Burjuva ekolojik dönüşümünün ötanazisi
Her dilde “yeryüzünün ciğerleri” benzetmesiyle anılan Amazon ormanlarının yanı başında bir kent olan Belém, Kasım ayı ortasında COP 30 ya da Dünya İklim Değişikliği Konferansı olarak bilinen konferansa sahne oldu. Çoğu okurumuz biliyordur, bu “COP” ifadesi “Conference of Parties”, yani “Tarafların Konferansı” adının kısaltması. Konferansın kendisi, birazdan göreceğimiz gibi, anlamsız. Adı ise münasebetsiz! Uluslar – arası her konferans, o konferansa katılan ulusal “taraflar”ın bir konferansıdır zaten. Dolayısıyla, Birleşmiş Milletler sisteminin bağrında ya da çeperinde gerçekleşen bütün uluslararası konferanslar “tarafların konferansı”dır. Bu ad konferansın konusu hakkında hiçbir şey ifade etmez yani. Bu toplantıların Birleşmiş Milletler Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) zemininde yapıldığını anlayamaz kimse. Münasebetsizlik açık ama aynı zamanda çok uygun. Çünkü bu konferanslar zaten hiçbir şey yapmamak, daha doğrusu havanda su dövmek için düzenlenmektedir.
“Abartma” mı dediniz? Peki, 2021’de İskoçya’nın Glasgow kentinde toplanan COP 26’dan Belém’de yapılan COP 30’a kadar toplanan bütün konferansların ya bütün ekonomilerini iklim değişikliğinin nedeni olan sera gazlarının ana kaynağı fosil yakıtlara dayandırmış olan Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) en büyük kenti Dubai’de (2023) ve Azerbaycan’ın başkenti Bakû’de (2024) ya da bütün varlığını Suudi Arabistan’a borçlu olan bir diktatörün, el Sisi’nin yönettiği Mısır’da Şarm el Şeyh’te toplanmasını siz nasıl açıklarsınız? Belki katilin cinayet yerine dönmesiyle karşılaştırılabilecek bu seçişlerde bütün dünya katilin evinde buluşuyor diyebilir miyiz?
Yaşı yetenler lütfen yetmeyenlere anlatsın, çünkü o dönemi hep birlikte yaşadık. Daha öncesini boş verelim, 2015 Paris COP 30 Konferansı sırasında bütün dünya yatıp kalkıp o konferansı konuşmadı mı, “gezegenimizin geleceğini kurtardık” diye ayağa kaldırılmadı mı? 2015-2023 arası yıllar, çocuk yaşında bir İsveçli kızın, Greta Thunberg’in bir kukla olarak kullanıldığı senaryolarla, “Fridays for Future” (Gelecek İçin Cumalar) eylemleriyle gençliğin salt çevre için seferber edildiği, başka her şeyin görmezlikten gelindiği büyük eylemlerle geçmedi mi? Sonra ne oldu? Yeryüzünün en büyük sorunu olan “iklim değişikliği” Greta Thunberg Gazze soykırımı karşısında (artık 22 yaşında kocaman bir genç kadın olarak) emperyalizme ve Siyonizme karşı sesini yükselttiğinde birdenbire bütün önemini yitirmedi mi? Aşağıda göreceğiz: “Fridays for Future” adını taşıyan ve gençliği tek bir sorunla körleştirmeye yönelen eylemler dizisinin sonunu getiren sadece hareketin Siyonizme karşı tutum temelinde bölünmesi değildir. Kapitalizmin değişen gündemidir. Ama yine de soralım: Dünyanın felaketine yol açan iklim değişikliğine karşı o çok hayırlı Cuma’larınızı neden tatil ettiniz? Dünya artık bir felaket karşısında değil mi yoksa siz daha büyük bir felaket mi hazırlamakla çok meşgulsünüz de eylem falan düzenleyemiyorsunuz? O arada, ne tesadüf, COP toplantılarını BAE ve Azerbaycan gibi petrol ve doğal gaz zengini gerici ülkelerin uhdesine vererek kuzuyu da kurda teslim ediyorsunuz.
