklamalar ve yargılamalar sonucunda Kürdistan’ın ve Türkiye’nin muhtelif şehirlerinde “KCK” başlığında açılan irili ufaklı davalarda ilk final “Adana KCK” davasında oldu. Aralarında il başkanı, il ve ilçe yöneticileri, kadın komisyonu, gençlik komisyonu üyeleri, gazete (Azadiya Welat) muhabirleri ve çalışanları, radyo (Radyo Dünya) yöneticileri ve çalışanları mahalle temsilcileri, üniversite öğrencileri olmak üzere 47 kişinin yargılandığı dosyada, mahkeme 16 Ekim 2012’de yapılan son duruşmada kelimenin tam anlamıyla ceza yağdırdı: 45 kişiye toplam 419 yıl hapis!

Savunmanın bütün hakları başından itibaren sistematik olarak ihlâl edildi!

7 Aralık 2009 tarihinde gözaltılarla başlayan “gizlilik kararı” adı altında, ceza hukukunun en temel ve evrensel ilkelerinin soruşturmanın başından beri sistematik olarak ihlâl edildiği bu süreç, politik alanda yaşanan ırkçılığa varan yozlaşma ve çürümenin hukuk alanındaki uzantısı olan “düşman hukuku” anlayışının doruğunu teşkil etmektedir.

Nicedir –elbette sadece teorik olarak- “Türk” ulusal hukukunun da bir parçası olan ve pratik olarak bu yargılamada da ayaklar altına alınan hakları temel başlıkları ile hatırlamakta fayda var:

Duruşma Öncesi Haklar: Özgürlük Hakkı, Derhal Bir Yargıç Ya Da Başka Bir Yargısal Görevlinin Karşısına Çıkarılma Hakkı, Tutulmanın Hukukiliğine İtiraz Hakkı, Makul Bir Sürede Yargılanma Ya Da Salıverilme Hakkı, Savunma Hazırlamak İçin Yeterli Zaman Ve Kolaylıklara Sahip Olma Hakkı

Sorgulama Sırasındaki Haklar: İkrara Zorlama Yasağı, Çevirmen İsteme Hakkı, Sorgu Tutanaklarına Ulaşma Hakkı

Son Soruşturma Yani Yargılanma Süresindeki Haklar: Mahkeme Ve Hukuk Önünde Eşitlik Hakkı, Bağımsız Ve Tarafsız Bir Yargı Yerinde Yargılanma Hakkı, Adil Muhakeme Hakkı, Suçsuzluk Karinesi, Suçu İkrara Ve (Kendi Aleyhine) Tanıklığa Zorlanmama Hakkı, İşkence Ya Da Diğer Zor Yöntemlerle Elde Edilen Kanıtların Dosyadan Çıkarılmasını İsteme Hakkı, Ceza Yasalarının Geriye Yürümezliği Ve Çifte Yargılama Yasağı -Non Bis İn İdem-, Yersiz Gecikme Olmadan Yargılanma Hakkı, Bizzat Ya Da Avukat Aracılığıyla Kendini Savunma Hakkı, Tanık Dinletme Sorgulama Hakkı, Çevirmen Ve Çeviri Hakkı.

Bu hakların her birinin, tek tek hangi aşamalarda, nasıl ve ne şekilde ihlâl edildiğini irdelemek bu yazının sınırlarını aşacağı için, savunma avukatları olarak başından itibaren dikkat çekmeye çalıştığımız, (fakat heyhat duvarlara çapıp geri dönen!) en belirleyici olanlarını aktarmak isterim:

Soruşturmanın başından itibaren, müdafii tarafından dosya inceleme hakkının silahların eşitliği ilkesi açısından tartışılması, gizliliğin savunma hakkının ihlali olduğu AİHM’in birçok kararlarında da dile getirilmiş olmasına karşın, (Örneğin; Div. K. Schenk/İsviçre, 12.07.1988, Div. K. Feltbrugge/Hollanda, 29.05.1986 ) soruşturma “gizli” olarak yürütülmüştür. Mahkeme, şüphelilerin ve avukatlarının dosyayı incelemesini yasaklarken, Emniyet ve İçişleri Bakanlığı’nın değişik (yerel ve merkezi) kademelerdeki yetkilileri yorum yaparak kamuoyunu şartlandırmaya çalışmışlardır. Yaratılan bu tablo ile yargının tarafsızlığı ve yargılamanın objektif ve adil ölçülerde yapılabilmesinin zemini, soruşturmanın daha başlangıcında ortadan kaldırılmıştır.

