Gara’daki garabetler

Gara’daki garabetler

10 Şubat’ta Kuzey Irak’ın Gara (Garê) bölgesinde yapılan ve 14 Şubat’ta sona erdiği açıklanan sınır ötesi askeri operasyonda PKK tarafından 6 yıldır alıkonan, aralarında asker, polis ve istihbarat görevlilerinin bulunduğu 13 rehinenin öldürülmesi tartışılmaya devam ediyor. Yapılan resmi açıklamalarda 13 rehinenin bölgeye yapılan hava operasyonu başlar başlamaz PKK tarafından infaz edildiği söylenirken, PKK tarafından ileri sürülen iddia ise ölümlerin bölgeye yapılan yoğun hava bombardımanı dolayısıyla gerçekleştiği yönünde. CHP’nin başını çektiği geniş bir muhalefet cephesi, resmi açıklamayı ana hatlarıyla kabul etmekle birlikte operasyonu “başarısız” olarak niteleyerek iktidarı suçluyor. Bu noktada özellikle rehinelerle ilgili yapılan fiili girişimlere, mecliste verilen soru önergelerine AKP iktidarının kayıtsız kalması eleştiriliyor. İktidar cephesi ise bu konuyu tartışmaya kapatıp, resmi açıklama haricindeki tüm yorumları “teröre destek” ve “ihanet” vb. şekilde yaftalıyor. Tabii suçlamalar sadece sözlü olarak kalmıyor, HDP’ye yönelik il ve ilçe yöneticilerini de kapsayan 718 kişinin gözaltına alınmasıyla birlikte HDP’nin kapatılmasına yönelik çağrılar başta MHP olmak üzere yoğunlaştırılmış durumda.

Operasyonun amacı rehineleri kurtarmak mıydı? Yoksa Gara’yı “örgüte dar etmek” mi?

Böyle bir ortamda gerçekleştirilen operasyonla ilgili askeri ayrıntılara tümüyle vakıf olmak mümkün değil. Öte yandan sadece resmi açıklamalara bakıldığında dahi bir dizi çelişkinin görülmesi ve bu çelişkilerin arasından fiilen yaşananların ayrıntısına olmasa da arka plandaki siyasi gerçekliklere ulaşılması mümkün. Öncelikle Gara’da rehine kurtarma operasyonunun başarı ve başarısızlığı tartışılırken, gözden kaçırılan bir olgu vardır. Bu, Pençe Kartal-2 adıyla gerçekleştirilen operasyonun hiçbir şekilde bir rehine kurtarma operasyonu olarak planlanmamış olduğudur. Gerek Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar gerekse de Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler tarafından yapılan açıklamalarda Pençe Kartal-2 operasyonunun temel amaç ve motivasyonu içinde rehinelerin kurtarılması zikredilmemektedir. Esas vurgu sınırdan yaklaşık 30km. içeride olan bu sarp dağlık bölgede PKK’nin kendisini nispeten emniyette hissediyor olması, 2019’dan beri yürütülen operasyonlarla güçlerini bu bölgeye çekmiş olması vb. gibi hususlar üzerine yapılmaktadır. Hulusi Akar’ın ilk açıklamasında operasyonun amaçları arasında “daha önce güvenlik nedeniyle açıklanmayan, teröristler tarafından kaçırılan vatandaşlarımız ile ilgili istihbaratı teyit etmek ve gerekli müdahalede bulunmak” da sayılmıştır. Halbuki “PKK’nin burada bir daha kendini rahat hissetmemesini sağlamak”, “75 kilometreye 25 kilometrelik Gara alanını örgüte dar etmek” gibi hedeflerle, rehinelerin kurtarılmasına odaklanan ve ilk etapta teyit edilmemiş istihbaratı teyit etmeyi ve ondan sonra müdahalede bulunmayı öngören bir hareket tarzının örtüşmediği rahatlıkla görülebilir.

