Baltimore 2015: Bir halk isyanının anatomisi
Dünya kapitalizminin 2008’de tarihinin üçüncü büyük depresyonuna girmesinin ertesinde sınıf mücadelelerinin giderek kızıştığı yeni bir evreye girdik. Bu dönemde derinleşen ekonomik kriz, her bir ülkenin özgül ve tarihsel çelişkileri ile birleşiyor, onları patlayıcı hale getiriyor, isyanların ve devrimlerin zeminini döşüyor. 2011’de Tunus ve Mısır’da diktatörleri deviren, 2013’te Türkiye ve Brezilya’da iktidarları sarsan, başta Yunanistan ve İspanya olmak üzere krizin pençesindeki bir dizi Avrupa ülkesinde sınıf mücadelesini ivmelendiren bu yeni evreyi üçüncü dünya devrimi olarak tanımlıyoruz. Ekonomik krizden ciddi biçimde etkilenen emperyalist ülkeler de bu sürecin dışında kalamıyorlar. 2011’de ABD’de başlayan “Wall Street’i İşgal Et” hareketi ve aynı yıl Londra’yı sarsan isyan bunun ilk örnekleriydi. Son bir yıl içinde yaşananlar bunun geçici bir durum olmadığını gösteriyor. Ağustos 2014’te ABD’nin Ferguson kentinde polisin silahsız bir siyah genci öldürmesinin ertesinde başlayan isyan, inişli çıkışlı da olsa polislerin yargılanması kararının verildiği Kasım ayına kadar sürmüştü. Nisan ayının son günlerinde Baltimore’da patlayan halk isyanı ise Ferguson’un bir adım ötesine geçerek ABD’yi sarstı ve yakın geleceğin büyük mücadelelere sahne olacağını gösterdi.
Baltimore'un dünyası
Son isyanın ayrıntılarına geçmeden önce ABD’nin özgül tarihsel çelişkilerinin aynası olarak Baltimore’a yakından bakmak yerinde olur. Ülkenin en eski liman kentlerinden biri olan Baltimore, uzun bir dönem boyunca azımsanmayacak bir sanayi sektörüne ve sanayi proletaryasına sahipti. 1970’lerin başından itibaren ekonomik krizin etkisiyle sanayi yatırımları işgücünün daha ucuz olduğu bölgelere ve ülkelere doğru kaydı. Çok sayıda fabrikanın kapanmasıyla başlayan işsizlik sorunu son kırk yıldır kronikleşti. Yerel yönetim son dönemde turizmi canlandırmaya gayret ediyor ama bunun sonucunda yaratılabilen sınırlı istihdam işsizlik sorununu çözmeye yetmiyor. Ayrıca, 1980’lerden bu yana eğitim ve sağlık hizmetleri için yapılan harcamalar var olan ihtiyacın çok gerisinde kalıyor. Özellikle yoksulların yaşadığı semtlerdeki okullarda eğitim kalitesi çok düşük. Bu okullara giden öğrencilerin iyi bir üniversiteye kabul edilme şansı yok. İşsizlik ve düşük ücretli işlerde çalışmak dışında bir gelecek ihtimali onlar için mevcut değil. Büyük ölçüde özelleştirilmiş ve ticarileştirilmiş sağlık sistemi ise bu semtlerde yaşayanların ihtiyacını karşılamaktan uzak.
Kölelik döneminden günümüze değin süregelen kurumsal ırkçılık, yukarıda anılan sorunların siyah nüfusu beyazlardan çok daha fazla etkilemesine neden oluyor. Siyahlar Baltimore nüfusunun yüzde 63’ünü oluşturuyor. 20 ila 24 yaş arasındaki erkekler içinde işsizlik oranı siyahlarda yüzde 37, beyazlarda ise yüzde 10. Baltimore’un içinde yer aldığı Maryland, ABD’nin en zengin eyaleti. Ancak, siyahların yıllık ortalama geliri beyazlarınkinden yaklaşık 40 bin dolar az. Ortalama yaşam süresi, beyazların nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturduğu Roland Park’ta 83 yılken, siyahların baskın olduğu Upton/David semtinde yalnızca 63 yıl. Her iki semt de dünyanın en iyi hastanelerinden biri olan Johns Hopkins Üniversitesi Hastanesi’nin yakınında bulunuyor. Kısacası, sınıfsal ve ırksal çelişkiler iç içe geçmiş durumda.
Bu ikili çelişki, kent mekânına damgasını vuruyor. Baltimore’da bir süre yaşayan ve çevresine dikkatle bakan herkes, kentin keskin biçimde ikiye bölünmüş olduğunu fark eder. Türkiye’nin kentlerinde zengin ve yoksul semtleri arasında görülen zıtlığın çok ötesinde bir mekânsal çelişkinin Baltimore’a damgasını vurduğu açıktır. Benzer biçimde, Türkler ile Kürtlerin mekânsal ayrışması, Baltimore’da siyahlar ile beyazlar arasındaki ayrışmaya kıyasla çok daha düşük seviyededir. Siyahların yaşadığı semtlerde kural olan işsizlik, eğitimsizlik ve geleceksizlik, uyuşturucu ticareti ve gasp faaliyetlerini örgütleyen irili ufaklı çete-mafya gruplarına katılmayı en ulaşılabilir ve gerçekçi kariyer seçeneklerinden biri haline getiriyor. Kitle mücadelelerinin ve radikal politik örgütlerin etkin oldukları (1960’lı ve 1970’li yılların bir bölümü gibi) kısa dönemler haricinde farklı çetelere mensup siyahların birbirlerine zarar vermesi kanıksanmış durumda. Aralarında beş-on dakika yürüyüş mesafesi bulunan semtler ırk, yoksulluk ve suç oranı bakımlarından birbirlerinden net olarak ayrılıyor. Örneğin Johns Hopkins Üniversitesi’nin Homewood kampüsünün bulunduğu Charles Village ile on dakika yürüyüş mesafesinde yer alan Greenmount iki ayrı dünya gibidir. Orta ve üst sınıfların gittiği restoranların ve barların bulunduğu Mount Vernon ve Fells Point gibi semtler için de aynı şey geçerlidir. Birkaç dakika yürüdükten sonra başka bir dünyaya girersiniz. Bu kadar yakın mesafede bulunmalarına rağmen yoksul siyahların orta-üst sınıf beyazların bulunduğu semtlerde kalabalık biçimde bulunması polisiye önlemler yoluyla engellenmeye çalışılır.
