Paris suikastı

Bu yazı Paris suikastından günler sonra yazılmış ve iki bölüm halinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır. İleri sürdüğü görüşler adım adım doğrulanmakta olduğu için suikastın yıldönümü vesilesiyle yeniden yayınlıyoruz.

1.“İç hesaplaşma” teorisi mantıksızdır!

İmralı görüşmelerinin hemen ardından, Kürt hareketine mensup üç kadının Paris’te Kürdistan Enformasyon Merkezi’nde katledilmesi son derecede sarsıntılı bir döneme girmekte olduğumuzu ortaya koyuyor. Öldürülenlerden Sakine Cansız PKK’nin kurucularından. Rojbin Fidan Doğan KNK’nin (Kürt Ulusal Kongresi) Paris temsilcisi. Bu insanların konumları, Paris’te işlenen suikastı politik bakımdan son derecede önemli kılıyor.

Hâkim sınıf sözcüleri elbette derhal harekete geçti. Henüz üç Kürt militanı öldüren silahın dumanı dağılmadan “PKK’nin iç hesaplaşması” teorileri ortalığı kapladı. Korunmuş bir yere mücadele olmaksızın girilebilmiş olması, işin örgütün kendi içinden tertiplendiğinin kanıtı olarak gösteriliyor. Sanki istihbarat ya da kontrgerilla örgütleri bu tür mekânlara girmek için gerekli bilgileri toplayamazmış veya siyasi hareketlerin içine sızıp böyle anları bekleyen “uyuyan ajanlar” aracılığıyla bu tür işler yapamazmış gibi. Bu çevrelerin kafa karıştırmak için nelere başvurabildiği şuradan da belli: Olayın üzerinden sadece bir buçuk gün geçmişken, Cumartesi sabahı Sabah’ın manşetinde suikastın PKK’nin iç işi olduğu, Yeni Akit’in manşetinde ise Mossad tarzı yapıldığı, sanki kesin bilgi mevcutmuş gibi yazılmıştı. Her iki yayın organının da AKP yanlısı olduğunu düşünürseniz, Fransız polisinden bile daha çabuk katilleri bulan bu odakların amacının ne olduğunu anlarsınız: Türk devletini aklamak.

Paris katliamının üzerindeki sis perdesinin kalkmasına kadar (tabii bu muhtemelen hiçbir zaman gerçekleşmeyecek) ihtimallerin çeşitli olduğunu teslim etmek gerekiyor. Ama bütün olasılıklar arasında, AKP hükümetinin ve daha genel olarak Türkiye hâkim sınıf sözcülerinin sürekli öne çıkarttıkları “iç hesaplaşma”, siyaset biliminin yöntemleriyle yaklaşıldığında ötekilerle karşılaştırılamayacak derecede zayıf bir olasılıktır.

Olayın somut özellikleri

Bunu anlayabilmek için önce olayı somut tarihsel bağlamına yerleştirmek gerekiyor. Saptanması gereken birinci nokta şudur: Bugüne kadar PKK’nin önderlik kadrosunda görevini sürdürmekte olan hiç kimse suikasta kurban gitmemiştir. Kürt savaşının artık 30 yıla yaklaşan bir tarihi olduğu göz önüne alınınca, Paris olayının bir ilk olarak ne kadar büyük önem taşıdığı anlaşılabilir. PKK’yle karşılaştırılabilecek başka hareketler söz konusu olduğunda bu tür suikastlar tarihin bir olgusudur. Latin Amerika’da örneğin geçmişte 1980’li yıllarda Salvador’da FMLN gerilla örgütünün üç önderi veya 2000’li yıllarda Kolombiya’da FARC’ın önderleri böyle suikastlarda hayatlarını yitirmiştir. Daha yakına gelindiğinde, Filistin hareketinde hem FKÖ içinden, hem de Hamas’tan çeşitli askeri, siyasi, dini vb. önderler Siyonist aygıtça katledilmiştir. Ama PKK’nin hiçbir önderi ya da önde gelen temsilcisi bugüne kadar böyle bir siyasi cinayete kurban gitmemiştir. Evet, Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde, 1993 konsepti uygulanırken Abdullah Öcalan’a suikast planları yapılmıştır. Ama bilindiği gibi bunlar başarısız kalmıştır. Dolayısıyla, bir tarihi “ilk” ile karşı karşıyayız. Bunu bir kenara yazalım ve olayın ikinci özelliğine geçelim.

