“Anne yetiş bana!” – Cizre ziyareti izlenimleri

Barış İçin Kadın Girişimi’nin çağrısıyla farklı örgütlerden yüz elli kadın sokağa çıkma yasağının kaldırılmasının ardından Cizre’ye gittik. Kimimiz sendikalı kimimiz kadın örgütlerinden kimimiz de partili, ama hepimiz Cizre’nin yaşadığı dehşeti anlamak ve anlatmak; Cizre’de yaşayan halkın acısına ortak olmak, kardeşlik elini uzatmak, yaralarını sarmak isteyen kadınlardık. İstanbul’dan, Ankara’dan, Trabzon’dan, Edremit’ten, Kayseri’den, Eskişehir’den, Adana’dan…

Cizrelilerin “90’lı yıllarda yaşadıklarımızı Batıdakiler bilmiyorlardı, göremiyorlardı; ama artık bütün haberler, resimler, görüntüler buranın gerçeğini ulaştırabiliyor. 90’lı yıllarda yanımızda olmamalarını; bilmiyorlar diyerek anlamaya çalışıyorduk. Ancak bugün her şey göz önünde, neden hala Batılı kardeşlerimiz yanımızda değiller?” sözleriydi beni harekete geçiren. Biz bu topraklarda birlikte yaşıyorsak birbirimizin yanında olmak zorundaydık. Halkların enternasyonal dayanışmasını ancak böyle örebilirdik.

Savaşı yaşamış, ölümün gözlerine bakmış bir halkı yakından görmek, elini tutmak, sarılıp öpmek, sesini duymak için gitmeliydik ki savaş fotoğrafların üstüste bindiği, belleğimizin kara deliklerinde yok olan, gündelik hayattaki meşguliyetlerimiz içinde silinip giden sıradan bir olaya dönüşmesin.

Ayrıca belki biz oradayken AKP ve ordusu (devlet) birkaç gün için onları rahat bırakırdı, ama bunun hiçbir garantisi yoktu bunu da biliyorduk.

19 Eylül Cumartesi günü İstanbul’dan hareket eden 3 otobüsten biri biz Ankaralıları da aldı.

Bu arada yola çıkmadan önce çevremdekilerin yaklaşımları da az çok birbirine benziyordu, “Çok tehlikeli biliyorsunuz değil mi?”, “Böyle bir zamanda oraya gidilir mi?”,” Ne işiniz var? Ne işe yarayacaksınız? Doktor musunuz, hukukçu mu ya da biraz güçlü kuvvetli misiniz ki orada yıkılan evlere faydanız olsun...” Bunları dile getirenler en yakınlarımdı. Aslında şunu söylüyorlardı: Biz burada yaşıyoruz, oranın sorunlarını çözemeyiz, bize de dokunmasın bu savaş. Farklı yerlerden kadınlardık, birbirimizi tanımıyorduk, otobüste tanıştık ve hemen kaynaştık elbette. İlginçti ama yollarda kimlik sorma bahanesiyle durduruluruz diye beklerken polis ya da jandarma durdurmadı bizi. Ankara’dan akşam 20.00’de yola çıkmıştık ertesi gün saat 10.00’da Mardin’deydik. KESK’in binasında belediyenin, gönüllü kadınların ve KESK’lilerin desteği ile hazırlanmış bir kahvaltı bekliyordu bizi. İki saat sonra Cizre’ye doğru yola çıktık.

Cizre’de bizi önce çocuklar karşıladı sloganlar eşliğinde, ardından Cizreli kadınların zılgıtları geldi. Otobüsten indiğimiz yerde bir basın açıklaması yaptık, sonrasında Cudi Taziye Evi’ne gittik. Yolda giderken hemen sormaya başladık, tek istediğimiz anlamaktı ve onlar da anlatmaya başladılar. Yolda bana eşlik eden Cizreli kadın güzel, becerikli ve cesur bir kadındı, nasıl da mütevazı. Ben sordum, o cevap verdi. Öncesinde Barış İçin Kadın Girişimi bizlerin öğretmenevinde ya da misafirhanelerde kalabileceğimizi tasarlamış ama Cizre halkı “Hayır, biz Batı’dan gelen kız kardeşlerimizi evlerimizde misafir etmek istiyoruz!” demiş ve ısrar etmişti, bunu biliyorduk.  Taziye evine giderken bana eşlik eden kadın arkadaşıma “Ben sizin evinizde kalabilir miyim?” dedim, ah cesareti ve kalbinin güzelliği yüzünde ve gözlerinde ışıldayan arkadaşım hiç bırakır mı? Ama sadece o değil tüm Cizre halkı bizi evinde konuk etmek için yarışıyordu.

