12 Eylül idamları: Mustafa Özenç
"Şunu bilmenizi isterim ki, hiçbir zaman kişisel çıkar ve menfaatimi ön planda tutarak tercihim söz konusu olmamıştır. Attığım her adımda toplumsal değerleri gözetmeye çalıştım. Hiçbir baskı veya cebir karşısında bir an dahi inandığım değerlere ihanet etmeyi düşünmedim. Sizler, beni anlamak için her şeyden önce yaşamalısınız. Bunu unutmayın. Görecek güzel günler var. Ben ve birçokları görmese bile gelecek kuşakların görmesi için katkıda bulunmaya çalıştık."
“Şair Devrimci”
O büyük gün geldiğinde
ben kimbilir kaç yıldan beri
ebedi yatağımda toprağın derinliklerinde
sonsuz bir uykuda uyuyor olacağım
fakat alınca ne zamandır beklediğim haberi
uyanıp, sesimi kimse duymadan
o büyük zaferin tarifsiz coşkusuyla
kara toprağın altından, ben de haykıracağım.
Mustafa Özenç
Mustafa Özenç, 1959 yılında Samsun’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini orada tamamladı. 1976 yılında liseyi bitirdi. On yedi yaşındaydı. Adana Mühendislik Yüksekokulu’nu kazandı. Bavulunu hazırlarken heyecanlı olduğu kadar hüzünlüydü de. İlk kez baba ocağından ayrılıyordu. Yaşamının zor bir döneminin kapısı aralanmıştı. Bu kapıdan tek başına geçecek, bundan sonraki yaşamında ailesinden uzak, kendi başına ayakta kalmaya çalışacaktı.
Ülkede sınıf mücadelesinin keskinleştiği bir dönemdi. 1976-77 öğretim yılında, okullarda faşist işgallerin kırılmaya çalışıldığı bir yere, Adana’ya gidiyordu. Mustafa’nın bunlardan haberi yoktu. O okumaya, mühendis olmaya gidiyordu.
Yabancısı olduğu bir kentte öncelikle barınacak bir yer bulması gerekiyordu. Adana Erkek Öğrenci Yurdu’na yerleşti. Yurt ülkücü faşistlerin kontrolü altındaydı. Hemen abluka altına alındı. Geçmişi sorgulandı. Sağcı mı, solcu mu olduğu soruldu. “ Ne sağcıyım, ne solcu, siyasetle ilgim yok,” dedi.
Üzerindeki baskı giderek artıyordu. Faşistler zoraki aldıkları para yardımları ile yetinmiyor, onu devrimcilere karşı eyleme sürüklemek istiyorlardı. Aynı baskılardan rahatsız olan birkaç arkadaşı ile birlikte gecekondu mahallesinde bir eve yerleştiler.
Yoktu tek başına kurtuluş
Adana’ya okumaya gelmişti, ama okuyabilmek için faşistlerle birlikte olmak, onlara katlanmak istemiyordu. Okulunu bitirmeyi, mühendis olmayı çok istiyordu. Ne var ki, tüm yurtta olduğu gibi Adana’nın fabrikalarında, mahallelerinde, sokaklarında ve okullarında sürüp giden sınıf mücadelesine de ilgisiz kalamazdı:
“Sivil köpeklerini halkın üzerine salıyorlar. Okulları, işyeri ve mahalleleri faşist zorbalara işgal ettirerek, geniş emekçi kitleleri, demokrat aydın ve öğrencileri köleleştirmeye çalışıyorlardı.”
Safını seçmek zorundaydı:
“Ancak içinde bulunulan toplumsal şartlar, benim ister istemez bir tercih yapmamı gerektirdi. Bu tercih bir yanda sermaye ve onun uşaklığını yapan faşist güçler, diğer yandan emekten yana olan güçler arasında söz konusu idi. Ben de seve seve bu güne kadar uzanan sonuçlarını da gördüğüm halde faşizme karşı emekten yana olmayı seçtim.”