Suikast, Öcalan ile görüşmelerin yapıldığı, bir barış umudunun doğduğu, ama Kürt hareketinin tamamının müzakere sürecinin henüz başlamadığını, bugüne kadar yapılmış olanın ancak istişare olarak nitelenebileceğini ısrarla vurguladığı bir aşamada yapıldı. Yani karşılıklı görüşmelerin tarihi ne kadar eskiye giderse gitsin, Öcalan ile görüşmelerde hangi noktalar üzerinde anlaşma sağlanmış olursa olsun, Kürt hareketinin bütünü açısından bakıldığında, süreç daha yeni başlıyor. Cinayet, yolun başında işlenmiştir. Suikastı düzenleyen güç şuraya ya da buraya bir mesaj vermek, şu ya da bu ortamı karıştırmak için bu anı seçmiş olabilir. Ama PKK içinde barış karşıtı bir odak varsa, bu odağın henüz yolun başında harekete geçmesi siyaseten anlamsızdır. Bunu anlayabilmek için üçüncü bir noktayı da saptamamız gerekiyor.

Devlet ile PKK arasında görüşmelerin tarihi en azından 2009’a kadar geri gidiyor. En az iki kez, biri 2009 “açılım” döneminde, biri ise 2011 “Oslo süreci” olarak anılan gelişmelerde müzakere başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yani bugün bir müzakere başlasa bile başarılı bir sonuca varması için hem gidilecek çok yol vardır, hem de olasılık çok yüksek değildir. Her siyasi odak, geçmiş deneyimden dersler çıkarır. Son dört yılın dersi, devlet-PKK görüşmelerinin sonuca ulaşmasının kolay olmadığıdır.

“İç hesaplaşma” neden mantıksız?

Şimdi, tartışmamızın odak noktasına geri dönebiliriz: Paris suikastını PKK’nin “iç hesaplaşması” temelinde açıklamak mümkün müdür? Yukarıdaki üç veri bir araya getirildiğinde değildir. Bir an için PKK içinde barışa ya da silah bırakmaya karşı olan ya da en azından bu koşullar altında karşı olan bir odak olduğunu varsayalım. Böyle bir odak açısından Paris suikastını düzenlemek bu aşamada siyasi olarak anlamlı değildir. Müzakere süreci daha başlangıç aşamasındayken ve başarıya kavuşma olasılığı düşükken, PKK içindeki herhangi bir odak böyle bir şeye girişmez. Denecektir ki, olay yaşanmıştır, demek ki birileri işi ciddiye almıştır, engellemek istemektedir. Olabilir. Ama bu PKK içindeki bir odak olamaz. Neden?

Şundan: PKK içindeki müzakere karşıtı bir odak, ancak silah bırakılmamasını, hatta savaşın sürmesini amaçlıyor olabilir. Oysa, şayet Paris suikastını bu odak düzenlediyse, giriştiği eylem örgütü zayıflatma yönünde çok ciddi dinamikler doğuracaktır. Eğer bunun bir “iç hesaplaşma” olduğu konusunda örgütte ciddi bir kuşku doğarsa, bu, nice soruşturmaya, doğru ya da yanlış suçlamalara ve sonunda belki de hem cezalandırmalara, hem de muhtemel bir bölünmeye yol açacaktır.