7 Aralık 2009 tarihinde gözaltılarla, 14 Aralık 2009 tarihinde tutuklama ve yakalama kararlarıyla başlayan soruşturma süreci iddianamenin gözaltı tarihinden tam 7 ay 5 gün, tutuklama tarihinden ise tam 6 ay 28 gün sonra, 12 Temmuz 2010’da hazırlanması ile tamamlanmıştır. İlk duruşma ise gözaltı tarihinden tam 10 ay 15 gün ve tutuklama tarihinden ise tam 10 ay 8 gün sonra gerçekleşebilmiştir. Yani sanıklar sadece davanın açılma sürecinde dahi bir tür infazı yaşamıştır.

Yakalama ve gözaltı işlemleri adeta “olağanüstü hâl” kurallarıyla yetkiler aşılarak keyfi tarzda cereyan etmiştir.

Soruşturmada “itham sistemi” zedelenmiş, vicahilik, şifahilik ve aleniyet rafa kaldırılarak, “katı tahkik” sisteminin gizlilik ve tek taraflılık kuralları egemen olmuştur.

“Koruma” tedbirleri abartılı ve keyfi bir şekilde uygulanmıştır.

Soruşturma sürecinde CMK 170.Madde’nin açıklığına karşın sadece aleyhe olan deliller toplanmıştır. Sanıkların lehine olan, hemen hepsi yasal seçim çalışması olduğu açık ve bariz olan hiçbir delil dosyaya konulmamıştır.

Soruşturma tipiklik kurallarına uygun nesnel bir olgudan yola çıkarak başlamamış, suçtan yola çıkarak sanığa/sanıklara ulaşma değil, sanıklara göre suç ve delil yaratma yoluna gidilmiştir.

Bilgisayar ve bilgisayar kütükleri üzerinde yapılan aramalar, yasanın esprisine ve doktrindeki anlayışa aykırı biçimde gerçekleştirilmiştir. Başta “telekomünikasyon yoluyla iletişimin dinlenmesi” olmak üzere, ses ve görüntü kaydı, mekân izlemesi, genel olarak teknik takip ve iletişimin denetlenmesi, soruşturma somutunda tamamen keyfi bir tarzda, hukuka aykırı bir şekilde yürütülmüştür. Usûle ve yasaya aykırı olarak toplanmış olan, Anayasa 38.Madde’de yer alan ve CMK 206/2’deki tanıma birebir uyan “hukuka aykırı” deliller, bizim her aşamadaki uyarılarımıza rağmen ısrarla dosyadan çıkarılmamıştır.

Davanın soruşturmasında ısmarlama gizli tanık beyanlarıyla suni deliller üretilmiştir. Yargıtay 9. Ceza Dairesinin, bırakalım gizli tanığı “itirafçı” durumundaki şahısların dahi beyanlarının belirleyici olamayacağı, örneğin 07.02.2000 tarih, 2000/12 E. sayılı kararında belirttiği gibi “itirafçı sanığın atf-ı cürmü maddi kanıtlarla doğrulanmadıkça mahkûmiyet kararı verilemeyeceğine” ilişkin kararına rağmen sadece gizli tanık beyanı “delil” kabul edilerek cezalar verilmiştir.

“Non Bis İn İdem” kuralına rağmen bazı sanıklara, bazılarında daha önceden yargılanmış, ceza almış oldukları davaların konusu olan olaylardan, bazılarında ise yargılamaları halihazırda devam eden davalara konu olan olaylardan dolayı mükerrer cezalar verilmiştir.