Daha Cizre’ye iner inmez sokakların temizliği dikkatimi çekti, hemen söyledim “Sokaklar ne kadar temiz!”, “ Elbette !” dedi arkadaşım, “Biz komün olarak buranın temizliğini sağlıyoruz.” -komün ne güzel bir sözcük- “Nasıl? Burada…”dedim, arkadaşım “Anlatırım size, akşam bizim evde kalacaksınız nasıl olsa...” dedi.

Taziye evinde bizi yakınlarının fotoğraflarını çerçevede taşıyan fakat onların-kardeşlerinin, annelerinin, babalarının, dedelerinin-yokluğunu içlerinde hep taşıyacak olan kayıp yakınları ve mahalleli karşıladı. Başsağlığı diledik, “Biz kadınlar olarak size geldik, size sarılmaya, sizin sesinizi Batı’ya taşımaya geldik!” dedik. Bütün misafirperverlikleri ile bize yemeklerini sundular, boğazımızda yumrularla karnımızı doyurduk.

O akşam Ankara’dan İstanbul’dan 6 kadın, Cizreli kadın arkadaşımızda kaldık. Onun ve ailesinin anlattıkları, ertesi gün Cudi, Yafes ve Nur Mahallelerindeki izlenimlerimizin hepsi aynı şeyi söylüyordu: Devlet sokağa çıkma yasağını ilan ettiği saatten yarım saat önce saldırmaya başlamıştı, binaların üstüne uzun namlulu silahlar taşıyan, yüzleri kapalı, uzun saçlı, kimisi sakallı özel timler yerleştirilmişti. Evlerden kim çıkarsa, camlardan kim başını uzatırsa gördüğünü vurmuş, öldürmüşlerdi. Bunun yanısıra havan topları, roketatarlar, heronlar... Bütün ağır silahlarla saldırmışlardı mahallelere. Evler delik deşikti ve saldırının izleri apaçık ortadaydı, hayvanları bile öldürmüşlerdi! Saldırıda yaralananlar, ölenler, hastaneye alınmayan yaralılar, mahalleye giremeyen ambulanslar, bu sırada yoğun saldırıdan etkilenerek kalp krizi geçirenler ve bebeklerini düşüren anneler vardı. Bütün Türkiye’nin gözü önünde olmuştu her şey. Mahallelerdeki evleri gezerken herkesin ortak cümlesi “Biz ne yaptık ki bu başımıza geliyor, oy vermedik diye mi? Bayramdan sonra yine saldıracaklarmış, ne olacaksa olsun, artık bitsin bu iş, biz hiçbir yere gitmiyoruz, zaten nereye gideceğiz ki, Batı’da da halkımızı öldürüyorlar!” oldu.

Bunca saldırıdan, yıkımdan, giden onca candan sonra Cizre düşmemişti. Cizre savaşı direnerek kazanmıştı! “Peki, nasıl sağ çıkabildiniz?” diye soruyoruz, “Hendekler olmasaydı,bizler kendimizi savunmasaydık, gençler hendek başlarında beklemeseydi, bizler her taraftan ses çıkarmasaydık ölü sayısı beş yüzü bulurdu!”, “Ses çıkarmanın nasıl bir işlevi oldu?” diyorum “Uyumadığımızı göstermemiz gerekiyordu, kimsenin de uyumamasını sağlamak zorundaydık, kimsenin de uyumadığını göstermek zorundaydık!” diye açıklıyorlar. “Elimizdeki yiyeceği paylaştık, suyu paylaştık böylece dayanabildik. Bir yandan ölülerimiz vardı onları korumaya çalıştık, çocuklarımız açlıktan ve susuzluktan ağlıyordu, su ve elektrik kesikti, çamurlu suları süzerek içirmeye çalışıyorduk, dışardan polis çocuklarımızı sokağa çıkarmak için (çıkarlarsa öldüreceklerdi) anons ediyordu, ‘Ekmek geldi, domates geldi, meyve geldi, gelin alın’ diye, çocukları zor tutabiliyorduk.”

Çocukları öldürerek gözdağı vermeye çalışan bir devletin onları dışarı çıkarmak için kullandığı bu yöntemin şekerle kandırıp tecavüz eden sapıktan farkı nedir?

