12 Mart’ın ve 1971 devrimci atılımının 50. yılına sınıf bakışı

Sungur Savran 12 Mart’ın ve 1971 devrimci atılımının 50. yılına sınıf bakışı

İşçi sınıfının öncüsü, bugün ve gelecekte yürüyeceği yolu ancak geçmişte yaşananlardan öğrenerek belirleyebilir. Devrimi kanında canında hisseden gençlik, geçmişte olan bitene sırtını dönerek değil ondan ders alarak ilerleyebilir. 12 Mart 1971 askeri müdahalesinin 50. yılı, bu topraklarda burjuvazinin işçi sınıfına karşı izlediği politikayı anlamak bakımından yakıcı önemde. Aynı toplumsal mayalanma içinde ortaya çıkan gençlik hareketinin kendine özgü bir önderliği, örgütleri, programı olan bir devrimci harekete dönüşümü ise, işçi sınıfının ve devrimcilerin burjuvazinin bu politikasına karşı mücadelesinde bize eşsiz dersler sunuyor.

Türkiye burjuvazisi sosyal ve politik gelişmeye damga vuracak kadar güçlü bir işçi sınıfı mücadelesiyle ilk kez 1960’lı yıllarda tanıştı. Mücadele yükseldikçe, burjuvazi daha önce kendi çıkarları doğrultusunda yaratmış olduğu anayasal ve yasal düzenin karşısına geçti. Evet, bu kadar yalın: 1961 anayasasıyla “çağdaş” bir kapitalist gelişmeye doğru adım atan sanayi burjuvazisi, 60’lı yılların militan grevleri, Türkiye İşçi Partisi’nin 1965 seçimlerinde meclise girmesi, sınıf mücadeleci sendikacılığın tarihimizdeki ilk örneği DİSK’in 1967’de kuruluşu ve bütün bu mücadelelerin doruk noktası olarak 15-16 Haziran 1970 işçi sınıfı ayaklanması karşısında bütün “çağdaşlık” iddialarını bir kenara bırakarak ordunun kanatları altına sığındı. 15-16 Haziran’dan sadece dokuz ay sonra, 12 Mart 1971’de Genelkurmay birlik içinde hükümete ve parlamentoya “muhtıra verdi”. Süleyman Demirel “şapkasını aldı” ve çekildi. Askerin hâkimiyetinde bir hükümet kuruldu. Hükümetin başı Nihat Erim’in ifadesiyle “sosyal uyanışın ekonomik gelişmeyi aştığı” bir durumda işçi sınıfı ve müttefikleri hizaya getirilmeye çalışıldı. Öncü işçilerin 50 yıl önce yaşanan bu askeri müdahalenin kendi sınıflarına karşı burjuvazinin çıkarlarını güvenceye almak için yapıldığını anlamaları bugün 12 Mart olayından çıkarılması gereken en önemli derstir.

12 Mart, daha sonra çok daha sert koşulların etkisi altında yapılan 12 Eylül darbesinin kostümlü provasıdır. Sefil biçimde iflas etmiştir. Burjuvazi ve düzenin koruyucusu ordu açısından sınıf mücadelelerinin derinleşmesini önleme amacına yönelik en ufak bir başarı kazanamamıştır. Ama onlara 12 Eylül için önemli dersler bırakmıştır. Maalesef onlar bu dersleri çıkardı, işçi sınıfı tarafı, bizim taraf çıkaramadı.

12 Mart’ın tek “başarısı”, Türkiye’de yeni yükselmekte olan devrimci hareketin önderlerini katletmek oldu! Sinan’lar vuruldu, Mahir’ler biçildi, Deniz’ler asıldı, İbo’lar işkencede can verdi. Peki, neden Türkiye burjuvazisinin işçi sınıfından korku sonucu sarıldığı yarı-askerî rejim, 1968 öğrenci gençliğinin ürünü olan bir dizi sınıftan kopuk örgütlere saldırdı? İşçi sınıfı öncülerinin bu sorunun cevabını bulması gerekir. Yoksa hem 12 Mart’ın ve 12 Eylül’ün anlaşılması olanaksız hale gelir, hem de daha genel olarak işçi sınıfı politikasının karmaşık yönleri anlaşılmaz kalır.