Nitekim operasyonla ilgili daha sonra açıklanan ayrıntılar bu noktadaki çelişkiyi derinleştirmektedir. 10 Şubat gece yarısı başlayan hava harekâtında 50’den fazla hedefin başarıyla tahrip edildiğinden övgüyle söz edilmektedir. SİHA ve İHA’lar dışında konvansiyonel savaş uçaklarını da kapsayan bu tür bir hava harekâtının, kara harekâtı için bir gereklilik olduğu bilinmektedir. Öte yandan bölgenin bombardıman altına alınmasının bir rehine kurtarma operasyonunun gerektirdiği sürpriz etkisini tamamen ortadan kaldıracağı açıktır. Kaldı ki elde rehinelerin nerede olduğuna dair teyit edilmemiş bir istihbarat varken bu bombardımanın rehinelerin hayatını riske atacağı da ortadadır. Rehinelerin bulunduğu yere ait kesin istihbarat olmadığı, kara harekâtının ayrıntıları ile ilgili resmi açıklamalardan da net şekilde anlaşılmaktadır. Öyle ki Hulusi Akar’ın rehinelerle ilgili önceleri yarım ağızla üstünde durduğu istihbarata mecliste yaptığı konuşmada hiç değinmemiştir. Meclis konuşmasını yazılı metinden yapan Akar,  “PKK'nın sözde güvenli bölge olarak Gara'yı seçtiği ve oraya odaklandığı, sözde okul, eğitim merkezi ve toplantı alanı olarak bu bölgeyi kullanmaya başladığı da yine bize gelen bilgiler arasında bulunmaktadır” derken bölgede rehinelerin tutulduğu bir hapishaneye dair bilgiden bahsetmemektedir. Hulusi Akar askeri çatışmanın ayrıntılarını anlatırken de pek çok mağara olan bölgede önceden tespit edilmiş belirli bir mağaraya değil “ateş gelen mağaraya yoğunlaşıldığını” belirtmiştir. Daha sonra ise askerlerin mağarada bulunan PKK militanlarına sürekli teslim olun çağrısı yaptığından bahsetmektedir. Neden bir kurtarma operasyonunda olması gereken “rehinelerin bırakılması” çağrısı yerine “teslim ol” çağrısı yapılmaktadır? Çünkü ortada bir kurtarma operasyonu yoktur.

Erdoğan’ın Çarşamba müjdesi gerçekte neydi? Rehineler mi Karayılan mı?

Nitekim Hulusi Akar, Meclis’teki konuşmasında, söz konusu mağarada rehinelerin olduğu bilgisinin, uzun çatışmalar sonucunda akşam saatlerinde mağaradan çıkarak teslim olan Şervan Korkmaz kod adlı Osman Acer tarafından verildiğini söylemiştir. Hulusi Akar ayrıca, Osman Acer’in, rehinelerin, hava hücum harekâtının başında kafalarına kurşun sıkılarak öldürüldüğünü söylediğini ifade etmiştir. PKK tarafından ortaya atılan “bombardımanda öldüler” iddiasını çürütmek için öne çıkarılan bu ifade diğer bir yönüyle de TSK’nın, yürüttüğü operasyonda, rehine kurtarmayı hedefleyen bir hareket tarzı içinde olmadığını göstermektedir.

Erdoğan’ın 10 Şubat için “Çarşamba günü bir çok güzellikleri takdim edeceğim” sözleri ama o gün bir açıklama yapmamış olması muhalefet tarafından “rehine kurtarma operasyonunun” beklendiği gibi sonuçlanmamış olmasına bağlandı. Oysa görüyoruz ki rehinelerin kurtarılması birincil olarak hedeflenmemiştir. Belki de planlama dahilinde hiç yoktur ya da alanda karşılaşılabilecek bir olasılık olarak plana dahil edilmiştir. Dolayısıyla Erdoğan’ın olası müjdesi 13 rehinenin sağ salim geri getirilmesinden farklı bir şey olmalıdır. Bunun ne olduğunu kesin olarak bilmek imkansızdır. Ancak Süleyman Soylu bu konuda ipucu vermektedir. Süleyman Soylu 14 Şubat günü yaptığı ilk sosyal medya paylaşımında PKK yöneticilerinden Murat Karayılan için “bin parçaya bölmezsek” ifadesini kullanmıştır. Daha sonra aynı kişi için aynı ifadeyi TBMM’de yaptığı konuşmada da tekrarlamıştır. Gara’daki yoğun bombardıman eşliğinde icra edilen ve başarısı tahrip edilen hedefler ve öldürülen kişi sayısı ile ölçülen hareket tarzı “rehine kurtarma” maksadına uygun gözükmese de üst düzey bir PKK yöneticisinin “bin parçaya bölünmesi” ifadesiyle uyumludur. Eğer durum böyle ise başarısızlık sadece rehinelerin kurtarılamamış olmasıyla sınırlı değil demektir.

