Tehcir ve Soykırım: 110 yıl önce, 110 yıl sonra

Havada yine ağır, yoğun, uğursuz bir soykırım kokusu var. 2025, 1915’in başka biçimler altında tekrarı gibi.
Gazze’nin ızdırabı
Bir kez daha bütün dünyanın gözleri önünde bütün bir halk, bebeğiyle, çocuğuyla, yaşlısıyla, muharip olmayan kadın nüfusuyla kasıtlı biçimde öldürülüyor. Gazze’nin Filistin halkı ender ateşkes anları dışında İsrail ordusu tarafından dur durak bilmeyen biçimde katlediliyor. Gazze Sağlık Bakanlığı’nın rakamları öylesine titiz, hatta öylesine cimri ki, Birleşmiş Milletler (BM), Dünya Sağlık Örgütü, hatta ABD devleti bu istatistikleri neredeyse hiç eleştirmiş değil, abartmayla, yalanla, propaganda amacıyla karalamış değil. Nasıl yapsınlar, gerçek rakamın çok altında o rakamlar.
Görebildiğimiz en son rakama göre Nisan ayının başlarında Gazze Sağlık Bakanlığı’nın istatistikleri El Aksa Tufanı’ndan bu yana (7 Ekim 2023) salt Gazze’de Filistin nüfusu içinde ölüm sayısının 50 bin düzeyini aşmış olduğunu ortaya koyuyor. Ne var ki, bu sayı (1) bombalanarak yıkılan binaların altında kalmış olan ve böylece ölümü hastanelerde teyit edilmiş olmayan on binleri kapsamıyor, (2) savaşın doğrudan etkisi (“travmaya bağlı ölümler”) dışında sağlık hizmetlerinin İsrail tarafından engellenmesi (kanser, diyabet, diyaliz hastaları, bulaşıcı hastalıklar vb.), gıda güvenliğinin tahribi, suyun yetersiz olması (son dönemde toptan kesilmesi) ve hıfzıssıhha önlemlerinin asgari düzeye düşmesi dolayısıyla ölenleri kapsamıyor.
50 bin sayısının gerçek rakamın yanında ne kadar düşük kaldığını, dünya çapında saygınlığı olan, hakemli tıp dergisi Lancet’ta yayınlanan bir makale açıkça kanıtlıyor. Bu çalışma, araştırmanın kapsadığı 30 Haziran 2024’e kadarhayatını askerî operasyonlarda (“travmaya bağlı ölüm) yitiren Filistin nüfusunu en az 64 bin, muhtemelen 70 bin olarak hesaplıyor. (https://en.wikipedia.org/wiki/Casualties_of_the_Gaza_war) Geçen yılın tam ortasında derlenmiş olan bu rakamın bugün nerelere geldiği düşünülünce salt askerî operasyon esnasında ölümlerin 100 binin üzerine çıkmış olması büyük ihtimaldir.
Lancet araştırması bu ölümlerin yüzde 60’ının kadın, çocuk ve yaşlılardan oluştuğunu vurguluyor. Soykırım teşhisinde en önemli yan budur. Siyonist devlet sivil nüfusu bilinçli ve kasıtlı olarak vuruyor. Sivil ölümleri, bebeklerin, çocukların, muharip olmayan kadınların ve yaşlıların katledilmesi savaşın bir yan ürünü değil, amaçlanmış bir şey. İsrailli çok önemli tarihçiler, örneğin İlan Pappe ve Raz Segal, başka ülkelerin Yahudi vatandaşları, örneğin tıp doktoru Gabor Maté (Kanadalı) ve siyaset bilimci Norman G. Finkelstein (Amerikalı), İsrail’in muhalif ana akım gazetesi Haaretz ve başka kaynaklar İsrail devletinin ve ordusunun yetkililerinin bu amacı ilan etmekte birbirleriyle yarıştıklarına işaret ediyorlar. Gizli saklı hiçbir şey yok: Gözlerimizin önünde planlanmış bir soykırım yaşanıyor.
Ve bütün dünyanın resmiyeti, devletleri ve uluslararası kurumları, elini kolunu bağlayıp olan biteni seyrediyor. Dünya devletlerinin bir bölümü ise sadece seyretmiyor, soykırımı her yöntemle destekliyor. Baş destekçiler arasında emperyalist ülkeler, en başta ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri geliyor. Bunlar bir yandan İsrail’e büyük miktarda askerî, ekonomik, diplomatik çeşitli yardımlar sağlarken, bir yandan da kendi ülkelerinde soykırıma karşı Filistin’i savunan ve İsrail’i mahkûm eden eylemler karşısında ölçüsü ülkeden ülkeye bir miktar değişmekle birlikte son derecede sert bir baskı politikası uyguluyorlar. Dünya sistemine bu ülkelerin büyük ölçüde hâkim olduğu düşünülürse (salt bir örnek olarak Birleşmiş Milletler’de veto hakkına sahip beş ülke arasında üçü, ABD, Britanya ve Fransa bu ülkeler grubundadır) sonucu açıkça çıkarmalıyız: Emperyalist dünya sistemi Gazze’de kolektif biçimde Siyonizmle el ele soykırım uyguluyor!
