Stalin ve Hitler’in Trotskiy korkusu

75 yıl önce bugün 20. yüzyılın en büyük devrimcilerinden birini, Trotskiy’i yitirdik. Trotskiy 20 Ağustos 1940 günü, Meksika’da Coyoacán’daki evinde Ramon Mercader adlı İspanyol kökenli biri tarafından bir buz baltasıyla yaralandı, 21 Ağustos günü ise öldü.

Trotskiy’in Stalinist bürokrasinin bir ajanı tarafından öldürüldüğü, uzun yıllar boyunca yadsınmıştı. Ancak son yıllarda ortaya çıkan gerçekler, Trotskiy’in suikastinin Sovyet bürokrasisi tarafından planlanmanın ötesinde, Stalin’in şahsi emri ile hazırlandığını ortaya koydu.

Mercader Trotskiy’in yanına sahte kimlikle sızmıştı. Daha sonra Meksika mahkemelerinde de gerçek kimliğini gizleyecekti. Hapiste altı yıl boyunca gerçek kimliği bile ortaya çıkarılamadı. 1946’da, ailesi tarafından yapılan bir hata dolayısıyla asıl kimliği ortaya çıktı. O zaman bile Sovyet ajanı olduğunu kabullenmedi. Ama bu aşamada, Mercader’in İspanya devrim ve iç savaşında (1936-39) karşı devrimci bir rol oynamış olan Stalinist İspanyol Komünist Partisi saflarında çarpışmış biri olduğu ortaya çıktığında kuşkular yoğunlaştı. Ardından 1960’ta şartlı tahliyeden yararlandıktan sonra Sovyetler Birliği’ne yerleşip 1961’de “Sovyetler Birliği Kahramanı” ödülü aldığında durum iyice açığa çıktı. Ama suikasti Soyyet bürokrasisinin görevlendirmesi ile gerçekleştirdiği konusundaki yadsıma devam ediyordu.

Mercader 1978’de öldü. 1990’da kardeşi Luis Mercader Sovyet sendikalarının gazetesi Trud’a verdiği bir röportajda bildiği her şeyi açıkladı. 1994’te ise Stalin döneminden itibaren Sovyet istihbaratında çok önemli bir rol üstlenmiş bir ajan olan Pavel Sudoplatov, başka birçok önemli ifşaatın yanı sıra Trotskiy suikastine de ışık tutan anılarını, Türkçe’de de Özel Görevler başlığı ile Ayrıntı Yayınları’nca yeni basılan bir kitapta yayınladı. Aşağıda Sudoplatov’un Mart 1939’da Sovyet istihbarat teşkilatı NKVD’nin başı Lavrenti Beria ile birlikte Stalin’le yaptığı bir görüşmeye ilişkin anlattıklarından birkaç paragraf aktarıyoruz:

“Beria, Avrupa ve Uzakdoğu’da savaş kapıdayken dış istihbaratın geleneksel önceliklerini değiştirmesi gerektiğini söylüyordu. (…) Beria, politik hedeflerimize ulaşabilmek için bu ajanlardan faydalanmamız gerektiğini düşünüyordu. Ancak bunların büyük kısmı sol kanat sempatizanıydı ve sol hareket Troçkist faaliyetler nedeniyle ciddi bir kargaşa içindeydi. Troçki ve takipçileri Sovyetler Birliği için büyük bir sorun oluşturuyordu. Dünya Komünist devrimine öncülük etmek konusunda bizimle rekabete girişmişlerdi. (…)

Stalin karşımızda duran koltuğa dönerek "Troçkist hareket içinde Troçki’den başka hiçbir önemli figür yoktur. Troçki’nin işi bitirilirse tehdit ortadan kalkar" dedi. Sonra da istihbarat operasyonlarından duyduğu memnuniyetsizlikten dem vurmaya başladı. (…) Troçki’nin ortadan kaldırılması işinin ilk olarak 1937’de Şpigelglas’a verildiğini, ancak onun bu önemli devlet görevini yerine getiremediğini vurguladı.

Stalin konuşmasına sert ve otoriter bir üslupla devam etti: "Troçki’nin savaş çıkmadan, bir yıl içinde ortadan kaldırılması gerekiyor." (s. 89-90)

Görüldüğü gibi, Trotskiy’in katledilmesi emri 1939’da Stalin tarafından şahsen verilmiştir.

Stalin’in kelimeleriyle, neden "Troçki’nin savaş çıkmadan, bir yıl içinde ortadan kaldırılması gerekiyor"du? Bunu anlamak için Stalin’in Trotskiy’den korkusunun ne kadar gerçekçi olduğunu bilmek gerekiyor. 25 Ağustos 1939’da, İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden sadece birkaç gün önce, Hitler ile Fransa’nın Almanya Büyükelçisi Coulondre arasında açık yürekli bir konuşma geçer. Coulondre şöyle der: "Şundan da korkarım: Savaştan yalnızca bir kişi muzaffer çıkabilir: Bay Trotskiy." Hitler bunun üzerine bir öfke nöbetine kapılır. "O zaman neden Polonya’ya açık çek veriyorsunuz ki?"

Stalin ve Beria, Coulondre ve Hitler. 1939-40’ta hepsi Trotskiy’in önemini saptamıştır. Bu büyük devrimci, yaklaşan emperyalist savaşın Avrupa, hatta dünya çapında uluslararası bir devrime dönüşmesi "tehlikesini" şahsında somutlaştırmaktadır. Ortadan kaldırılması gerekmektedir! Trotskiy’in mücadelelerde, proletarya partilerinde ve devrimlerde yaşayan mirası, bu “tehlike”nin 21. yüzyılda da devam ettiğini burjuvaziye hep hatırlatıyor.