Şaşkın düzenin gedikleri
Bu yazı 9 Ocak 2011 Pazar günü Günlük gazetesinde Forum köşesinde yayınlanmıştır.
Türkiye referandumla seçimin arasında kaskatı kesilmiş duruyor. AKP referandumda elde ettiği büyük avantajı koruyabilmek için sanki zamanı dondurmaya çabalıyor. CHP Baykal’ın yerine büyük halk kitlelerine pazarlanabilir olduğunu umduğu yeni başkanına rağmen referandumda ciddi bir atılım yapamamasının yarattığı düş kırıklığını aşmak için yol arıyor. Ama mevcut bütün yeni yolları denemekten korkuyor. MHP yaşadığı büyük hezimetin daha da büyüğünü yaşamamak için hata yapmama çabası içinde. Yani nedenler farklı ama kimse yerinden kıpırdayamıyor. AKP referandum dengesi apaynı kalsın diye. CHP kendi dengelerinin bozulmasından korktuğu için. MHP tepe taklak gidişi hızlandırmamak için.
Türkiye burjuvazisinin bütün temsilcileri sanki “tıp!” dendiğinde herkesin olduğu yerde hiç kıpırdamadan durduğu oyunu oynuyor. Biri ”tıp!” demiş, herkes olduğu yerde kaskatı kesilmiş, hata yapmadan seçimin gelmesini bekliyor.
Bu donuk ve statik ortamda Kürt hareketi her geçen hafta yepyeni siyasi ataklarla düzenin kalelerini dövüyor. Referandumdan hemen sonra anadilinde eğitim boykotu. Ardından çift dilli yaşam çıkışı. Ardından Demokratik Toplum Kongresi’nin “demokratik özerklik” çalıştayı ve oraya sunulan bildiri. Gol üstüne gol! Düzen güçleri kan ter içinde bu salvoları savuşturmaya çalışıyor. Ama bütün amaçları savuşturmak olduğu için, darmadağın oluyorlar, bu yaratıcı ataklar karşısında bataklığa daha fazla batıp duruyorlar.
Geldik sadede!
İki dilli yaşam ve demokratik özerklik tartışmaları çeyrek yüzyıllık mücadele tarihinde ciddi bir yenilik taşıyor. Bugüne kadar tartışma hep konunun başka yönleriyle iç içe geçiyordu. “Son terörist ortadan kaldırılıncaya kadar ” edebiyatından “dış mahreklerin Türkiye’yi karıştırması” safsatasına kadar birçok farklı boyut ve tartışma, Kürt sorununun kendisini maskelemek için kullanılıyordu. Kürt hareketi son dönemde yaptığı ataklarla, gerçek Kürt sorununu halkın gözlerinin önünde gündeme yerleştirdi. Bir bakıma, Kürt sorunu, bütün ikincil faktörlerden arındırılmış biçimde, esas özüyle, bilimsel bir arılık içinde Türkiye toplumunun gündemine sağır edici bir gürültü ile girdi.
İşte burada Türk hakim sınıflarının temsilcisi siyasi güçler ve onların paralı ideologları muazzam bir fikir yoksulluğu içinde çırpınıyorlar. Sadece Başbakan Erdoğan’ın durumuna bakın yeter. İki dilli yaşam tartışmasında güya bir argüman öne sürüyor, aslında kendi kendini baştan mahkûm ediyor. Kendi siyasi kültürünün terimleriyle diyor ki, “kavimlere saygımız vardır, ama ırkçılığa izin yok.” Türkçülüğe de, Kürtçülüğe de hayır. Sonra ekliyor: “Benim milletimin tek dili Türkçedir.” Türk milliyetçiliğinde MHP ile rekabet etme telaşı içinde fark edemiyor kendi kurduğu simetriyi bir an sonra kendi eliyle bozduğunu. Türkçülük de yok, Kürtçülük de. Ama Türkçe mübah, Kürtçe tehdit!