Şu ana kadar sadece ikinci ve üçüncü verilere dayanarak akıl yürüttük. İlk, tarihsel veriyi de işin içine sokmanın zamanı geldi. Olayın bir tarihi “ilk” olması, PKK içi bir muhalif odak tarafından gerçekleştirilmiş olmasını neredeyse olanaksız kılıyor. Çünkü madem bu alışılmış, kanıksanmış bir şey değildir, PKK işin ucunu bırakmayacaktır. Fail(ler)in ve tertibin ardındaki gücün bulunması için elinden geleni ardına koymayacaktır. Öyle yapmazsa çok hatalı davranmış olur, çünkü hem bu tür suikastlar tekrarlanabilir, yani en basit savunma içgüdüsü PKK’nin bu olayın soruşturulmasını ciddiye almasına yol açacaktır, hem de daha genel olarak bu cinayetin sırrını çözmezse amansız bir düşmanını tanımamış olacaktır. Şayet böylesine derin bir soruşturma yürütülürse, failler ve azmettirici içeridense bulunması olasılığı çok daha yüksektir!

Bu da PKK içindeki müzakere karşıtı odağın bu tür bir adımı bu aşamada atmaması için ikinci nedendir. Henüz yolun başında iken, savaşın sona ermesi olasılığı henüz düşükken, yani bu odağın umutsuz bir ruh durumuna kapılması için henüz ortam oluşmamışken bu tür bir riski aklı başında hiçbir politikacı almaz.

Elbette herkes hata yapabilir. Bu odak da şu ya da bu nedenden dolayı politikanın ABC’sine aykırı düşecek böyle bir hata yapmış olabilir. Zaten sadece bu yüzdendir ki, Paris suikastının bir “iç hesaplaşma” olmasının çok düşük bir ihtimal olduğunu söylüyoruz. Yoksa, rasyonel düşünen ve davranan siyasi özneler varsaysak, meselenin bir “iç hesaplaşma” olması düşük olasılık değil, olanaksız olurdu.  Bu, siyasi meselelerde mümkün olabileceği ölçüde neredeyse matematiksel olarak kanıtlanmış oluyor.

Özetleyelim. İki nedenden dolayı, Paris suikastının faili ve azmettiricileri PKK’li olamaz. Birincisi, savaşı devam ettirmek isteyenin PKK’ye ihtiyacı vardır. Öyleyse, bir iç odağın PKK’yi zayıflatma riskini bu erken aşamada ve barışın başarı sansı bu kadar düşükken almış olması düşünülemez. Oysa öteki kuşkulu aktörlerin (TC devletinin içinde herhangi bir güç, faşist hareket, bölge devletlerinden biri vb.) böyle bir kaygısı olamaz. Dolayısıyla da, onlar acele edebilir, ama PKK içi bir odak böyle aceleci davranamaz. İkincisi, bu olay bir tarihi “ilk” olduğu için çok ciddidir, iç odak açısından siyasi intihar derecesinde riskli bir girişimdir. Bu aşamada hiçbir odak böyle risk almayı istemez.

Bütün bunların ötesinde “iç hesaplaşma” teorisini ortaya atarak halkı budala yerine koyanların cevap vermesi gereken başka bir soru var: Madem geçmişte PKK içinde barışa karşı olan kanat askeri saldırılar yoluyla müzakere sürecini engellemeyi başardı, madem örneğin “Oslo süreci” olarak anılan görüşmelere son verilmesine yol açan şey 2011 seçimleri sonrasında Silvan’da yapılan ve 13 askerin hayatını yitirmesine yol açan saldırıydı, bu kanat neden bunu yapmak yerine örgütün içinden insanları katletmek gibi aşırı derecede riskli bir adım atsın ki?

Hükümet sözcülerinin ve medyanın olayın üstünü kapatmak için geliştirdiği “iç hesaplaşma” teorisi böylece çöküyor. O zaman gerçek soru karşımıza çıkıyor: Kim?