İşin püf noktası şurada yatıyor: İşçi sınıfının sınıf mücadelesi, toplumsal kurtuluşa giden yoldaki örgütlenmesi, daima farklı alternatifler karşısında doğru bir seçim sorununa bağlıdır. İşçi sınıfının siyasî bağımsızlığı, yani burjuva düzeninin bütün partilerine karşı kendi çıkarlarını bağımsız biçimde savunması, farklı tarihsel dönemlerde farklı biçimlere bürünebilir. Faşist bir rejimde ya da emperyalist işgal altında gerilla savaşı sınıfın çıkarlarını savunmasının tek yolu olabilir. Olağan dönemlerde parlamentoda ve sendikalarda verilecek mücadele öne çıkabilir. 15-16 Haziran gibi sınıfın devrimci patlamalar yoluyla iktidara el uzattığı dönemlerde ise parlamentoyu geride bırakan bir devrimci politika esastır. Bu değişik taktiklerin hangi noktada seçilmesi gerektiğini belirlemek üzere işçi sınıfının bir devrimci öncü işçi partisine ihtiyacı vardır.

Ne var ki, işçi sınıfının geleneksel politik hareketi belirli noktalarda kapitalist düzenle bütünleşmiş olabilir. Bu durumda, sınıf mücadelesi devrimcileştikçe sınıfın bu düzen partilerinden nasıl kurtulması gerektiği sınıf politikasının başlıca meselesi haline gelebilir. İşte, Türkiye’de 1970-71 yılları tam da böyle bir kavşağa işaret eder. İşçi sınıfı 15-16 Haziran ayaklanması ile “ben varım ve devrim özlemi içindeyim” demiştir. Nesnel terimlerle ifade edersek, Türkiye’nin proleter devrimler çağına girdiğini ilân etmiştir. Ama var olan işçi partileri TİP ve TKP burjuva düzeni ile bütünleşmiş partilerdir. İşte diyalektiğin çelişkilerle dolu dünyası!

1971 devrimci hareketi bu çelişkiyi pratik devrimci eylemiyle sınıfı ayağa kaldırma yöntemiyle çözmeye çalıştı. Çünkü onlar Küba devriminin ve Vietnam halkının kahramanca direnişinin etkisi altındaydı. Yöntem yanlıştı, amaç doğruydu! Kahramanlık, adanmışlık, dayanışma, gözü peklik, devrime fiilen sahip çıkmak—1971 devrimci hareketi bütün bunlarda ve başka alanlarda bugün bile işçi sınıfı militanlarına örnek olmalıdır.

Ama seçilen strateji, yani sınıftan bağımsız olarak devletle hesaplaşmaya girmek, bu hesaplaşmanın sınıfı “uyandıracağını” ve harekete geçireceğini varsaymak, işte bu, açıkça yanlış bir stratejiydi.

Ama hiçbir öncü işçi şunu unutmamalıdır: Deniz, Sinan, Mahir ya da İbo, bu devrimciler işçi ve emekçilerin hep içinde bulundu, grevlere, toprak işgallerine, “üretici mitingleri”ne destek vermek için koştu. Onlarınki, kitleyi küçümsemek falan değildi. İşçi sınıfı tarafında uyuyan bir partiler sistemine karşı gençlik aşısıydı. Gelecek onların kahramanlığı ile, ama Leninizmin parti inşası yöntemleriyle kurulacaktır.

 

Bu yazı Gerçek gazetesinin Mart 2021 tarihli 138. sayısında yayınlanmıştır.