Brexit: Tarihin sonunu gömerken

 

 

Brexit gerçekleşti. Britanya halkının yüzde 52’si Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılma yönünde oy kullandı. Bu, tarihi bir sonuçtur. Dünyanın beşinci, Avrupa Birliği’nin ise ikinci büyük ekonomisi, Avrupa’nın en önemli, dünyanın New York Wall Street’ten sonra en büyük finans merkezine (Londra City) sahip ülkesi, NATO’nun üç nükleer gücünden biri, 20. yüzyılın ortasına kadar dünyanın en güçlü emperyalist ülkesi Britanya, Avrupa Birliği’nden ayrılıyor!

1989 tersine dönüyor

Tarihi olarak bakıldığında bu referandum, 1989’da Doğu Avrupa’daki bürokratik olarak yozlaşmış işçi devletlerinin çöküşüyle yaşanan tsunaminin ters yöne dönüşüdür. Doğu Avrupa’nın işçi devletlerinin çöküşü ve kapitalist restorasyonun başlamasının ana nedenlerinden biri, Avrupa Birliği’nin dünyanın ufkunda bir zenginlik ve iktidar devi olarak yükselmesi idi. Bölünmüş Avrupa kapitalizminin birleşmesi Doğu Avrupa halklarını da bir mıknatısın cezbettiği küçük metal parçaları gibi kendine çekmişti. Sadece 1989’da çöken Sovyetler Birliği’ne bağımlı altı ülke (Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Doğu Almanya, Romanya, Bulgaristan) değil, Sovyetler Briliği’nden kopan Baltık ülkeleri (Letonya, Litvanya, Estonya) ve Yugoslavya’nın halkları da AB’nin çekim alanına girmişti. Birinci Dünya Savaşı ertesinde kurulmuş olan Yugoslavya, AB’ye farklı hızlarla cezbedilen cumhuriyetlerinin (Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Makedonya, Karadağ, Sırbistan, Kosova) halklarının birbirlerinin boğazına sarılmasıyla ağır bir iç savaş yaşayarak dağılmıştı. Arnavutluk da bu sürecin peşinden sürüklenmişti. Nitekim (AB’ye en uzak duran Sırbistan da dâhil) bu ülkelerin hepsi, devin kapısını çaldı, önemli bir bölümü (Çek Cumhuriyeti ile Slovakya iki ayrı ülke olarak) bugün AB’nin üyesi olmuş durumda. Diğerleri de kapıda bekliyorlar.

Onlar (ve Türkiye!) kapıda bekleyedursun, şimdi o devin kendisi parçalanmaya başladı! 1989’da dünya burjuvazisinin bütün sözcüleri kendilerine bir oyuncak bulmuşlardı: Tarihin sonu! Kimsenin tanımadığı bir Amerikalı “düşünür” Francis Fukuyama, 1989 yazında bir makale yazarak tarihin sonunu ilan etmişti. Açıkça, Marx’ın kapitalizmin komünizmle sonuçlanacağı tezine karşı ileri sürülmüş bir düşünceydi “tarihin sonu”. Burjuvazi yeni binyılı zafer nidalarıyla, ideolojik havai fişeklerle karşılayacaktı. Kapitalizm muzafferane ilerleyişine devam ediyordu. Küreselleşme bir tank gibi önüne çıkan her engeli aşarak dünyayı ele geçiriyordu.

Tarihin sonu 2008’de kendisi sonlandı. O yıl patlak veren büyük finansal çöküş yeni bir büyük depresyonun, bizim ilk günden beri koyduğumuz adıyla Üçüncü Büyük Depresyon’un açılış salvosu idi. Bugün Üçüncü Büyük Depresyon’un ilk büyük depremi yaşanıyor. Geçen yıl moda, Grexit idi. Yani Üçüncü Büyük Depresyon’un AB içindeki en büyük kurbanı olan Yunanistan’ın avro bölgesinden ve hatta AB’den kopup kopmayacağı idi. İşçi emekçi halkın arasına girmiş bir hainin, yani Aleksis Çipras’ın önderliğindeki Syriza, AB emperyalizmini o depremden kurtardı. Ama AB’nin soluklanma süresi sadece bir yılmış. İşte şimdi, yüzyıl dönümünde 21. yüzyılın en parlak odağı olacağı sanılan AB’de çöküş başlamıştır. Brexit’in derhal yol açtığı finansal panik durulabilir. Ama AB’nin ekonomik gerilemesi devam edecektir. Brexit AB için yeni felaket kapıları açacaktır.

Bu, tarihi bir olaydır. Tarihin sonunun sonu değildir, o, açıkça yazmış olduğumuz gibi 2008 finansal çöküşüydü. Bu, “tarihin sonu”nun gömülmesidir.