* * *
Sade, soğukkanlı, az konuşan kişiliği, coşku dolu ruhu ve tüm gençlik enerjisi ile devrimci mücadele içindedir artık. Öncelikle okulundaki faşist işgalin kırılmasında, daha sonra diğer okullarda ve Barkal, Diap, Nedimbey ve Fevzipaşa mahallelerindeki faşist işgallerin kırılması mücadelesinin içinde yer aldı. Bu mücadelenin çok kısa süre içinde başarıya ulaşmasında önemli rol oynadı. 1978'de Zilli Dede mahallesindeki faşist işgalin kırılması aşamasında yakalandı, bir günlük gözaltından sonra serbest bırakıldı. Tutsaklık ile ilk tanışması böyle oldu.
Artık onu herkes tanıyordu. Herkesin sevdiği, güvendiği bir devrimci olmuştu. 1979'da Direniş Komiteleri'nin örgütlenmesi onun en önemli işi haline gelmişti. Faşist işgal Diap mahallesinde hâlâ sürüyordu. Oradaki faşist işgalin de kırılması gerekiyordu. Belki geç bile kalınmıştı. Bir gün çok sevdiği yoldaşı Atilla Yazgan ve dayısı, Diap mahallesindeki evlerine giderken faşistler tarafından öldürüldü.
Mustafa çok üzüldü. Çılgına dönmüştü. Arkadaşlarını toplayıp Diap'a gitti. Diap polis kaynıyordu. Yolda polis ekibiyle karşılaştılar. Polisler şüphelenmişti. Peşlerine düştüler. Kaçmaya başlamalarıyla birlikte polisler silahlarını ateşlediler. Onlar da karşılık verdiler. Muzaffer Ağu adlı arkadaşı yaralandı.
Mustafa kurtulmak için bir bahçeye girdi. İncir ağacına çıktı. Ama kurtulmayı başaramadı, yakalandı. Bahçenin içinde dövmeye başladılar; tekmeliyorlar, yumrukluyorlardı. Suratı kan içinde kaldı. Burnundan çeşme gibi kan akıyordu, karakola götürdüler. İşkence orada da sürdü. Direndi. Tutuklanıp cezaevine kondu.
Esaret ve Özgürlüğe Susamışlık
Tutsaktı artık. Onun için çok zor bir durumdu. Dışarıda yaşamın içinde, kavganın ortasında olmak istiyordu. Hep özgürlüğü düşündü, duvarları aşmanın planlarını yaptı. Bir yandan da devrimci öğretiyi okuma, kendini yetiştirme fırsatı olmuştu tutsaklık günleri.
Hep dışarısını ve mücadeleyi düşünüyordu. Tutsaklık ona göre değildi. Kavganın içinde olmak varken dört duvar arasında, çaresizlik duyguları içinde yaşamak istemiyordu.
Günlerce düşündü; arkadaşları ile tartıştı, sonunda tünel kazıp kaçmaya karar verdiler. Bir bahaneyle cezaevi banyosunun kapısını kaynakla kapattırdılar. Küçük bir pencereden girip çıkarak banyo içinden tünel kazmaya başladılar.
Günler, aylar boyunca umutla kazdılar özgürlük yolunu. Nerdeyse yolun sonuna gelmişlerdi. İsmail Şahin elektrik kablosuna takıldı ve öldü. Cezaevi idaresine ve diğer mahkûmlara tamirat yaparken elektriğe kapıldığını söylediler.
Kritik bir andı. Ya vakit yitirmeden tüneli tamamlayacak ve kaçacaklar ya da şüphelenen cezaevi yönetimi tüneli keşfedecekti. “Devam” kararı aldılar. İsmail’in öldüğü o gece kaçacaklardı.
Saat gecenin on biriydi. Firar edecekler iki gruba ayrıldı. İlk otuz kişi tünele indi. En önde Mustafa vardı. Çıkış deliğini aştı, kafasını yavaşça dışarıya çıkardı. Tünelin sonu asker kulübesine yakındı. Devriye gezen askerleri gördü. Askerler uzaklaşınca sessizce çıktı tünelden, sürünerek tel örgüyü geçti. Arkasından iki kişi daha çıktı. Onlar da görünmeden kaçmayı başarmıştı. Dördüncü kişi bir süre süründükten sonra ayağa kalkıp kaçmak istedi. Askerler farkedince ateş açtı. Beşincisi sadece kafasını çıkartabildi. Kafasını çıkartmasıyla çekmesi bir oldu. O gün 26 Haziran 1980'di.