Bunun gelecek açısından anlamını herkes iyi tartmalı. Dünyanın nereye doğru gidiyor olduğunu anlamak isteyen önce Filistin’e bakmalı. Levent Dölek’in ifadesiyle Filistin bir paroladır.
110 yıl önce Anadolu’da…
Bugün 24 Nisan, hüzün doluyor insan.
110 yıl önce, yüzyıllar boyu Anadolu’da yaşamış olan Ermeni halkına karşı Osmanlı devletinin başında olan İttihatçı triumvira (Enver, Talat ve Cemal Paşalar) eliyle örgütlenen bir tehcir politikası zemininde bir soykırım uygulandı. Bu soykırımın sembolik anlamda başlangıç tarihi 24 Nisan 1915’tir. O gün payitaht İstanbul’da siyasi ve düşünsel bakımdan Ermeni toplumunun önde gelen aydınlarından, politikacılarından, sosyalistlerinden bir dizi insan tutuklandı. Bunların çoğunluğu daha sonra tutsaklıkları sırasında hayatlarını yitirecekti. Bu olaydan sonra Anadolu’da bir fırtına esti, ender istisnai bölgeler dışında bütün kent, kasaba ve köylerin Ermeni ahalisi, evlerinden, işlerinden, tarlalarından, atalarının ve analarının mezarlıklarından koparılarak tehcir edildi (yani zorla sürgüne gönderildi). Bu tehcirin sonucu olarak yüz binlerce, bazı iddialara göre bir milyondan fazla Ermeni (kadın, erkek, yaşlı, bebek) hayatını yitirdi. Tehcir, soykırımın yatağı oldu. Osmanlı ordusunun, Kürt aşiret reislerinin, İttihatçılığın yeraltı örgütü olarak çalışan Teşkilat-ı Mahsusa’nın adamları Ermeni halkını katletti.
Herkes biliyor ki, bu konuda devletten kaynaklanan “Türk tezi” soykırımın olmadığını ileri sürüyor. Bu konuda kuşkusu olan okurlarımıza Devrimci Marksizm dergisinde yayınlanmış olan çok önemli bir yazıyı tavsiye ederiz: “Gururu İncinen Türk İşçi ve Emekçilerine Açık Mektup” başlığını taşıyan bu yazı “soykırım yok” tezini savunan tarihçilerin bile 320 bin ila 600 bin arasında Ermeni’nin 1915-1916 yıllarında hayatını yitirdiğini kabul etmek zorunda kaldığını ortaya koyuyor. Ayrıca “soykırım yok” diyenlerin bütün iddialarına tek tek cevap veriyor. Soykırım konusundaki tartışmayı okurumuz o yazıdan öğrenebilir. Biz 2015 yılında Gazze soykırımının Ermeni soykırımına tuttuğu ışığa bakalım.
Körcesine, ırkçı duygularla Ermeni düşmanlığı yapanları bir kenara bırakıyoruz. Yaşayan Ermenilere “kılıç artığı” denen bir ülkede “soykırım yok” diyen ama insanlığın ilerici hedeflerine kendini yakın hisseden, emperyalizme karşı olmayı Türk devletinin (üstelik Osmanlı devletinin!) bütün icraatına sahip çıkmak olarak gören, emekçi sınıfların mücadelelerini önemseyen ama iş Ermeni yoksul köylülerinin kitlesel olarak katledilmesine gelince yan çizenlere soruyoruz: Şu anda yaşanmakta olan soykırımı izledikçe Ermenileri hiç mi hatırlamıyorsunuz? Onların da aynen Filistinliler gibi bebeğiyle, çocuğuyla, muharip olmayan kadınıyla, yaşlısıyla katledildiği ortada olduğuna göre bunu nasıl bir “vatan savunması” kılıfına sokabiliyorsunuz? İsrail’in El Aksa Tufanı döneminde Savunma Bakanı olan politikacısı Yoav Gallant gibi siz de Ermenileri katli vacip “insansı hayvanlar” olarak, insanlık dışı bir yaratıklar topluluğu olarak mı düşünüyorsunuz?
Tehcir ile soykırımın birleşmesi
Bir an durup hep birlikte soralım. İsrail Gazze halkını neden katlediyor? Amaç aslında çok açık. Siyonist devlet Gazze Şeridi’ni Filistinlilerden arındırmak, bölge halkını başka bir coğrafyaya sürmek, Gazze’yi belki Trump’la işbirliği içinde “Ortadoğu’nun Riviera’sı” haline getirmek, ama her halükârda orayı İsrail toprağı yapmak istiyor. 2,2 milyonluk bir toplumu kuzeyden güneye bu yüzden sürdü. Esas amacı Gazze halkını Mısır’a sürmek gibi görünüyor ama başka “çözüm”lerden de söz ediliyor. Bunlardan en öne çıkanı Gazze halkının Afrika Boynuzu’nda Somali’den kopan ve fiilen bir devlet haline gelen ama devletler sistemince henüz tanınmayan, Somaliland olarak anılan bölgeye yollanması. Nazilerin Yahudileri belirli bir aşamada, hiç ilgileri olmadığı halde Afrika’nın doğusunda yer alan Madagaskar adasına yollama planının tıpatıp aynısı! Coğrafi enlem ve boylam bile çok yakın!