Polis şiddeti, yoksulların kent mekânındaki hareketlerini kontrol altında tutmanın en etkili yollarından biridir. Uyuşturucu ticaretini ve gaspı yaygınlaştıran nesnel koşulların hiçbirini ortadan kaldırmayan devlet, polis gücünü kullanarak yoksul mahallelerini sürekli olarak abluka altında tutmaya ve böylelikle üst sınıflardan beyazları korumaya çalışır. Aktif bir sınıf saldırısı olan polis şiddetinin en çarpıcı kanıtı ABD’de 1999 ile 2014 arasında 70 siyahın silahsız oldukları halde polisler tarafından vurularak öldürülmüş olmasıdır. Bu şiddetin yalnızca beyaz polisler tarafından uygulanmadığına, pek çok siyah polisin de aynı biçimde davrandığına dikkat çekmek gerekiyor. Siyah polislerin önemli bölümü, sistemin ırkçı önyargılarını veri kabul ederek ve kısmen benimseyerek kendilerini diğer siyahlardan ayırmaya ve sisteme hizmet yoluyla kurtarmaya yöneliyor. Koruculuk yapan Kürtlere benzer bir tutum takınıyorlar.
Beklenen oldu!
Siyahların eşitlik mücadelesinin önderlerinden Martin Luther King’in 1968’de suikastla öldürülmesinin ertesinde pek çok başka kentte olduğu gibi Baltimore’da da büyük bir isyan yaşanmıştı. Pek çok Baltimorelu, yoksul siyahların ezilmesinin devam ettiği günümüzde benzer bir isyanın patlak vermesinin ciddi bir olasılık olduğunun farkındaydı. Yıllardır beklenen isyan Nisan ayının sonunda patladı.
12 Nisan günü kentin en yoksul semtlerinden Mondawmin Mall’da polisler Freddie Gray adlı silahsız bir siyah genci vahşice gözaltına aldılar. Gözaltı sırasında işkence gören Gray, komaya girdi ve bir gün sonra (19 Nisan) öldü. Gray’in komaya girdiğinin duyulduğu 18 Nisan’da polis merkezinin önünde yapılan gösteri ile başlayan eylemler, 25 Nisan akşamı sertleşti. Protestocular ile ırkçı beyazlar arasında çıkan kavgaya polisin müdahalesinin ertesinde çatışmalar yaşandı. Gray’in cenaze töreninin yapıldığı 27 Nisan’da polisler gösteri yapacağı duyumunu aldıkları lise öğrencilerini okullarından çıkar çıkmaz kuşattılar ve zor kullanarak evlerine göndermeye çalıştılar. Bir saat süren gerginliğin ardından liseliler polisle çatıştı. Çatışmalar gece boyunca geniş bir alana yayılarak devam etti. Bu sırada bazı işyerlerinin yakılmasını ve yağmalanmasını fırsat bilen devlet ve medya, göstericileri vandalizmle itham ederek suçlu göstermeye çalıştılar.
ABD’yi demokrasinin beşiği olarak gören liberalleri yalanlar biçimde, devlet gösterilere tahammül etmedi. 28 Nisan’da olağanüstü hal ilan edildi. Bir hafta boyunca saat 22:00 ile 05:00 arasında sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Bu yasakları uygulamak üzere binlerce Ulusal Muhafız Baltimore’a gönderildi. Ancak, Türkiye’de 2013’te yaşanan halk isyanı sırasında olduğu gibi, birlik ve dayanışma ruhu Baltimore’da kitleler arasında hızla yaygınlaştı. Olağanüstü hale rağmen on binlerce insan sokaklara çıkarak polislerin cinayet suçundan yargılanmasını talep etti. Siyahların yoğun olduğu mahallelerden gelenlere ek olarak, üniversitelerden de çok sayıda öğrenci ve akademisyen eylemlere katıldı. 1 Mayıs’ta da dev bir gösteri düzenlendi. Ortaya konan güçlü mücadelenin etkisiyle devlet geri adım atmak zorunda kaldı. Benzer vakalarda polisleri cinayetle yargılamamaya veya hafif cezalar vermeye çalışan devlet, Gray’in gözaltında ölümünden sorumlu tutulan altı polisin cinayet suçu ile yargılanacağını 1 Mayıs günü duyurdu. 3 Mayıs’ta olağanüstü hal uygulamasına son verildi.
Halk isyanı, mücadelenin ilk raundunu kazanmış oldu. Bununla birlikte, önümüzdeki dönemde polislerin yargılandığı davanın çok yakından izlenmesi gerekiyor. Ayrıca, isyanın ortaya çıkardığı birlik ruhu ve özgüven, sömürü ve ırkçılığa karşı uzun erimli ve güçlü bir mücadeleyi ortaya çıkarma potansiyelini taşıyor. Bu durum, dünyanın geri kalanında olduğu gibi ABD’de de işçi sınıfına ve ezilenlere önderlik edecek bir partinin inşa edilmesinin acil olduğunu gösteriyor.