Hobsbawm’un kulakları çınlasın, sırada İskoçya var

Referandumun sonucu oldukça yakın görünüyor: ayrılma yanlıları yüzde 52, kalma yanlıları yüzde 48. Ama bilindiği gibi Britanya İngiltere’den ibaret değil. İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda da Britanya’nın (daha doğru adıyla Birleşik Krallığın) parçası. Bu dört halktan ikisi açık arayla AB’de kalma yönünde oy kullandı. Aslında İngiliz emperyalizminin tarihi bir sahtekârlıkla güneydeki yurttaşlarından koparttığı Kuzey İrlanda halkının yüzde 56’sı AB içinde kalma yanlısı olarak oy kullandı. İskoçlar ise daha da keskin bir tercih yaptı AB yönünde. Yüzde 62’si kalma yönünde oy verdi. İngilizlerin toplam ülke nüfusu içinde çok ağırlıklı olmasıdır ki referandumun toplam sonucunun ayrılma yönünde olmasını belirledi. İskoçların ve İrlandalıların toplam bir milyon 350 bin dolayındaki oyuna karşılık İngilizlerin oyu 15 milyon, İngilizler gibi ayrılma yönünde oy kullanan Gallilerinki ise 850 bin.

İskoçların ve İrlandalıların neden AB’de kalma yönünde oy kullandığı açık. Her ikisinde de Britanya’nın içinde İngilizlerle birlikte yaşamak istemeyen çok ciddi bir nüfus kesimi var. Ülke AB içinde kaldığı ölçüde, İskoçların deyimiyle “çişli İngilizler” ile birlikte yaşamak bir ölçüde çekilir olabilir. Ama bütün Avrupa çekip gidince, İskoçlar ve İrlandalıların Katolik olanları neden İngilizlerle yaşamaya devam etmek istesinler ki? Hatırlanacağı gibi, daha iki yıldan kısa süre önce, Eylül 2014’te İskoç halkı Britanya’dan ayrılıp ayrılmama konusunda bir referandum yaşamış, uzun süre baş başa giden oylar, sonuçta birlikte kalma yönünde yüzde 55, ayrılma yönünde yüzde 45 çıkmıştı. Son dakikada böyle beş puanlık kaymanın olmasının nedeni muhtemelen AB organlarının İskoçlara, Britanya’dan ayrıldıkları takdirde AB olanaklarından yoksul kalacakları yönünde şantajı yapmasıydı. Yani İskoçların bir bölümü İngilizlerle birlikte yaşama yönünde değil, AB’den ayrılmama yönünde oy kullanmıştı! Ama şimdi İskoçya da AB’den ayrılmış oldu! Öyleyse, İskoç milliyetçileri hızla yeniden bir referanduma yönelecektir. 2016 Britanya’nın AB’den kopuş yılı oluyor. 2017 de muhtemelen İskoçya’nın İngiltere’den (yani Britanya’dan) ayrılma yılı olacaktır. Nitekim, Scottish National Party’nin (SNP-İskoç Ulusal Partisi) bir önceki lideri Alex Salmond, Brexit referandumu sonuçları belli olur olmaz, İskoçya’nın yeniden referanduma gitmesini talep etmiştir!

20. yüzyılın muhtemelen en verimli Marksist tarihçisi Eric Hobsbawm, toprağı bol olsun, 1970’li yıllarda İskoçlar ilk kez Britanya’dan bağımsızlıklarını almak üzere kıpırdanmaya başladığında (o dönemde Kuzey İrlanda IRA’nın bağımsızlık savaşıyla kaynıyordu, Galliler de İskoçlar gibi bir ulusal uyanış içindeydi, “Britanya’nın Dağılması” (Tom Nairn) türünden başlıklar taşıyan kitaplar yayınlanıyordu) pek üstten konuşmuştu. İskoçlara diyordu ki, “siz Britanya’dan ayrılma yoluna giderseniz, Shetlands da sizden ayrılmak için harekete geçebilir.” Shetlands, İskoçya’nın yünüyle meşhur bir ada takımıdır. Hobsbawm demeye getiriyordu ki bir kez ayrılma başlarsa nerede durur? Hobsbawm buna “Shetlands etkisi” adını veriyordu. Tamamen haksız olduğu söylenemez elbette. Ama siz tarihin o zamana kadar gördüğü en büyük emperyalist ulusunun, İngiliz ulusunun, bir mensubu olarak, 300 küsur yıl önce fethederek aynı siyasi birime zorla dâhil ettiğiniz bir başka ulus ayrılmak istediğinde böyle tepeden konuşamazsınız. Konuşursanız, ezen İngiliz milliyetçiliğinin sözcüsü durumuna düşersiniz. Tarihin Hobsbawm’a oynadığı acı oyun şu: Sözünü ettiği “Shetlands” etkisi geldi, İskoçya’yı değil, İngilitere’yi vuruyor şimdi! Britanya AB’den ayrılır mı, İskoçlar da ondan ayrılır! İhtiyar Stalinist’ti, mesela İspanya devrimini hiç anlayamadı, ama 18. Ve 19.yüzyılların çok iyi bir tarihçisiydi. Keşke yaşasaydı da bunu görebilseydi. Ne de olsa ezilen İskoç halkına bir özür borcu var!

