50. yıldönümünde Kızıldere: Sınıf mücadeleleri tarihinden bir sayfa
Her ülkenin işçi sınıfı mücadeleleri tarihinde önemli dönüm noktaları vardır. En başta devrimler ve karşı-devrimler gelir. Türkiye’de, burjuvazinin 1960-80 arası yaşanan büyük işçi sınıfı mücadeleleri yükselişini bastırmak üzere orduyu öne sürdüğü 12 Eylül 1980 rejimi karşı-devrim denebilecek kadar gerici bir olaydır. 20 yılda elde edilen bütün kazanımları tırpanlamıştır.
Buna karşılık, 1908 ve 1918-23 burjuva devrimlerinin ardından ülkeye kapitalizm yerleştikten sonra bir proleter devrimi yaşanmamış ama proleter devrimler çağını getirip gündeme oturtan bir olay, 15-16 Haziran 1970 büyük işçi ayaklanması yaşanmıştır. Zaten 12 Eylül de burjuvazinin bu büyük ayaklanmaya gecikmiş yanıtıdır.
Ne var ki, sınıf mücadelesi her zaman iki sınıfın bu derecede gözle görülür biçimde karşı karşıya gelmesiyle yürümez. Bazen sınıf mücadelesi politikanın dar patikalarından geçerken sınıfın büyük kitlesi işin içine girmeden de sınıf için büyük önem taşıyan dönüm noktaları yaşanabilir. İşte bundan tam yarım yüzyıl önce, 30 Mart 1972’de yaşanan Kızıldere olayı böyle bir dönüm noktasıdır.
Kızıldere Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam kararının iptali amacıyla iki devrimci örgütün (THKP-C ve THKO) önderlerinin NATO denen emperyalist askerî aygıtın üç görevlisini kaçırması karşısında devletin hem devrimcileri hem rehineleri topa tutması, taraması, katletmesi olayıdır. Peki THKP-C ve THKO işçi örgütleri midir ki Kızıldere işçi sınıfı mücadelelerinde bir dönüm noktasıdır diyoruz? Hayır, henüz değildir. O amaçla, yani birer işçi sınıfı partisi olmak üzere mücadele etmektedirler. Devlet onları erken bastırarak ezmeye çalışmıştır. Ama mücadeleleri işçi sınıfını doğrudan ilgilendirmektedir. Görelim.
12 Mart’ın sınıf saldırısına yanıt
Türkiye burjuvazisi, Türkiye İşçi Partisi’nin 1965 seçimlerinde 15 milletvekili seçtirmeyi başarması, DİSK’in 1967’de kuruluşu ile birlikte sınıf mücadeleci sendikacılığın doğması, 60’lı yılların tamamına damgasını vuran militan grevler ve fabrika işgalleri karşısında büyük bir endişeye kapılmıştı. 15-16 Haziran 1970 işçi sınıfı ayaklanması bütün bunların doruğu idi. Burjuva düzeni önce, tarihinde ilk kez işçi sınıfına karşı sıkıyönetim ilân etti. Ardından, dokuz ay sonra, 12 Mart 1971’de ordu hükümete ve parlamentoya “muhtıra verdi”. Süleyman Demirel “şapkasını aldı” ve çekildi. Askerin hâkimiyetinde “partilerüstü” Nihat Erim hükümeti kuruldu. Dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” diyordu. Yani işçi fazla “uyanmış”tı, bilinçlenmişti, hakkını arıyordu! Hizaya getirilmesi gerekiyordu!
12 Mart bu amacında başarıya ulaşamadı. İşçi sınıfının yükselişi çok güçlüydü, bastırılamadı. 15-16 Haziran bir çığır açmıştı. O deprem siyasetin üstyapısında sarsıntılar yaratıyor, sınıfı bastırma çabaları dikiş tutmuyordu. O sarsıntıların en önemlilerinden biri de işçi sınıfının tarihî çıkarlarını temsil eden sosyalist harekette yaşanan yarılma ve yenilenme idi. Sosyalist hareket 1920’li yıllardaki ilk büyük atılımı katliamla durdurulduktan sonra ezikleşmiş, düzene büyük ölçüde adapte olmuş, bütün umudunu patronlar sınıfı içinden bir demokrat kanadın çıkmasına bağlamıştı. Sınıfın heybetli yükselişi ile burjuvazinin şiddet dolu cevabı arasındaki çelişki sosyalist harekette yepyeni devrimci bir atılım getirdi. THKP-C, THKO (ve Kızıldere’de bulunmayan TKP-ML) işte bu devrimciliğin temsilcileri idi.
Kızıldere eyleminin ve THKP-C’nin önderi Mahir Çayan’ın eski reformist düzen soluna en önemli eleştirisi işçi sınıfının bağımsızlığını sağlayacak bir partinin yokluğu idi. 1970-71’de kurulan bu üç örgütün amacı işte bu eksikliği aşmaktı. Bunu yaparken aynı zamanda Türkiye’nin yönetilmesinde ipleri büyük ölçüde elinde tutan, başta ABD olmak üzere emperyalizme ve NATO’ya da meydan okuyorlardı.
Hataları sınıftan bağımsız olarak devletle hesaplaşmaya girmek, bu hesaplaşmanın sınıfı “uyandıracağını” ve harekete geçireceğini varsaymaktı. Bu, tam da burjuvazinin saldırıya giriştiği anda hareketi baskı güçleri karşısında zayıf bıraktı. 12 Mart’ın tek “başarısı”, Türkiye’de yeni yükselmekte olan devrimci hareketin önderlerini katletmek oldu! İşin gerisini 12 Eylül’e havale edecekti.
Kızıldere’yi unutma!
Ama hiçbir öncü işçi şunu unutmamalıdır: Denizler ve Mahirler hep işçi ve emekçilerin içinde bulundu, grevlere, toprak işgallerine, “üretici mitingleri”ne destek vermek için koştu. Onlarınki, kitleyi küçümsemek falan değildi. İşçi sınıfı tarafında uyuyan bir partiler sistemine karşı gençlik aşısıydı. Son aşamada belirledikleri yöntem yanlıştı ama devrimci parti davası doğruydu. Bu yüzdendir ki, katledilmelerine rağmen kurdukları hareketler 1970’li yıllarda büyük kitlelerle buluşmuştur.
Gelecek onların kahramanlığı ile ama Leninizmin devrimci bir işçi partisinin inşası yöntemleriyle kurulacaktır.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Nisan 2022 tarihli 151. sayısında yayınlanmıştır.