Yargılamanın kırılma noktası: anadilde savunma hakkı

Kuşkusuz bütün bu ihlâllerin en belirleyici ve çarpıcı olanı: sanıkların ve bizim “anadilde savunma hakkı” ve bunun doğal uzantısı olan Kürtçe tercüme talebimizin dahi ilk duruşmadan itibaren tıpkı diğer “KCK” dosyalarında da olduğu gibi reddedilmesi oldu. Oysa biz ısrarla mahkemenin bu tavrının yalnızca Lozan Anlaşması’nın 39/5.Maddesi’nin (“Devletin resmî dili bulunmasına rağmen, Türkçeden başka dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.”) ihlâli olmakla kalmayıp: Anayasa’nın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36. Maddesi’ndeki: “Savunma Hakkını Engelleme”, TCK’nın 257. Maddesi’nde düzenlenen: “Görevi Kötüye Kullanma”, 2802 Sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu’nun Disiplin Hükümleri bölümünde yer alan “Yer Değiştirme Cezası” başlıklı md. 68/b’de düzenlenen “Yaptıkları işler veya davranışlarıyla görevini doğru ve tarafsız yapamayacağı kanısını uyandırma…” anlamına da geleceğini defalarca vurguladık ama ne yazık ki sonuç değişmedi.

“Yargı gereğini yaptı !”: Sanıkların savunması olmadan karar

Sonuç olarak anadilde savunma hakkının engellenmesiyle başlayan süreç, savunmaların alınamamış olması nedeniyle yargılamayı tek taraflı “tarihi” bir karar noktasına getirdi. Oysa çok basit bir mantıkla; sanıklar kendilerini ifade edebilmiş olsalardı, dosyaya “delil” olarak sunulan bir çok olayı, konuşmayı, belgeyi vs. sadece konuşmaları ile dahi çürütebilecekti. Dolayısıyla yargılamanın adaleti ve hakkaniyeti sağlama yolundaki birinci ve en önemli hedefi olan “gerçeğe ulaşmak” mümkün olacaktı. Ama elbette sadece gerçeğin yalın ve karşı konulmaz devrimci gücünden korkmayanlar gerçeği ister, çarpıtmanın, hilenin, yok saymanın sanal afyonundan medet umanlar da yalanı!

Kararın en can alıcı boyutlarından biri ise; özellikle Tıp Fakültesi, Eğitim Fakültesi, Mühendislik Fakülteleri gibi bölümlerde okuyan hemen hepsi yoksul işçi ve emekçi ailelerinin çocukları olan öğrencilerin, en azından karar kesinleşinceye kadar, -her türlü adli kontrol tedbirini de kabul ederek- tahliye edilmeleri yönündeki talebimiz bir tek sanık dışında ( bir önceki duruşmada sadece 6 kişi tahliye şansına erişmişti) yine kabul edilmedi.

Nice uyuşturucu, çete davasında benzer ağır cezalarla birlikte sanıklara tahliye kararı veren mahkemelerin, sözkonusu siyasi Kürtler olduğunda böylesine eşitsiz “tutukluluğun devamı” kararı vermesi sadece sanıklar açısından değil, adalet ve hakkaniyet beklentisi içinde olan kamu vicdanı açısından da son derece düşündürücüdür.

Sadece hukukçu olarak değil, insan olarak; toplu mezarlar açılırken yaşadığım travmanın, o tarihin en muazzam kahramanları olan anneler kemik parçalarına “evladım” diye sarılırken yaşadığım acizle, çaresizlikle, öfkeyle, utançla karışık acı duygunun çok benzerini, kara, sivri, kanlı bir hançer gibi karar gününden beri yüreğimin ta derininde taşıyorum. Bu karar onların ailelerine, yakınlarına, dostlarına olduğu kadar benim de içime dert oldu. Ama aynı yürekte, sanıkların, yani “müvekkillerimin” değil, kız ve erkek kardeşlerimin, çocuklarımın, canlarımın; ödemekte oldukları bedelin nerelere varabileceğini çok iyi bilerek son ana kadar dillerini, kimliklerini, kültürlerini, dünya görüşlerini, savunmak adına diz çökmeyişlerine, dimdik duruşlarına şahit olmanın gururunu ve sevincini de kızıl bir gül gibi taşıyorum, taşıyacağım. Zira tarih bu ve benzeri kararları verenleri lekeli, kara harflerle yazacak. Direnenleri, teslim olmayanları ise parlak, altın harflerle! Seyyid Rıza’nın deyişiyle: “Bu da onlara dert olsun!”

23 Ekim 2012

Şiar Rişvanoğlu

(Amed-Diyarbakır/Adana/Mersin “KCK” Davalarında Savunma Avukatı)

KCK