Özgürlük ve Direniş
Kaçaklar için özgürlük kolay değildi. Bir de 12 Eylül karanlığı çökünce, daha da zordu. Mustafa’nın söylediği gibi:
“Zaten hiçbir zaman istikrara kavuşmayan, emperyalizme bağımlı, çarpık kapitalist düzenin açmazları derinleştikçe; baskı ve şiddet o ölçüde artmaktaydı...”
Mustafa bir grup arkadaşı ile Tarsus Karabucak ormanına sığındı. Karabucak ormanında bir yandan bölgeyi tanımaya, bir yandan da yeni politikalar geliştirmeye çalışılıyorlardı.12 Eylül faşizmine karşı yeni eylemler planlıyorlardı. 7 Ocak 1981 günü Ayhan Alan ile birlikte motosikletle arkadaşlarının yanlarına dönerlerken, orman bekçisinin ihbarı üzerine düzenlenen operasyonun içine düştüler. Çıkan çatışmada Ayhan Alan yaralı yakalandı. İlk anda yakalanmayan Mustafa Özenç de çok geçmeden yakalanarak Jandarma Karakoluna götürüldü.
Yaralı yakalanmış Ayhan polis otosuna bindirilerek bir süre dolaştırıldı. Kurşun yaralarına kalem sokularak arkadaşlarının yerini söylemesi istendi. İşkence Tarsus Devlet Hastanesi'nde sürdü. O sırada önemli olan Ayhan'ın yaşayıp yaşamaması değil, istenilen bilgileri vermesiydi. Ayhan orada, hastanede öldü.
Yine Tutsaklık, İnadına Özgürlük
Karakolda Mustafa’nın kimliği belirlenmişti. Adana Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan bir ekip onu almak için yola çıkmıştı. Mustafa tuvalete gitmek istediğini söyledi. Astsubay erlere dönüp bağırdı:
"Çözün şunun ellerini, bunlar ancak masum ve savunmasız insanları vururlar, bunlar satılmış ve korkaktırlar."
Erler Mustafa’nın kelepçelerini çözdü. Mustafa'nın üstünde yakaladıklarında bulamadıkları bir silah vardı. Kelepçesi çözülür çözülmez silahını çekti ve önce muhbir bekçi Hayri Simşek'e ateş etti. Ardından silahına davranan Astsubay H. Hüseyin Özcan'a ve silah seslerini duyunca odaya gelen Astsubay Nihat Özbay'a ateş eden Mustafa, erlerin arasından elde silah geçti. Çıkış kapısında silahına davranan jandarma eri Şaban Öztürk'ü de vurduktan sonra kaçtı.
Askerlerin Mustafa’nın üzerindeki silahı bulamamaları, başçavuşun kışkırtması, Mustafa’nın özgürlük tutkusu birleşmiş; Mustafa için özgürlük olan o an, üç asker ve bir muhbir orman bekçisi için ölüm ânı olmuştu.
Mustafa iki gün bir fırında saklandıktan sonra, Tarsus’a geçti. Adana’yı hallaç pamuğu gibi atan polis onu bulamadı.
Tarsus’tan Adana'ya dönmek zorunda kalan Mustafa, poliste çözülen sorumlusunun ifadesi sonucu, 2 Mart 1981 günü İstiklal Mahallesi’nde düzenlenen bir operasyonla yakalandı.
Hemen sorguya alındı. Sorgusunda karakol eylemi dışında hiçbir suçlamayı kabul etmedi. On bir gün içerisinde yargılanması tamamlandı.13 Mart 1981 günü Adana 1 No'lu Askeri Mahkemesi tek duruşmada, savunma hakkı tanımadan verdi kararını: İdam!
Ölüme Filozofça Direnen Eylemci
Ölüm hücresinde geçen beş ay süresince, Mustafa yaşadıklarını akıl süzgecinden geçirme fırsatı buldu. Gerek ailesine ve arkadaşlarına yazdığı mektuplarda, gerekse yazdığı şiirlerde bu hesaplaşmanın izleri vardır.