2.Abdullah Çatlı hortluyor

Paris’te Kürt hareketinin üç kadın militanının katledilmesi, Türkiye’de ve Ortadoğu’da Kürt sorununun gelişmesi açısından çok önemli sonuçları olacak bir olaydır. Bu yüzden de arkasında hangi güçlerin yattığını anlamaya çalışmak büyük önem taşıyor. Daha önce yayınlanmış bir yazımızda (“Paris suikastı (1): ‘İç hesaplaşma’ teorisi mantıksızdır!”), saldırının neden PKK içinden müzakere sürecine, barışa ya da silah bırakılmasına karşı bir odak tarafından düzenlenmiş olamayacağını mantıksal temelleriyle ortaya koymuştuk. O yazımız “peki o zaman kim?” sorusuyla bitiyordu. Bu yazıda bu konu üzerinde bazı düşünceler ileri süreceğiz.

Her şeyden önce teorik olarak Paris suikastının ardında birçok farklı gücün olmasının mümkün olduğunu belirtelim. Bu güç, Türkiye’nin emperyalizmin hizmetinde canını çok yakmış olduğu Suriye’nin Muhaberatı da olabilir, Erdoğan’la sıkıntılar yaşayan İsrail’in Mossad’ı da. Kürdistan Bölgesi petrolleri konusunda Türkiye ile kıyasıya bir mücadeleye girişmiş olan Irak’ın merkezi hükümeti de olabilir, Ortadoğu politikasında her geçen gün karşısına daha düşmanca bir tavırla çıkmakta olan Türkiye’nin oyunlarını bozmak isteyen İran da. Bunlara isteyen Rusya’yı, ABD’yi veya herhangi bir Avrupa devletini ekleyebilir. Bunların bu eylemi düzenlemekten nasıl bir çıkarı olabilir? Türkiye ile Kürt hareketinin karşılıklı görüşmeler yoluyla bir barışa ulaşmasının kendi aleyhlerine sonuçlar yaratacağı kaygısına kapıldıkları için bu süreci engellemek amacıyla iki tarafı birbirine düşürmeyi hedeflemeleri teorik olarak mümkündür. Ama sadece teorik olarak!

Neden? Çünkü, her şeyden önce, Türk basınının propagandası ne derse desin, aklı başında bütün güçler, Kürt tarafının barışa daha yatkın olduğunu, dolayısıyla bu tür bir provokasyonla müzakere yolundan kolay kolay döndürülemeyeceğini bilmektedir. Dolayısıyla, Türk tarafına karşı yapılacak bir bombalı saldırı ya da suikast çok daha sonuç alıcı olurdu. Haydi diyelim bu çok denenmiş bir yöntemdi, bu kez işe yaramayacağı düşünüldü. Bunun yerine benimsenen yöntemin taraflarca kolayca savuşturulabileceği açık değil mi? Türk tarafına yapılacak bir saldırı veya suikastı PKK üstlenmese bile barış görüşmelerinin güçlü düşmanlarının olduğu bir ortamda “PKK olmayabilir, ama azınlık bir kanattır” fikrinin işleneceği ortada. Yani PKK’nin o tür bir eylemi üstlenmemesi, provokasyonu boşa çıkarmazdı. Ama Kürt hareketine yapılan bir saldırı aracılığıyla provokasyonun boşa çıkarılması kolaydır. Barış müzakerelerine girmeye hazırlanan bir hükümetin başı çıkar ve “bu saldırı Türkiye’nin güçlerince işlenmemiştir, biz barışı samimi olarak arzu ediyoruz” der ve Kürt hareketi ve kitleleri bu alışılmadık dilden ve jestten dolayı bu saldırının başka bir gücün provokasyonu olduğunu kavrardı. Dolayısıyla, “yabancı istihbarat örgütleri” teorisi de kolay kabul edilebilecek bir teori değildir.

