Göçmenler ve mülteciler: kapitalist uygarlığın paryaları
Ortadoğu, Kuzey Afrika, Kafkaslar, Orta Asya: yoksulluk ve savaş içinde bunalan bir dünya Avrupa’yı kuşattı, içeri girmeye çalışıyor. 1995’te kurulan, bugün Avrupa Birliği’nin 28 üyesinden 26’sının dâhil olduğu Schengen sistemi, Avrupa içi dolaşımı serbestleştirip dışarıya karşı duvarları yükselttiğinde sol, buna “Avrupa kalesi” adını vermişti. İşte bugün yoksul ülkelerin milyonları bu Avrupa kalesinin kapılarını zorluyor!
Kuzey Afrika’dan ve Ortadoğu’dan Avrupa’ya doğru göç, çok uzun zamandır gündemde. Bu yaz, sorun kriz boyutlarına ulaştıysa, bunun ilk nedeni Suriye ve Libya’daki savaşlardan kaçan yüz binlerin Avrupa’ya iltica etmek istemesi. Bir yanda kendi hayatlarını kurtarmak ve çocuklarına bir gelecek sağlayabilmek için iltica etmek isteyenler, diğer yanda açgözlü insan tacirleri ve karşı tarafta yoksul ülkelerden gelen yabancıları dışlamak isteyen Avrupa. Sonuç, Akdeniz’in bir deniz mezarlığına dönüşmesi oldu. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne göre, bu yaz Akdeniz’de hayatını yitirmiş olanların sayısı şimdiden 20 bini aşmış durumda!
“Uygar dünya”nın yüz kızartıcı suçu
Ne var ki göç ve iltica, sadece Akdeniz bölgesinde yaşanan bir olgu değil. Amerika kıtasında, Orta ve Güney Amerika ülkelerinin insanları, ABD-Meksika sınırındaki bütün koruma tedbirlerine rağmen karadan ve ayrıca denizden ABD’ye akın ediyorlar. Güneydoğu Asya’nın yoksul ülkelerinden, Filipinler’den, Endonezya’dan, Sri Lanka’dan ve başka ülkelerden birçoğu kadın sayısız işçi, petrolden elde edilen toprak rantıyla Körfez’i semiren Arap şeyhliklerine koşuyor. Eski Sovyet cumhuriyetlerinin insanları, hayatını kazanmak için Türkiye gibi yarı gelişkin bir ülkeye bile akıyor. Afrika’nın en yoksul ülkelerinden işsizler, biraz daha iyi durumda olan ülkelere, mesela kendi siyahileri hâlâ büyük çoğunluğuyla gerçek bir sefalet içinde yaşayan Güney Afrika’ya göç ediyor. Afrika’nın bir de savaşları var tabii: Uganda’da insanlar (aynen Filistin’de olduğu gibi) 40 yıldır, 50 yıldır mülteci kamplarında Birleşmiş Milletler sadakasıyla yaşıyor.
Bütün bunlar bize ne gösteriyor? Dünya yanlış kurulmuş, yanlış işliyor. Emperyalist kapitalizm çiftçileri yoksullaştırıyor, doğayı mahvediyor, insanların geçimini olanaksız kılıyor, aileleri kırdan kente fırlatıyor, kentlerde iş vermiyor, işsiz, aç, sefil kitleler yaratıyor. Sefaletin bir dinamit fıçısı haline getirdiği bu toplumlara hâkim olmak için savaşları kışkırtıyor. Sonunda milyonlar doğdukları, büyüdükleri toprakları, kendi evlerini terk ediyor, atalarının ve analarının mezarlarını geride bırakıyor, ailelerini bölüyor parçalıyor, her şeyi, ölümü dahi göze alarak sistemin daha zengin bölgelerine akın ediyor. Sonra orada da sefalet, ırkçılık, işsizlik, aşağılanma.