Soylu’nun diyalog ve arabuluculuk çelişkisi: İktidar yapınca mubâh, muhalefet sorunca terör!

Aynı noktada halkın geniş kesimleri tarafından rehinelerin neden diyalog ve arabuluculuk yoluyla kurtarılmadığının sorgulanması son derece haklı olmaktadır. Burada PKK’nin elinde bulunan rehinelerin geri getirilmek istenip istenmediğinden ziyade operasyona dair hangi sonucun iktidar tarafından daha büyük bir siyasi değere sahip olduğu tartışması vardır. Belli ki rehinelerin kurtarılması ya hiç değerli görülmemiş ya da çok arka planda kalmıştır. Üst düzey bir PKK yöneticisi yakalanmamış ya da “bin parçaya bölünmemiş” olsa dahi öldürülen PKK militanı sayısı ve vurulan hedeflerin miktarı bir başarı hikayesi yazılmaya yetmektedir. Bu yetmiyormuş gibi rehinelerin kurtarılabilmesi için diyalog kurulmasını ve arabulucular kullanılmasını isteyenler ise bilindik “terörist” suçlamasıyla karşılaşmaktadır. İktidarın en büyük tutarsızlıklarından biri de buradadır. Çünkü Süleyman Soylu, muhalefetten gelen eleştirileri cevaplarken “Devlet burada üstüne düşen her şeyi yerine getirmiştir. Bu konuda da her türlü muhataplığı da insani olarak ortaya koyabilecek hiçbir kapıyı kapatmamıştır” demektedir.

Ayrıca Naci Bostancı, Mehmet Uçum, Özlem Zengin, Öznur Çalık gibi AKP’lileri tanık göstermesiyle bir yandan siyaseten kendini savunurken bir yandan da bu girişimlerin meşru olduğunu kabul etmiş olmaktadır. Süleyman Soylu, Pervin Buldan’a, arabuluculuk girişiminde bulunup “biraz misafir edip bırakacaklar” diye dönüş yaptığını söyleyerek yüklenmiştir. Buldan, bu sözleri yalanlamıştır. Kimin ne dediğinden daha önemli olan ise Buldan ne demiş olursa olsun yaptığı arabuluculuk girişiminin sadece halk nezdinden değil, devlet nezdinde de meşru görüldüğüdür. Hâl böyle iken yapılan askeri operasyonu eleştirmenin ve diyalog kanallarının zorlanmasını istemenin “terörizm” ile özdeşleştirilmesi bu durumda iktidarın kendi siyasi açıklarını örtme gayesinden başka anlam taşımamaktadır. 

Operasyonun koordine edildiği dost ve müttefikler kimler?

Halkın 10-14 Şubat arasında olanları tüm açıklığı ile bilme hakkı vardır. Ama halkın sadece o günlerde olanları değil, daha önce sınır ötesi operasyonlarda ve gelecekte yapılacaklarda da gerçekte hangi siyasi amaç ve hedeflerle hareket edildiğini de bilme hakkı vardır. Bu konularda halka söylenenlerle gerçekte olanlar arasında derin bir uçurum söz konusudur. Daha da kötüsü mevcut iktidar bir yandan ABD’yi eleştirirken diğer yandan ABD’nin bildiğini kendi halkından saklamaktadır. Hulusi Akar, son operasyonun dost ve müttefiklerle birlikte koordine edildiğini açıklamıştır. Özellikle de Ocak ayında Erbil ve Bağdat’a yapılan ziyaretlerde Irak Merkezi Hükümeti (Kazımi) ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (Barzani) ile PKK güçlerinin, mevzilendikleri bölgelerden atılmaları konusunda mutabık kaldıklarını vurgulamaktadır.