Kontrgerilla

Suikast “iç hesaplaşma” da, “yabancı istihbarat provokasyonu” da değilse, geriye pek az olasılık kalıyor. Başka gezegenlerden güçler gelmediyse, ok Türkiye devleti içinden bir gücü gösteriyor. (Faşist hareketin herhangi bir kanadının devletten bağımsız bir operasyonuna ihtimal vermek, tarihsel gelişmenin bu aşamasında çok zordur.) Bütün liberaller ve AKP yanlıları, elbette iş buraya geldiğinde hemen “Ergenekon” ya da “ordu içindeki darbeci güçler” diyecektir. Böyle bir ihtimal yoktur denemez.

Ama önce bir olguyu hatırlatalım. Basına yansıyan bilgiler, Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata’nın İmralı’ya gitmesinden önce Milli Güvenlik Kurulu’nun hükümetin MİT aracılığıyla yürüttüğü görüşmelere onay verdiğini gösteriyor. Dolayısıyla, komuta kademesi, aşırı bir taktik ikiyüzlülük ihtimali dışında, bu cinayetin bir parçası olamaz. Şimdiki genelkurmay başkanının göreve nasıl geldiği ve bugüne kadar nasıl davrandığı göz önüne alınırsa kendisine bu tür bir komploculuk atfetmek zor olur. Demek ki, ordunun emir komuta zinciri temelinde bu işin içinde bulunması ihtimali son derecede düşüktür.

Bu, ordu içinden merkezkaç güçlerin böyle bir suikastı düzenlemiş olması ihtimalini elbette ortadan kaldırmıyor. Her ne kadar Ergenekon ve Balyoz tutuklamaları ve davalarından bu yana kontrgerilla güçleri üzerinde hükümetin (geçici olarak da olsa) bir hâkimiyet kurmuş olduğunu düşündürecek çok şey varsa da, azınlık ve kontrol edilemeyen bir kanadın bu tür bir işe kalkışarak müzakere sürecine bir darbe vurma çabasına girişmiş olması mümkündür.

Önemli olan başka bir şeydir. Suikastın ardındaki gücün Türkiye devleti içinde olması ihtimali söz konusu olunca, liberaller hemen parmaklarını AKP karşıtı bir güce çevirmekte ve bu işin içinde AKP hükümetinin olamayacağını ilan etmektedirler. Esas sorulması gereken soru şudur: Bu varsayım doğru mudur?

Hem konuş, hem öldür!

Böyle bir varsayım kesinlikle doğru değildir. Bu varsayımı yapanlar, AKP hükümetinin “iyi niyetine” yıllardır kanmış olmaları bir yana hâlâ kanmaya devam etmek isteyenlerdir. AKP hükümetinin hem İmralı görüşmelerini yapıp hem de böyle saldırılarda bulunması ciddi bir olasılıktır.

Bir kere, bu “barış” görüşmelerine oturan birtakım devletler açısından geçmişte uygulanan bir taktik. İsrail, 1993’te başlayan Oslo süreci boyunca birçok Filistinli önderi öldürdü, hapse attı, cezalandırdı. Daha önemlisi, “barış” adı verilen sürecin Filistin tarafındaki mimarı, FKÖ’nün tarihsel önderi Yasir Arafat’ı evinin dışına çıkamaz duruma getirdiği bile oldu. Son haftalarda, Turgut Özal’ın bir cinayete kurban gidip gitmediğini belirlemek için yapılan tetkike benzer bir incelemenin Arafat için de yapılacağı konuşuluyor. Yani İsrail’in “barış süreci” içindeki bir numaralı ortağını dahi öldürtmüş olabileceğinden kuşkulanılıyor!

İsrail yapar, Türkiye yapmaz diyecek kimse var mıdır bilmeyiz. Ama Pazartesi günü Mardin’de yaşanan olaylar hükümetin, özellikle de İçişleri Bakanı’nın bir yandan konuşurken bir yandan da öldürme konusunda hiçbir sınır tanımadığını açıkça ortaya koyuyor. Mardin olayları da mı PKK’nin “iç hesaplaşması” ya da “yabancı istihbarat provokasyonu”?