Amazonların ve Latin Amerika’nın Abdurrahman çelebisi
Yıllarca petrol zenginlerine veya onların yamaklarına (Mısır’ın el Sisi’si) teslim edilen COP toplantısı sonunda dünyanın çeşitli Teksas’larından bir başkasına taşındı bu yıl: Brezilya’ya. Gerçi bu ülke BAE ya da Azerbaycan gibi petrolle anılan bir ülke değil. Çünkü daha önceki yıllarda COP’a ev sahipliği yapan petrole batmış şeyhlerden ve onların yamaklarından farklı olarak Brezilya sanayide ve tarımda da güçlü. Angola’ya helikopter, Mozambik’e tıbbi ürünler, Çin’e soya, Avrupa’ya et ihracatı yapıyor, Latin Amerika’nın yoksul ülkelerinde yatırımlar yapıyor, o ülkelerden sefil koşullarda göçmen işçi kabul ediyor. Ama öte yandan yılda 5 milyon varil ham petrol üretimi ile, Suudi Arabistan hariç bütün Batı Asya (Ortadoğu) ülkelerinin önünde dünyada 6. sırada yer alıyor (2024). Petrol üretimi, rafinerileri ve dağıtımı Petrobras adını taşıyan güçlü bir kamu şirketi eliyle yürütülüyor.
Ama başında bir şeyh veya diktatör yok. Brezilya’nın başında, dünyanın bütün “ilericileri”nin kahramanı, Latin Amerika’nın sayısız gerici yöneticisinin ve utanmazca suskun sözde “solcu” başkanının (Şili’de Gabriel Boriç) karşısında Abdurrahman Çelebi rolüne soyunan devlet başkanı, eski işçi önderi Lula var. Bir de dünyanın ciğerleri orada, Lula’nın baş kozu, Amazonlar, balta girmemiş ormanlar, “uygarlık” denen yaşam tarzıyla henüz tanışmamış yerliler, bütün yeryüzünün karbondioksitinin önemli bölümünü yutan Amazonlar.
Lula konferansın ilk günü, açılış konuşmasında, COP 30’un, dünyanın bütün ülkelerinin fosil yakıtlardan kurtulması için sağlam bir yol haritası çizmesinin ve bunun üzerinde bütün dünyanın sözleşmesinin gerekli olduğunu söyledi. On gün sonra büyük itiş kakışlarla kabul edilen sonuç bildirgesinde fosil yakıtlardan söz edilmiyor bile!
Bu durumda, alanın bir uzmanının daha COP 30 toplantısı başlamadan yazdığı şu satırlarda insanı şaşırtacak herhangi bir şey var mı? “Bütün ülkeler COP 30 toplantısı için Brezilya’da bir araya gelmek üzere hazırlanırken, Paris Anlaşması ve dolayısıyla Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin (UNFCCC) kendisi boş lafazanlık uçurumunun kenarında sallanıp duruyor.”
Bir de tavsiyede bulunalım okurumuza. Bu bilgiler ışığında yeniden yazının başındaki fotoğrafa dönsün. Orada, fosil yakıtlara ismen değinmeyen bir sonuç bildirgesinin tartışılması sırasında yüzünü umutsuz bir ifade kaplamış olan şahsiyete bir baksın. Brezilyalı diplomat André Corrêa do Lago’nun yüzündeki ifade her şeyi anlatıyor.
Uluslararası Enerji Ajansı’ndan Fatih Birol raporu
COP 30’un açılışından birkaç gün önce Uluslararası Enerji Ajansı (International Energy Agency ya da kısaltmasıyla IEA) “World Energy Outlook” (Dünya Enerji Görünümü) başlığını taşıyan yıllık raporunu açıkladı. Kurumun başında bir Türkiye vatandaşı oturuyor, adı Fatih Birol. Ne tesadüf! Hayır, yanlış anlamayın. IEA’nın raporunun hemen COP 30 öncesi açıklanmış olması değil tesadüf. COP 30’un fosil yakıtlardan hiç söz etmediği bir dönemde çıkan IEA raporunun petrol, doğal gaz ve nükleer enerji üretimini kader gibi sunuyor olması “ne tesadüf” diyerek alaya aldığımız.
Uzun bir alıntı yapalım rapordan:
“Dünya Enerji Görünümü—2025’te bütün senaryolar [daha önce üç değişik senaryo incelendiği belirtilmişti] yakın dönemde mebzul miktarda petrol ve gaz arzına işaret ediyor. Petrol piyasaları bunu zaten yansıtıyor: Varil başına petrol fiyatları, günümüzün jeopolitik kırılganlığının $ 60-65’lik bir varil fiyatıyla el ele yürüdüğünü gösteriyor. Piyasa dengelerinde benzer bir rahatlamanın, sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) ihracatı alanında yeni projelerin gerçekleşmesiyle birlikte hızla ortaya çıkacağı anlaşılıyor.”