Göç ve iltica için kısa vadede yapılacak şeyler elbette var. Ama asıl çözüm kapitalizmin bir bütün olarak yeryüzünden silinmesi. İnsanlar o zaman yoksulluktan ve ihtiyaçtan değil, yeni dünyaları keşfetmek, yeni kültürleri öğrenmek, yeni ufuklara açılmak için yollara düşecek!
Suriyeliler: Erdoğan’ın savaşının kurbanları
Tayyip Erdoğan daha önce ailece birlikte tatil yapacak kadar yakın olduğu “kardeşi” Beşar Esad’a karşı, 2011 sonbaharından itibaren her boydan ve soydan tekfirci ve mezhepçiyi desteklemeye karar vererek, Körfez şeyhlikleri ile birlikte Suriye iç savaşının ana sorumlusu olarak tarihe geçti. Şu anda Suriye yurttaşlarından 5 milyona yakını en başta Türkiye, Lübnan, Ürdün olmak üzere başka ülkelerde yaşıyor. Bu rakamı Suriye’nin 2011 yılı toplam nüfusu ile karşılaştırmak felaketin boyutlarını anlamak için yeterli. Savaş patlak verdiğinde ülkenin nüfusu 23 milyon civarındaydı. Yani kabaca Suriye halkının dörtte birine yakın bölümü, iç savaş dolayısıyla ülkesinden kopartılmış, başka ülkelerde çoğu sefil koşullarda yaşıyor!
Bunların 2 milyonu Türkiye’de. Bizim yasalarımız, iltica konusunda neredeyse bir apartheid sistemi kadar ırkçı. Türkiye, Avrupa’dan gelenler dışında başka mülteci tanımıyor. Hani sabah akşam “din kardeşlerimiz” diye ahkâm keserler ya; iltica konusunda Batılılara verilen haklardan zerre kadarı Ortadoğu, Kuzey Afrika, Kafkaslar gibi Müslüman çoğunluklu ülkelerden sığınma hakkı isteyenlere tanınmamış. Geleneksel olarak hiçbir statü yok. Suriyelilere önce “misafir” dendi. Şimdi “geçici koruma” rejiminden yararlanıyorlar. Yararlanmak sözün gelişi tabii.
2 milyon insanın 250 bini kamplarda yaşıyor. Onların hiç olmazsa asgari ihtiyaçları gideriliyor. Dışarıda kalan büyük çoğunluk, başını sokacak bir çatı, çocuğunu okutacak bir okul, yaşlı anasını hastalanınca götürebileceği bir hastane, hatta yiyecek ekmek bulmakta zorluk çekiyor.
Suriyelilerin de sosyal sınıfları var!
Elbette, mülteci sorunu da bir sınıf sorunu. Savaş tırmanınca varlığına halel gelmesin diye satıp savarak gelen zenginler de var. Hatta buraya gelince iş kurup zenginliğine zenginlik katan da. Bunların çocukları için özel okullar açılıyor, eğitimleri devam ediyor. Oysa geri kalan Suriyeliler tarımda, inşaatlarda, mevsimlik işçilikte, tekstilde, her sektörde yasadışı ve ucuz işgücü olarak çalışmak zorunda. Bunların çocuklarına okul açsanız ne yazar? Neredeyse en küçük çocuğa kadar hepsi çalışmak zorunda, çünkü karın tokluğuna yetecek kadar bile ücret alamıyorlar. Yevmiyeleri yaklaşık 30 lira, bunun bir bölümü de dayıbaşlarına gidiyor. Kapitalist sınıf Suriyelileri sevdi! Tayyip Erdoğan’ın bir hizmeti daha!
Suriye iç savaşının sonu ufukta görünmüyor. Bu mültecilerin kimi dört yıl önce bu ülkeye geldi. Geri dönüş zor. Bu insanların büyük bölümü kalıcı. Türkiye işçi sınıfı, bağrında gelişmekte olan bu yeni toplumsal gruba ve öteki göçmen ve mültecilere ilişkin bir tutum geliştirmekte geç bile kaldı!