Kimileri, “ hem konuş, hem öldür” stratejisine bir anlam veremeyebilir. Bunlar her şeyden önce hükümetin samimi olduğuna, yani başlatılan görüşmelerin gerçekten ve mutlaka barışla sonuçlanmasını amaçladığına inanmışlar demektir. Şayet konuşmanın amacı başka bir şeyse, yani konuşma başka bir stratejinin taktik bir halkası ise, o zaman “hem konuş, hem öldür” gayet kolaylıkla anlaşılır hale gelir.

Ama bu bile gerekmez. Hükümet kendisinin “barış” dediği bir şeyi gerçekten amaçlıyor, bunu gerçekleştirmek için Kürt hareketine kendi “barış”ının koşullarını dikte etmeyi amaçlıyor olabilir. Bu durumda her tür baskı ve cinayet “eğer benimle anlaşmazsanız, başınıza gelecekleri görüyorsunuz” anlamını taşıyabilir.

Daha ötesini söyleyelim. Mesaj belki de başka bir yerlere verilmiştir. Erdoğan daha yeni kendisinin bu süreçten anladığının PKK’nin silahsızlanması karşılığında PKK’nin önder kadrosunun yurtdışına, yani Avrupa’ya, muhtemelen Norveç’e gitmesi olduğunu dile getirdi. “Barış” ve “Kürt sorununun çözümü” ile en ufak bir ilişkisi olmayan bu modele dahi Türkiye içindeki müzakere karşıtları, mesela faşistler şöyle itiraz edebilirler: PKK önderleri yurtdışından da buradaki hareketi yöneterek “milli birliğimize” tehlike oluşturabilirler. Paris suikastının dördüncü somut özelliği burada büyük anlam kazanıyor. Türkiye devleti, bu suikastla Türkiye içinde bu sürece karşı olanlara şunu anlatmak istemiş olabilir: “Avrupa’da hoşuma gitmeyen şeyler yapanı işte böyle katlederim. Batılı dostlarımın istihbarat örgütleri de bana yardımcı olacaktır.” Kimileri Norveç’e güvenmiş olabilir.  Pek “demokratik” Norveç’in NATO üyesi olduğunu unutanlara bunu hatırlatmak görevimizdir!

Abdullah Çatlı’ların dönüşü

İlk yazımızda, Paris suikastının bir tarihi “ilk” olduğunu vurgulamıştık. PKK türü birçok hareketin önde gelen kadroları geçmişte suikastlara kurban gitmiştir. Ama 30 yıla yaklaşan savaş süresi boyunca PKK böyle bir şeyi hiç yaşamamıştı. Çiller döneminde Öcalan’a başarısız bir suikast çabası dışında, amacına ulaşan böyle hiçbir girişim bilinmiyor. İşte bu durum Paris olayına muazzam bir önem kazandırıyor.

İkincisi, savaş Avrupa’ya sıçramıştır. İşte burada Paris’in seçilmesi de son derecede anlamlıdır. Paris, 1980’li yıllarda kontrgerilla-faşizm-mafya işbirliği çerçevesinde Ermeni hareketlerine karşı yapılan yurtdışı operasyonların merkezi idi. Türk kontrgerillası Paris konusunda güçlü bir deneyime ve demek ki Fransız gizli servisleriyle sağlam bir işbirliği geleneğine sahiptir. Şayet bu işi Türkiye’nin gizli güçleri yaptıysa, işi en iyi yapabilecekleri yeri seçmişler, PKK’nin Almanya sorumlusunu Fransa’da öldürmüşlerdir!

Abdullah Çatlı’nın geleneği hortlamaktadır. Sri Lanka tipi çözüme dikkat!