Son mektubunda,“hiçbir zaman çıkar ve menfaatimi ön planda tutarak tercihim söz konusu olmamıştır. Attığım her adımda toplumsal değerleri gözetmeye çalıştım,” diyen Mustafa Özenç; sonuna vardığı yola çıkış nedenini ortaya koyarken, bu yoldaki kararlılığını da açıklıkla ifade ediyordu:
“Hiçbir baskı veya cebir karşısında bir an dahi inandığım değerlere ihanet etmeyi düşünmedim.”
İnandığı devrimci yolda her türlü baskı ve işkenceye direnen Mustafa’nın, “er ya da geç bu bozuk düzenin tüm pislikleriyle tarihin çöp sepetine atılacağına” inancı tamdı.
* * *
Mustafa yazdığı şiirlerle ölüme ateş yakacak insanın psikolojisini, yani kendini çözümlüyordu:
Sen de korkarsın küçüğüm, sen
Her şeyden önce insansın çünkü
Sevmekten, kaybetmekten ya da ölümden
Görünmez ihanetin o kara yüzü
Doğaldır küçüğüm korku insana
Kabul edilmeli böyledir gerçek
Ama yiğitsen, sağlam bir inancın varsa
Elindedir bunu belli etmemek
Yiğitlik korkmamak değil küçüğüm
Korkuyu inançla yenebilmektir
Kolay çözülmeyen bir düğüm
Ve eğilmez bir baş olabilmektir
Unutma yarınların umudu sende
Korkuyu yen, boyun eğme düşmana
Yiğit olmalısın ölürken bile
Çünkü yakışanı budur insana
* * *
Gecikse de o gün yaklaşmaktadır. Mustafa devrime olan sarsılmayan inancını haykırır dizelerinde:
O büyük gün geldiğinde
ben kimbilir kaç yıldan beri
ebedi yatağımda toprağın derinliklerinde
sonsuz bir uykuda uyuyor olacağım
fakat alınca ne zamandır beklediğim haberi
uyanıp, sesimi kimse duymadan
o büyük zaferin tarifsiz coşkusuyla
kara toprağın altından, ben de haykıracağım.
Unutup geçmişte kalan acı dünü
kimbilir belki bir kış günü
üzerimi yorgan gibi kaplayan
bembeyaz karın soğuğundan....
ya da sonbahar mevsiminde
kemiklerime işleyen yağmurdan duyacağım
ve milyonları saran o doyulmaz sevince
ben de sessizce ortak olacağım.
Mevsim ilkbahar sıcak bir yaz olsa da
gece gündüz farketmez ben her zaman hazırım
adımın yazıldığı taş bile yıkılsa da
kalmamış da olsa şu dünyada mezarım
hatırlayıp tek canlı gelmese başucuma
o müjdeyi ben doğadan alacağım
nasırlı ellerce yaratılan o görkemli bayrama
hiç kimse farketmeden ben de katılacağım.
O Gün Geldi:
20 Ağustos 1981
Gece, 01.50’de geldi ölüm heyeti. Avukatının katılmadığı o geceyi, infaz gözlemcisi anlattı. Mustafa sakindi. “Yaşamasını bildiğim gibi, ölmesini de bilirim,” dedi. Gelmelerine değil, bu kadar geç kalmalarına şaşırmıştı. “Neden geciktiniz?” diye sordu.
Kendi giyinip çıkmak istedi ölümün karşısına. Kelepçeli ellerini çözmediler. Görevliler giydirdi. 02.30’da hücresinden çıkarıldığında, sesini duyurabildiklerine seslendi:
“Elveda arkadaşlar!”
Dini tören isteyip istemediği soruldu, yanıtı hayırdı. Mektup yazmak isteyip istemediği soruldu. İsteksizdi. Yazacağı mektubun yakınlarına verileceğine inanmıyordu. “Kesinlikle yerine varacaksa yazayım," dedi.
İsteği yerine getirilerek kâğıt kalem verildi. Babasına mektup yazdı. Mektup yazarken sigara istedi. Çay vesaire arzusunun olup olmadığı sorulunca, “çayın içerisine başka bir şey konmayacaksa içerim,” dedi. “Yalnız benim içmem olmaz ha, hep beraber içelim,” dedi.
Ölümün karşısına bilinci açık, beyni berrak çıkmak istiyordu.“Sohbet sırasında son isteği arasında bulunan çay getirildi. Çaya şekerini attı, ama o çayı ne karıştırdı, ne de içti. Çok sigara içti.”