Biri merkezi diğeri bölgesel iki Amerikan sömürge valisi konumunda olan Kazımi ve Barzani ile birlikte koordine edilen bir harekâta dair ABD’nin haberi, desteği ve koordinasyonu olmamasından bahsedilemez. Sadece son Pençe Kartal-2 değil, Mayıs 2019’dan beri bu bölgede yürütülen “Pençe” serisi operasyonlar da ABD’nin icazetiyle yapılmaktadır. Aksi düşünülemez. Ve bu icazetin arka planı ABD Savunma Bakanı James Mattis’in “PKK ile YPG’yi savaştırabiliriz” sözleriyle kamuoyuna yansıyan, ardından ABD’nin PKK yöneticilerinin başına koyduğu 12 milyon dolar ödülle devam eden süreçtir. ABD’nin bu operasyona icazet verdiğinin bir diğer karinesi ise Kazımi ve Barzani’nin desteğine karşın ABD ile kanlı bıçaklı olan ve İran etkisi altındaki Haşdi Şabi milislerinin, Türkiye’nin askeri girişimlerini reddeden tutumudur. Tüm bunlar bir arada değerlendirildiğinde 14 Şubat günü ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ned Price’ın “eğer teyit edilirse” kaydı düşülmüş kınama mesajı, Erdoğan’ın söylediği gibi ABD’nin, PKK’nin yanında olduğunu göstermez. Ned Price ilgili açıklamasında açıkça PKK’nin ABD tarafından bir terörist örgüt olarak tanımlandığını belirtmiş yani tarafını göstermiştir.

Yine ABD’nin bildiğini halktan gizlediler! Gizli diplomasiye hayır!

Ancak “teyit edilirse” kaydı düşmesi, ABD’nin kendisiyle koordine edilen askeri girişimlerin sınırlarını çizme mesajı olarak da yorumlanabilir. ABD’nin Türkiye’nin sınır ötesi operasyonlarına verdiği icazetin bir açık çek niteliğinde olmadığı biliniyor ve bu da her fırsatta ABD tarafından hatırlatılıyor. Barış Pınarı harekâtında da benzer bir süreç yaşanmıştı. Erdoğan ve iktidar tarafından konuşanlar Fırat’ın doğusuna yönelik büyük harekâtın başladığını halka anlatmış, bu ifadeler, “ABD’nin terör koridorunu yıkıyoruz” türünden hamasi nutuklarla desteklenmiş ancak sürecin sonunda tüm harekâtın ABD’nin icazet verdiği sınırlar içinde yapılıp bitirildiği anlaşılmış, elde ise hepsi Amerikan nüfuzu altındaki güçlerce (TSK, ÖSO, YPG) kontrol edilen İdlib’ten Irak sınırına kadar bir NATO koridoru kalmıştı. Öyle ki operasyon bittiğinde TSK ve ÖSO güçlerinin kontrol ettiği bölgenin haritası, sınır ötesi harekâtın ilk günlerinde bir İsrail gizli servisi Mossad’a yakınlığı ile bilinen Debka Files tarafından yayınlanmıştı. Yine ABD’nin ve İsrail’in bildiği halktan gizlenmişti. Gara operasyonunda da farklı bir durum yoktur. ABD bu durumu lisan-ı münasiple hem Türkiye’deki iktidara hem de kamuoyuna göstermiştir.