“Yeni LNG projeleri konusunda kesinleşmiş yatırım kararları 2025 yılında hızla yükseldi, bu da önümüzdeki yıllarda doğal gaz arzında beklenen artış dalgasına katkıda bulunacak. 2030 yılına kadar yaklaşık 300 milyar metre küp yeni yıllık ihracat kapasitesinin işletmeye geçeceği hesaplanıyor. Bu da dünya ölçeğinde var olan kullanılabilir LNG arzını yüzde 50 arttıracaktır. Bu kapasitenin yarısı Amerika Birleşik Devletleri’nde kuruluyor, bir yüzde 20’si ise Katar’da.”
Raporun üslubundaki ferahlık sizin de dikkatinizi çekti mi? Üç senaryoda da fosil kaynakların ve geçmişte yere batırılan nükleerin kullanımının artışı en doğal ve neredeyse kaçınılmaz bir şey gibi sunuluyor. Aslında diyebiliriz ki Uluslararası Enerji Ajansı’nın raporu, Belém toplantısının sonuç raporunda fosil yakıtlardan söz bile edilmemesinin gerekçesidir. Sanki şöyle denmektedir: “Başka ne yapılabilir ki?”
Tabii, ABD’nin Trump başkanlığında ikinci başkanlık döneminin daha ilk gününden beri İklim Değişikliği Konferansları çerçevesinden kopmuş olduğunu eklemek gerekir. (İlk Trump başkanlığı döneminde bu karar gecikmeli olarak alınmıştı. Biden çerçeveye geri döndü ama Trump ilişkiyi yeniden kesti.) Ne var ki, bunun olsa olsa iklim değişikliğiyle mücadeleye kararlı ülke ve kuruluşların elini güçlendirmesi beklenirdi. Madem “iklim değişikliği”ne ilişkin bilimsel verileri inkâr eden ülkeler arasında en güçlüsü örgütten ayrılmıştı, örgütün 1,5 derece santigratlık ısınma hedefine ve fosil yakıtlardan kopma çizgisine daha da sıkı sıkıya sarılması beklenirdi. Ama tersi oldu. Öyleyse şimdi 2010’larda ve 2020’lerin başlarında var olan atmosfere tam ters düşen bu beklenmedik gelişmenin nedenlerini irdeleyelim.
Yeşil anesteziden faşist ötanaziye
Önce meseleyi en genel haliyle vaz edelim. Ardından daha kılcal dolayımlara girelim. En genel haliyle, bu gelişmenin ardında kapitalizmin 2008’den itibaren içine girdiği büyük depresyon (ekonomik kriz) sonucunda her koyunun kendi bacağından asılacağı anlayışının yayılması, milliyetçilik ve faşizmin yükselmesi ve bir üçüncü dünya savaşının gölgesinin bütün ülkelerin burjuvazilerinin geleceğe ilişkin projelerinin üzerine düşmesi vardır. Dünya kapitalizmi farklı bir iklim kuşağına girmiştir. Bir önceki dönemin her kurumu, her ittifakı, her pratiği, her ideolojisi bu yeni iklimin taarruzu altında yıpranmakta, bazen bir ölçüde direnmekte, bazen hızla çökmektedir. Burjuva ekoloji hareketinin de krize girmesi bu genel sürecin bir parçasıdır. Ancak bunu söylemek gereklidir fakat yeterli değildir. Krizin bu özel alanda ortaya çıkışının somut dolayımlarını incelemezsek direncin ne denli güçlü, taarruzun ne denli etkili olacağına ilişkin öngörülerde bulunamayız.