Stoke-on-Trent etkisi

Haydi, üstada bir selam yollamak için biz de “Stoke-on-Trent etkisi” diye bir kavram yaratalım. Ama Stoke’tan söz etmeden önce Brighton’dan ve Londra’dan bahsedelim. Biz 1970’li yılların sonunda bir yıl boyunca Sussex Üniversitesi’nde araştırma yaptık. O üniversitede kurmuş olduğumuz ilişkiler dolayısıyla da zaman zaman gittik oraya. Üniversite’nin bulunduğu Brighton kenti İngiltere’nin en güneyinde bir Alanya’dır ya da Fethiye’dir. Zengin, sakin, sorunsuz. Brighton yüzde 63 ile bütün Britanya’da AB içinde kalma yolunda en yüksek oyu kullanan şehir çıkmış! Avrupa’nın bir numaralı finans merkezi olan City’ye ve sayısız çokuluslu şirkete ev sahipliği yapan, petrol ve “faizsiz” finans zengini Arap şeyhlerinin en çok toprak satın aldığı kent olan Londra’nın sakinleri de yüzde 60 oranında kalma yönünde oy kullanmışlar. Buna karşılık, İngiltere’nin yoksul kuzeyindeki Stoke-on-Trent (bizim görebildiğimiz kadarıyla) ayrılma yönünde en yüksek oy kullanan kent: yüzde70!

Neden? Çünkü ünlü marka Wedgwood da dâhil seramiğiyle ünlü bu kent, aynı zamanda bir zamanlar çok güçlü bir madencilik ve sanayi (demir-çelik) kenti idi. Ama 1970’li yıllardan itibaren dünya kapitalizminin içine girdiği uzun kriz içinde bölgedeki sanayi adım adım çöktü. Madenciliği ise 1980’li yıllarda madenciler grevini yenilgiye uğratan Margaret Thatcher çökertti. Bugün bölge yüksek işsizlikle kıvranıyor.

İngiltere halkının yüzde 52’si ayrıldı demek yetmiyor. İşçi sınıfı içinde ayrılma yönünde oy kullananların oranına henüz rastlayamadık, ama Stoke-on-Trent’in mavi yakalı işçiler için anlamlı bir gösterge olduğundan eminiz. Britanya, son onyıllarda önce Thatcher, sonra Thatcher’sız Thatcherizm temsilcisi, İşçi Partisi (Labour) lideri Tony Blair, şimdi de son altı yıldır David Cameron yönetiminde işçi sınıfını zalim piyasanın, uluslararası kapitalist rekabetin ve işsizliğin pençesinde inlettiği içindir ki, bugün işçi sınıfı sınırları kapatma yönünde oy kullanmıştır. Brexit referandumu bütünüyle bir sosyal sınıf vakasıdır. Onyıllardır kaderine (yani kapitalist piyasaya) terk edilmiş olan mavi yakalı işçi sınıfı, burjuvazinin yönetim kadrolarından intikamını almıştır. “Stoke-on-Trent etkisi” derken bundan söz ediyoruz.

Irkçıların zafer günü

Brexit referandumunun siyasi anlamda iki galibi var. Bir yandan, Britanya’nın ırkçı partisi UKIP (United Kingdom Independence Party-Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) ve lideri Nigel Farage, öbür yandan Muhafazakâr Parti’nin AB’den çıkma yanlısı kanadı, en başta da bir önceki Londra Belediye Başkanı Boris Johnson. Her ikisi de aslında kapitalist politikaların sonucu olan işsizliğin, düşük ücretlerin ve diğer illetlerin göçmen işçilerin sorumluluğu olduğunu iddia ederek ırkçılığı kasıtlı olarak kışkırttı. Böylece, işçi sınıfı ve yoksulların oyuna oynadı ve kazandı. İngiliz işçi sınıfı AB’den, özellikle yoksul Doğu Avrupa’dan dalga dalga gelen göçmen işçileri, Suriyeli mültecileri vb. dışlamak üzere (bir de Türkiye geliyor diye korkutularak!) ülkenin sınırlarını kapamak istedi. Gün ırkçıların günüdür!