Demek ki Gazze soykırımı kendi başına bir olgu değil. Amaç ille Gazze halkını öldüre öldüre bitirmek değil, Gazze halkının yarımadadaki ya da kendine özgü coğrafi terimle “şeritteki” varlığını ortadan kaldırmak. Bir kısmı “geberecek gidecek”, bir kısmı “tasını tarağını alıp gidecek”. Sonunda Eretz İzrael (Büyük İsrail) kurulacak! Yani tehcir ile soykırımın birleşmesi, bir büyük stratejik planın, Eretz İzrael planının gerçekleştirilmesini hedefliyor. Şunu iyi anlamak gerek: El Aksa Tufanı’ndan sonra İsrail’in başlattığı savaş sadece bir “intikam operasyonu” değildir. İsrail devletinin ve ordusunun çekmecelerinde duran ve gününü bekleyen bir stratejik hedefin uygulanmasıdır. Aynen 11 Eylül 2001’de Bush’un başlattığı “Teröre Karşı Savaş” ya da “Sonsuz Savaş” gibi. Bunlar koşullar uygun olduğunda çekmeceden çıkarılmış hazır planların uygulanmasıdır.
Bu saptamayla birlikte İttihatçıların Ermeni politikasıyla İsrail’in Gazze politikası arasında bir başka ortaklığı keşfetmiş oluyoruz. Her soykırım tehcirle iç içe geçmez. 20. yüzyılın son soykırımı olan Ruanda soykırımı (1994) bir tehcir politikası içermez. Fransa’nın baş mimarlarından biri olduğu bu dehşet verici soykırım (100 günde 1 milyon kurban!) bir etnik grubun (Hutular) bir diğerini (Tutsiler) düpedüz imha planının uygulanmasıdır. Oysa Nazilerin Yahudi soykırımı da aynen İttihatçılarınki ve bugün İsrail’inki gibi, soykırımı tehcir planlarıyla iç içe geçirmiştir. Bu yüzdendir ki, 1948’de kabul edilerek 1950’de yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi, sadece imhadan değil aynı zamanda bir halkın manevi ve kültürel yaşamının unsurlarının tahribini, çocuklarının din ve/veya ulus değiştirmesine ilişkin tedbirleri vb. hep soykırım ediminin parçası kabul etmiştir.
1915’te Ermenilerin dinî kurumlarının en yüksek mertebesi toplu halde Kudüs’e sürülmüştür. İttihatçı hükümet Ermeni çocuklarının Türk ailelerince evlat edinilmesi konusunda kararlar çıkarmıştır. Yani her şey tehcir ile soykırımın ayrılmaz biçimde iç içe geçtiğini göstermektedir. Çünkü amaç Gazze ile aynıdır! Gazze’de amaç Gazze Şeridi’ni Filistinlilerden arındırmak, Anadolu’da amaç Anadolu’yu Ermenilerden arındırmaktır. İttihatçıların bu planının Türkiye’de burjuvazinin iktidarı tek başına eline geçirebilmesi için oluşturulan bir stratejik planın sonucu olduğunu daha önce anlattık, okurumuzu o yazıya göndermekle yetiniyoruz.
Ne mutlu enternasyonalistim diyene!
Yeni bir savaşlar ve soykırımlar dönemine giriyoruz. Bu dönemin nihai olarak sonucu bir Üçüncü Dünya Savaşı dahi olabilir. Böyle dönemlerde hiçbir ülke, hiçbir ulus, hiçbir halk ben diğerlerinin aleyhine ne kazanabilirim sevdasına düşmemelidir. Böyle dönemler bütün insanlığın ve tüm canlı varlıkların toplu halde kaybedeceği dönemlerdir. Böyle dönemlerde halklar arasında kardeşliğin koşullarını güçlendirmek her zamankinden daha önemlidir. Katliamları önleyecek bir dayanışma politikası önceliklidir. Kimse “ben komşularım aleyhine ne avantaj elde edebilirim” dememelidir. Başta proletarya olmak üzere sömürülen ve ezilen bütün sınıf ve gruplar emperyalizmden arındırılmış bir bölgesel kurtuluş için çalışmalıdır. Bizim bölgemizde bu sadece emperyalizmden değil, Siyonizmden de arınmak anlamına gelir. Etnik arındırma değil, tehcir ve soykırım değil, emperyalizmden ve Siyonizmden arındırılmış bir Batı Asya ve Kuzey Afrika’yı hedeflemeliyiz. Ancak enternasyonalist bir proleter devrimci politik çizgi bizi bu amaca taşır.
Kudüs ve Gazze enternasyonalist bir proleter ordusunca fethedildiğinde içinde bir Deniz Gezmiş Tugay’ı da mutlaka bulunacaktır.