Erdoğan bir konuşmasında bu durumu yine sert sözlerle eleştirmiş, hükümet, ABD Büyükelçisi Satterfield’i önce Dışişleri Bakanlığı’na sonra da Milli Savunma Bakanlığı’na çağırarak bu tepkiyi resmi ve diplomatik bir düzeye taşımıştır. Daha sonra medya, gösterilen tepkinin ardından ABD’nin geri adım atarak PKK’nin sorumluluğunu kabul ettiğini yazmıştır. Bu haberin kaynağı ise ABD Büyükelçisi Satterfield’in kendisinin değil, onun adına Milli Savunma Bakanlığı’nın yaptığı bir açıklamadır. ABD bu konuda ne Dışişleri ne de Büyükelçilik düzeyinde daha önceki tutumlarını tekzip eden resmi bir açıklama hâlâ yapmamıştır. Tam tersine ABD Dışişleri Bakanı Blinken, bu süreçte mevkidaşı Mevlüt Çavuşoğlu ile yaptığı telefon görüşmesiyle ilgili açıklamasında, S-400 gündemini sıcak tuttuğunu göstermiş, insan hakları ve demokratik kurumlara destek vurgusuyla da Biden’ın Türkiye’deki Amerikan muhalefetine destek pozisyonunun devam edeceğini de vurgulamıştır.

Acelenin ve telaşın sebebi ne? Amerikan planı değişmeden… 

Biden’in her halükarda Erdoğan’a sırt çevireceği asla varsayılmamalıdır. ABD emperyalizmi çıkarları doğrultusunda dışarıda savaş yürütürken, içeride halkın buna tepkisini göstereceği tüm kanalları tıkamış olan bir istibdad rejimiyle çalışmak her emperyalist gibi Biden’ın da tercihi olabilir. Ancak Erdoğan ve müttefikleri henüz istibdad rejimini bu tür vaatlerle yeni Biden yönetimine kabul ettirebilmiş değildir.  Dolayısıyla ABD ile bir yandan Trump döneminden kalan koordinasyon ve iş birliği devam ederken diğer yandan sürecin gergin bir şekilde ilerlemesi AKP iktidarını, özellikle Kuzey Irak’ta yürüttüğü askeri operasyonlarda frenlemek yerine daha da aceleci hâle getirecektir. Zira hâlâ Biden, Erdoğan’ın tebrik mektubuna geri dönmüş, ABD’nin yeni yönetimi ile Erdoğan arasında resmi görüşmeler yapılmış değildir. Biden’ın göreve gelişinde yaşanan olağanüstü süreç, ABD’nin kendi iç işlerine yoğunlaşması ve yeni yönetimin Trump döneminden farklı olacağı bilinen Ortadoğu, Irak, Suriye ve Türkiye politikasının pratikte nasıl ilerleyeceğinin henüz netleşmemiş olması, Erdoğan ve sivil-asker müttefiklerine bir manevra alanı açmaktadır. Bu alanda adeta zamanla yarışan iktidar, açıkça da ilân ettiği gibi sınır dışı askeri operasyonları sürdürecektir.

İktidarın amacı bu zaman aralığında ABD’nin planına uygun şekilde PKK ve YPG’yi askeri, coğrafi ve politik olarak birbirinden kopartmak için Irak ile Suriye arasındaki geçiş bölgesi ve özellikle de Sincar üzerindeki baskısını arttırmak, hâlâ ABD tarafından başlarına 12 milyon dolar ödül konmuşken Murat Karayılan veya benzer bir üst seviyede ismi yakalamak ya da öldürmek, böylelikle ABD ile kaçınılmaz şekilde kurulacak olan masaya kendince elverişli bir konumda, belki de yeni bir petrol açılımı sürecine daha güçlü oturmaktır. Bu acelecilik dışarıdaki askeri operasyonlarda daha büyük kayıplar anlamına gelebilir. Bunun içeride yaratması muhtemel yansımalarına karşı ise iktidarın elinde olan ve aklına gelen tek şey istibdadın baskısını arttırmaktır. HDP’yi bir yandan kapatma tehdidiyle diğer yandan yüzlerce gözaltıyla fiilen hareketsiz bırakmak, yaşananları eleştirmek bir yana sorgulayan, soru soran herkesi “terörist” olmakla yaftalamak, Amerikan muhalefetinin en başat unsuru CHP’yi ve İyi Parti’yi “ya bizimlesin ya PKK ile” diye sıkıştırmak, onların Biden’ın desteğiyle, ABD’den gelen rüzgârı yelkenlerine doldurarak hükümete yüklenmek yerine kendi iç çelişkileriyle uğraşmasını sağlamak… Amaç ne Kürt sorununu çözmek ne de ABD’ye karşı mücadele etmek. Tek amaç iktidarda kalmak; sermayenin ve emperyalizmin zincirine vurulmuş ülkenin asma kilidi rolünü oynamaya devam etmek.  