İşte burada işçi sınıfı devrimcileri de Kürt dostlarımızla birlikte emekçi halk kitlelerine meseleyi anlatmak için büyük bir avantaj elde etmiş oluyor. Şimdi yüklenmemiz gerekiyor. Geçmişte burjuvazi Kürtleri askere giden gençlerin katili gibi gösteriyor, “terör” edebiyatına sığınıyordu. Geçmişte burjuvazi Kürt sorununun emperyalist güçlerin, en başta da ABD’nin Türkiye’nin başına ördüğü bir çorap olduğu zehrini kitlelerin zihnine zerkediyordu.
Oysa şimdi sorun bütün çıplaklığı ile ortadadır: İki halk, Türk ve Kürt eşit yaşayabilecek midir? İki dil, Türkçe ve Kürtçe eşit haklardan yararlanabilecek midir?
Üçüncü Cephe’ye doğru
Referandum ile seçim arasındaki Türkiye’nin ufkunda ikinci önemli gelişme, bir Üçüncü Cephe’nin, bir Emek ve Özgürlük Cephesi’nin kurulmasının somut olarak gündeme girmiş olmasıdır. Ta 1995 seçimlerinde kurulan Emek Barış Özgürlük Bloku’ndan bu yana işçi sınıfının mücadelesini temsil eden güçlerle Kürt halkının temsilcisi hareketler arasında kalıcı bir cephenin kurulması tartışılan ama gerçekleştirilemeyen bir konuydu. 12 Eylül referandumu, “Evet” ve “Hayır” cephelerinin her ikisinin de karşısında “Emekçilerin ve Ezilenlerin Boykot Cephesi” ile bu tür bir salkımlaşmayı billurlaştırmış oldu. Şimdi yapılmakta olan çalışmalar, sosyalist hareketin liberal ve ulusalcı olmayan akımlarıyla Kürt hareketi arasında kalıcı bir mücadele cephesinin temellerini örüyor.
Burada söz konusu olan, sadece Kürt hareketinin bazı sosyalist partilerle buluşması olmamalıdır. Yapılması gereken, Türkiye’nin bütün kimyasını değiştirecek bir toplumsal ittifakın yolunun açılmasıdır. Tekel eylemi bize, mücadele eden işçilerin burjuvazinin şovenizm zehrinden kurtulabileceğini öğretmiştir. Dolayısıyla, mücadele eden işçi sınıfı ile zaten mücadelenin ateşi içindeki Kürt halkı arasında kurulacak bir ittifak esas amaç olmalıdır. Bu ittifak, bu Cephe burjuvazinin birbirinin boğazına sarılmış iki cephesinin de karşısında yer alarak mücadeleyi bambaşka bir kulvara sokacaktır.
Bu cephenin öncelikli görevlerinden biri düzenin cezaevlerinde çürütülmeye çalışılan tutsakların özgürlüğü için mücadele etmektir. Bu mücadelede ilk tutamak, “açılım” denen yalan rüzgârının tıynetini ortaya koyan KCK davasının tutukluları ile Hanefi Avcı denen devrimci katili ile ilişkilendirilerek cezaevine konulan SDP ve TÖP yöneticilerinin özgürlüğü için mücadele etmektir.
Düzen, kendisine meydan okuyan siyasete düşmanlığını, 1 Ocak’tan itibaren Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun tutukluluğa ilişkin hükmünde yürürlüğe girmiş olan değişiklikle bir kez daha ortaya koymuştur. Katillere, tecavüzcülere, yüz kızartıcı suçlara bulaşmış olanlara konulan tutukluluk süre sınırından siyasi örgüt mensupları yararlanamıyor. Katil en fazla beş yıl tutuklu kalırsa, sosyalist ya da Kürt yurtseveri militan on yıl tutuklu tutulabiliyor! KCK, SDP ve TÖP üyesi yoldaşlarımızı dur durak olmaksızın savunmalıyız. Düzen fena halde zor durumdadır. Beş kişinin katilini salmıştır, tecavüzcüyü, uyuşturucu kaçakçısını salacaktır. Ama yoldaşlarımızı tutmaktadır. Hep birlikte yüklenelim.
Tutuklu yoldaşlarımız, özgür kalır kalmaz, Emek ve Özgürlük Cephesi’nin en yetenekli, en cesur mimarları olacaktır!