Bizler Gezi ile başlayan halk isyanında polisin şiddetini yaşamış insanlar olarak biliyorduk ki polis sormadan, suçu varsa yargılanması gerektiğini düşünmeden döver, aşağılar ve öldürebilir. Batı’da kameraların önünde bunu yaptı, burada mahallelere girebilseydi, bunca abluka altındaki Cizre halkına ne yapmazdı ki? Mahalleye girebilselerdi bir katliam olurdu derken şöyle açıklıyorlar; “Daha önce de mahallemize geldiler, yakınlarımızı aldılar, daha sonra öldürüp gerilla kıyafeti giydirip, sanki çatışmada ölmüş süsü vererek basına sundular. Bu deneyimler bize onları uzak tutmak için hendeklerin önemini öğretmişti ki hendeklere rağmen yirmi bir insanı çocuk, kadın, yaşlı demeden öldürdü bu devlet ve sivil vatandaşlar ölmedi diyebildi!” Saldırının hak olduğu bir yerde insanların ölümden kaçmak için kurdukları hendekler suç nedeni sayılıyor. İnsanların kendi canını, ailesinin canını korumak için açtıkları-hiçbir tehlike taşımayan-hendekler savaşın nedeni oluyor. Cizreliler “Biz barış istiyoruz! Evimizde, işimizde huzurlu yaşamak istiyoruz!” diyorlar. Onları dinlerken biz de sevdiklerimizle öldürülme kaygısı taşımadan yaşamak derdinde değil miyiz diye düşünüyorum.

Cizreli kadın arkadaşım “10 dönümlük bir yer kiraladık Gabar’da, orada bir bostan yaptık, domates, biber, fasulye ektik; çadırlar kurduk orada, çapaladık, suladık…Diktiğimiz sebzelerin yetişmesini severek seyrediyorduk, tam ürünümüzü alacakken orası ‘Özel Güvenlik Bölgesi’ ilan edildi. Oraya hiçbir biçimde ulaşamıyoruz, her şey kurudu, emeğimiz, yaptığımız masraflar hiç oldu. Bu kış oradan elde edeceğimiz ürünü satarak geçinecektik şimdi neyle geçineceğiz bilmiyoruz!” diyor. Bunları dinlerken insanın aklına dokuz günle sınırlı kalmamış, bu halkın geleceğini de boğmaya çalışıyorlar düşüncesi geliyor.

Gelecek deyince çocuklar aklınıza gelmedi mi? Ev sahibimizin dört çocuğu vardı, biri 4 yaşında, artık konuşmuyormuş ve gülerken ağlamaya, ağlarken gülmeye başlıyormuş. 13 yaşındaki oğlu ailesini koruma derdinde, 7 yaşındaki kızının ise gözlerinden eksilmeyen kaygı ayrılırken yaşlarla akıyordu. 

Cizreliler dokuz gün komünleriyle, kolektif yaşamlarıyla, öz savunmalarıyla o cehennemden 21 insanını kaybederek ama teslim olmayarak çıkmış. Biz kadınlara Cizre’deki özyönetim ve öz savunma deneyimlerinin anlatıldığı bir buluşma düzenlendi. Oradaki kadınlardan biri 90’lı yılları anlatarak, “Biz 1925’in ya da 1938’in kadınları değiliz 90’lı yıllarda panzer halkın üzerine yürüyordu, ben hamileydim, baktım olacak gibi değil, panzerin karşısına çıktım ve o zaman panzer zınk diye durdu. Biz bu savaşı durdurabiliriz!” dedi.

Küçücük Cemile kapılarının önünde kurşunlandığında “Ay anne yetiş bana!” diyerek annesinden yardım istiyor, komşusu aktardı.

Anne yetiş!

Anneler yetişir, babalar yetişir, kardeşler yetişir peki başka kimse yok mu?

Biz;

İşçiler olarak; işten atılmaya, grev yasağına, düşük ücretle çalışmaya, patronların küfürlerine, kötü muameleye karşı…

Kadınlar olarak;  emeğimizin görünmez olmasına, bedenimizin ve zihnimizin denetlenmesine, değersiz bir cins muamelesi görmeye karşı…

Gençler olarak;  eğitim hakkımızı savunmak için mücadele vermiyor muyuz?

O zaman çevremize bakmıyor muyuz? Yetişin birlik olalım demiyor muyuz?

Cizreliler de bize Türkiye’nin tüm ezilenlerine bizim aracılığımızla “Yetişin” diyorlar, “Burada yaşadıklarımıza kulaklarınızı tıkamayın, neredeyseniz orada ses çıkarın, karşı çıkın!” diyorlar.

Biz bu coğrafyanın kadın erkek değişik uluslarından tüm emekçileri olarak ortak düşmanımıza “Yetmemiz” için, onları başımızdan atmamız için, birbirimize yetişmemiz gerekiyor sadece. Birbirimizin emeğine, kimliğine, onuruna sahip çıkalım!

Cizreli dostlarımızın selamlarını ve çağrılarını Nazım Usta’nın sözleriyle bitiriyorum;

“…Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine 
ve bir kere vakt erişip: 
—Gayrık yeter!
demesinler. 
Ve bir kerre dediler mi: 
İsrafil surunu urur

mahlukat yerinden durur, 
toprağın nabzı başlar 
onun nabızlarında atmağa. 
Ne kendi nefsini korur, 
ne düşmanı kayırır, 
Dağları yırtıp ayırır, 
kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa…”