Emperyalizme, sermayeye, istibdada karşı halkların kardeşliğinde ısrar 

Tüm bu sürecin ardından yapılan ve yapılacak analiz ve değerlendirmelerin hiçbiri hakikatin çıplak bir biçimde ve delilleriyle ortaya konmasının yerine geçemez. İster iktidarın iddialarını temel alsın ister muhalefet saflarından gelsin ve bu iddiaları sorgulayıcı içerikte olsun bu değişmez. Gerçek, Soylu’nun mecliste elinde salladığı otopsi raporlarının dosya kapağı değildir. O dosyanın içinde yazanlar önemlidir.  Bu bilgiler kamuoyu ile paylaşılmalı, bağımsız kurum ve kuruluşların denetimine açılmalıdır. Halkın gerçekleri bilme hakkının, “devletin açıklamalarına inanma zorunluluğu” ile boğulması kabul edilemez. Bugün halk nezdinde tartışılan, pek çok yönüyle açıklığa kavuşturulması istenen bu olayda, TTB, Barolar, TİHV ve İHD gibi kurumlar bağımsız bir araştırma yürütmelidirler. Başka türlü halk nezdindeki haklı ve meşru kaygıların giderilmesi mümkün değildir. Bu kurumlar üzerinde kurulan devlet baskısı kabul edemez. Aksi takdirde gerçeğe değil sadece devletin gösterdiğine ulaşmak mümkün hale gelir.

Gara’nın hemen ardından “PKK/KCK terör örgütünün yurt içi faaliyetlerinin deşifre edilmesine yönelik” olduğu söylenen operasyonlarda 40 ilde 718 HDP’linin gözaltına alınması geniş çaplı bir siyasi rehin alma görüntüsü vermektedir. Bu insanların Gara’daki çatışmalara herhangi bir dahli yoktur. Gözaltı işlemi bir istihbarat toplama ve deşifre etme aracı değildir. Hukuksuz olarak gözaltına alınan HDP’liler derhal serbest bırakılmalıdır. Bu talepler halkın bilgilenme hakkının, iktidarın dediklerini şu ya da bu biçimde teyit etmek dışında da bir siyasi mücadele yürütebilmenin kaçınılmaz gerekleri olarak karşımızda durmaktadır.

Bununla birlikte iktidara destek vermenin ABD’ye karşı bağımsızlık mücadelesi vermenin bir gereği olduğunu zannedenleri de, Biden’ın Amerikan muhalefetine verdiği desteğin Erdoğan’ın iktidarının son bulmasıyla nihayetleneceğini umanları da, Kürtlerin ABD himayesinde eşitlik ve özgürlüğe kavuşacağını düşleyenleri de yeni ve büyük hayal kırıklıkları bekliyor. Gara’da yaşanan ölümler pek çok bilgi kirliliği ve karanlık noktalar içinde sadece bir şeyi açıklıkla göstermektedir. O da bu toprakların kardeş halklarının, genç evlatlarının canlarının sermayenin, emperyalizmin, istibdadın ve sömürge valilerinin nezdinde zerre kadar değeri olmadığıdır.      

Türk ve Kürt halkları hâkim sınıflar, iktidarlar ve emperyalistler tarafından ne kadar birbirine düşmanlaştırılmak istense de bu bir kader değildir. “Kürtlerle barış ABD’yle savaş” şiarıyla yıllardır bu gerçekliğe işaret etmeye çalışıyoruz. ABD ile yürünen yolda atılan her adım, halklar arasındaki savaşı büyütüyor. İktidarlar halk önünde başka konuşup perde gerisinde farklı ve kirli ilişkiler, pazarlıklar içine girerken geriye, halklar arasında körüklenen düşmanlık kalıyor. Bu gidişatı değiştirmek için emperyalizmden, sermayeden, bağımsız şekilde Türk ve Kürt halklarının eşitlik, kardeşlik ve özgürlük temelinde birlikte mücadelesi için yılmadan mücadele etmek zorundayız.