Şimdi başbakan David Cameron oynadığı kumarın altında ezilmiş bulunuyor. Kumar şuydu: 2014 Mayıs ayında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde UKIP Britanya’nın birinci partisi haline gelmişti. Bu yüzden Cameron 2015 seçimleri öncesinde Brexit referandumu sözü vererek UKIP’in yükselişini engellemek istedi. Arada gitti Britanya’nın AB içindeki koşullarının pazarlığını yaptı. Böylece, “İngilizlerin çıkarlarını ben daha iyi korurum” demeye kalkıştı halka. Halk inanmadı! Şimdi Cameron derhal istifa etti. Ya Muhafazakâr Parti kendi içinden yeni bir başbakan belirleyecek (Boris Johnson tabii aday olacaktır!), ya da yaşanan tsunaminin, UKIP’in, bir de İskoç referandumu olursa onun basıncı altında Britanya bir erken seçim yaşayacak. Britanya politikası gittikçe sertleşecek. Referandumdan bir hafta önce İşçi Partisi’nin bir kadın milletvekilinin (Jo Cox) bir Nazi grubun sempatizanı tarafından hunharca, hem kurşunlanarak, hem defalarca bıçaklanarak öldürülmesi, bu ülkenin parlamenter gelenekleri bakımından olağanüstü bir şiddet sembolü! Katil cinayeti işlerken “Britain first!” diye bağırıyor. Bu Hitler’in “Dautschland über Alles!”inin İngiliz versiyonudur!

Şunu da ekleyelim: İskoçlar referandum yapmaya girişecek olursa, hükümet bu sefer buna izin vermeyecektir muhtemelen. Ne de olsa ayrılma taraftarlarının bu sefer kazanması neredeyse kesin. Bu da aynen Katalonya’nın ayrılma çabası karşısında İspanya’da olduğu gibi sertleşmeye, yasa dışına taşan birtakım mücadelelere vb. yol açacaktır.

Bütün bunlar karşısında sol ne yaptı diye merak ediyorsunuzdur. Bizim solda da var: AB taraftarı olmayı enternasyonalizm diye gören ya da öyle olmadığını bildiği halde çıkarı gereği öyle sunan bir solcu tipi bütün Avrupa ülkelerinde çok yaygın. İşte Britanya İşçi Partisi içinde de yöneticiler böyle bir tutuma sahip. Londra City finans devleri, bankalar, Britanya çokuluslu şirketleri, bizdeki TÜSİAD karşılığı olan CBI hepsi AB’de kalma taraftarı, siz de tatlısu solcusu olarak “enternasyonalizm” adına AB’yi savunuyorsunuz! İşçilere de yüzlerini UKIP’e dönmekten başka bir seçim bırakmıyorsunuz! Hemen ekleyelim: Britanya’nın ciddiye alınacak devrimci Marksist partileri tercihlerini ayrılmadan yana kullandılar.

Geçtiğimiz yıl İşçi Partisi başkanlık seçimlerini kazanan ve Britanya işçi sınıfı ve gençliğinde yaşanmakta olan bir kaynaşmanın işareti olarak başa gelen Jeremy Corbyn, referandumda kötü bir sınav verdi. Genellikle düşük profil tercih eden Corbyn, partisinden gelen basınç altında son günlerde televizyona çıktı, AB’de kalmayı savundu. Bir gazeteci, Corbyn’in kendisini rehine alan haydutların fidye talebini okuyan birinin tonuyla konuştuğunu söyledi. Neden? Çünkü Corbyn hayatı boyunca AB emperyalizmine karşı durmuştu! Ama şimdi partinin basıncı altında İngiliz burjuvazisiyle aynı seçişi yapmak zorunda kalmıştı. Şimdi anlaşılıyor mu, bu sitede yazdığımız “Jeremy Corbyn ve İşçi Partisi Üzerine Tezler” başlığını taşıyan yazıda neden İşçi Partisi’nin başına bir Marksist de gelse (Corbyn kendine hep öyle demiştir) neden yapacağı/yapabileceği şeylerin hep bir sınırı olacağını vurguladığımız?

UKIP’e cevap Fransızca konuşmak!

İşte bütün bunlardan dolayı, Brexit, Avrupa’da ırkçı ve proto-faşist (ön-faşist) harekete yeni bir koz olmuştur. Sadece Britanya’da değil, onu örnek olarak alacak başka ülkelerde de.

Bunun tek çözümü sınıf mücadelesinin yükseltilmesidir. Britanya’daki gelişmenin yanıtı Manş’ın öteki yakasında, Fransa’da üç aydan uzun bir süredir İş Yasası’na karşı verilen mücadelede yatıyor. Solun, artık AB’yi kurtuluş olarak görmekten vazgeçip, işçi emekçi kitleleri de gericilerin eline teslim etme politikasından kopmasında yatıyor.

Tayyip Erdoğan daha yeni “biz de İngiltere gibi halka gideriz” dedi. Anlatılan sadece Avrupa’nın değil, aynı zamanda bizim hikâyemizdir!