* * *
Son sözlerini babasına hitaben söyledi:
"Sevgili babacığım!
Her şeyden önce selam ve saygılarımı iletip aydınlık yarınlar diliyorum.
Sizlere bu satırları yazmamın en önemli nedeni, kendinizi benim için suçlamamanız ve bu konuda soğukkanlı davranmanıza katkıda bulunabilmek istememdir. Sizler elinizden geldiğince bana destek olup, iyi bir şekilde yetişmeme çalıştınız.
Ancak içinde bulunulan toplumsal şartlar, benim ister istemez bir tercih yapmamı gerektirdi. Bu tercih bir yanda sermaye ve onun uşaklığını yapan faşist güçler, diğer yandan emekten yana olan güçler arasında söz konusu idi. Ben de seve seve bu güne kadar uzanan sonuçlarını da gördüğüm halde faşizme karşı emekten yana olmayı seçtim. Ve doğru bildiğim değerler uğrunda onurluca savaştım...
Şunu bilmenizi isterim ki, hiçbir zaman kişisel çıkar ve menfaatimi ön planda tutarak tercihim söz konusu olmamıştır. Attığım her adımda toplumsal değerleri gözetmeye çalıştım. Hiçbir baskı veya cebir karşısında bir an dahi inandığım değerlere ihanet etmeyi düşünmedim. Sizler, beni anlamak için her şeyden önce yaşamalısınız. Bunu unutmayın. Görecek güzel günler var. Ben ve birçokları görmese bile gelecek kuşakların görmesi için katkıda bulunmaya çalıştık.
Sömürü ve zulüm düzeni sürdüğü müddetçe bu savaş yok edilemez. İnkâr etmek, gerçekleri değiştirmez. Er ya da geç bu bozuk düzen tüm pislikleriyle tarihin çöp sepetine atılacaktır.
Bu uğurda gelen ölüm de, nereden ve nasıl gelirse gelsin hoş geldi sefa geldi... Satırlarımı bitirirken hepinize yürekten sevgi ve saygı dileklerimi iletir, elveda derim. Sizler bu acıyı da yenmesini bileceksiniz. Buna inanıyorum.
Oğlunuz
Mustafa Özenç
imza "
* * *
Mektup yazması sona erdi. İnfaz alanına getirildi.
“Can artık hazır. Yaşam hakkı kadar ölmek de doğaldır. Bunu bekliyordum. Kimse benim celladım olsun istemem. Ben kendi sandalyemi deviririm,” dedi.
“Saat 03.25'de infaz mahalline getirildi. Gayet soğukkanlı ve sakin olarak, hakkındaki hükmün cezasını dinledi.
Ne korku vardı, ne de korkuya yönelik bir hareketi. Aksine çok rahattı.
Ve sürekli gülümsüyordu.
İpe gülümseyerek baktı.
Ölüme de gülümseyerek gitti.”
* * *
Mustafa son sözlerinin babasına ulaştırılmayacağından kuşkulanmakta haklıydı. Mektup babasına verilmedi. Babası ile vedalaşamadı.
27 yıl sonra, gazeteci Akın Bodur’un ulaştığı mektup, kardeşi Fatih’e verildi. 19 Mayıs Sanayi Sitesi’nde bir mobilya atölyesinde çalışan Fatih Özenç, fotoğraflarından tanıdığı ağabeyinin son mektubunu okurken duygulandı. Ağabeyinin son mektubunu kalp hastası olan 75 yaşındaki babası Şevket Özenç’e veremeyeceğini belirten Fatih Özenç:
“Mektup, ağabeyimle benim aramda sır olarak kalacak. Babam, yıllardan beri mektubu alamadık diye üzülüyordu,” dedi.
* * *
O şimdi soyadı ile adaş olduğu yüzlerce erkek ve kızın varlığında yaşamaya devam ediyor.
İsyan, cesaret, inanç ve şiirle yüklü bir geleneğin taşıyıcısı olarak!
Ölüme ateş yakanların ateşçisi olarak!
(Sait Almış ve M.İnanç Turan’ın, 12 Eylül Karanlığında Ölüme Ateş Yakanlar kitabından özetlenmiştir.)