En başta en genel noktayı dile getirelim. Kapitalizmin bugünkü krizinin temelinde üretici güçlerin ulaştığı gelişme düzeyinde, ekonominin özel mülkiyete dayalı işleyiş mantığının doğurduğu sorunların yine sermayenin kendisi tarafından çözülemeyeceği gerçeği vardır. İklim değişikliği ve doğal çevremizin uğradığı her türlü hasar bu genel yasanın tam da örnekleridir. Sermaye, hiç doymayan artık değer açlığı içinde yeryüzünü talan etmiş, modern kapitalist çağda kullandığı fosil enerji kaynaklarıyla (kömür, petrol, doğal gaz) ve çevreye ağır hasar veren diğer tekniklerle bugün bir kriz durumuna yol açmıştır. Aynı sosyal gücün, yani sermayenin, şimdi aynı üretim ilişkilerine dayanan bir üretim tarzı içinde bu sorunlara son vermesini beklemek imkânsızı istemektir. Sermaye fosil yakıtlar en kârlı ve mebzul enerji kaynakları olmaya devam ettikçe bunları çıkarmaya ve kullanmaya devam edecektir. Bunu engellemek için, değer yasasının işleyişini ciddi şekilde sınırlamak hatta ortadan kaldırmak, artık değerin çekilip alınmasını, üretim kararlarının verilişinde temel kıstas olmaktan çıkarmak gerekir. Bunlar kapitalist üretim tarzında olanaksızdır. Dolayısıyla, burjuvazi ortaya çıkan çok ciddi ve acil durum karşısında tarihî ölçekte bakıldığında çok kısa bir süre tereddüde düşmüş ama sonra artık değerin cezbesine yeniden kapılarak bu hedefi geride bırakmıştır. Petrol ve doğal gaz şirketlerinin son dönem kararlarıyla ilgili bütün ciddi kaynaklar, şirketlerin yenilenebilir enerji kaynaklarını ikinci plana çekerek petrol ve doğal gaza yeniden hücuma başladığını, bankaların fosil yakıt yatırımlarını desteklemek için birbirleriyle yarışmakta olduğunu, devletlerin de durumun ne denli tehlikeli olduğunu bile bile bu gelişmelere destek verdiğini yazmaktadır.
İkinci nokta yine genel geçerliliği olan bir noktadır. Geçmişte iklim değişikliği ve doğanın tarumar edilmesiyle ilgili yazdığımız yazılarda tekrar tekrar vurguladığımız gibi, kapitalizmin doğa üzerindeki tahribatı sayesinde zenginleşmiş olan emperyalist ülkelerin şimdi, geçmiş istismarın faturası önlerine geldiğinde bu faturayı ödemek zorunda olduğu açıktır. Ama bu, elbette emperyalizmin çıkarlarına aykırıdır. Emperyalist ülkeler bu faturayı ödemekten kaçınacaklarını hiçbir zaman ilan etmemiş, “yeşil dönüşüm” esnasında yoksul ülkelere büyük mali destekte bulunacaklarını vadetmiş, ama taahhütlerini eser miktarda yerine getirerek sözlerinde durmamışlardır. Şimdi adım adım bu taahhütler unutulmaktadır. Emperyalist ülkeler kurbağayı alıştıra alıştıra kaynatmıştır. Denebilir ki, bu son Belém konferansında bile Avrupa Birliği ülkeleri başka emperyalist ülkelerden farklı olarak 2010’lu yılların iklim değişikliği gündemini terk etmemişlerdir. Uluslararası politik platformlar düzeyinde bu doğrudur. Ama iş deklarasyon imzalamaya değil de imzalanan deklarasyonların içerdiği taahhütleri yerine getirmeye gelince Avrupa ülkeleri de Amerika ve benzerleri gibi davranmaktadır. Yoksul ülkelere çoktan ödenmiş olması gereken destek konusunda Avrupa Birliği üyelerine düşen payın büyük miktarı da hâlâ ödenmemiştir. Peki çelişki neden? Burada Avrupa’da Yeşil ve sosyal kapitalist (eski adıyla “sosyal demokrat”) akımların ağırlığı rol oynuyor. Bunlar modern küçük burjuvazinin ekolojik duyarlılığına yanıt vererek siyasi yelpazede tutunabildikleri için bu gündeme bigâne kalamamakta, ama iş pratiğe gelince emperyalist ülke orta sınıflarının bencilce tutumu yüzünden taahhütlerine aykırı davranmaktadırlar.
Üçüncüsü, belirli koşullar altında kapitalist piyasa sisteminin “sapık” tarzda çalışmasıdır. Bu kavramı vaktiyle büyük depresyonun ilk başlarında Türkiye gibi ülkelerde ekonominin, dünya ekonomisinin kriz yaşıyor olması dolayısıyla coşması bağlamında izah etmiştik. İktisat biliminin (burjuva iktisat biliminin bile) mantığı belirli anlarda piyasa sisteminin belirli bir biçimde davranmasını rasyonaliteye uygun bulurken piyasaların işleyişi tam tersine yol açar. “Sapıklık” dediğimiz budur. Şimdi üzerinde durduğumuz alanda bunu şöyle anlatabiliriz. Sermayenin fosil enerji kaynakları üretim ve tüketimini son haddine kadar arttırarak gezegenin üretici güçlerini mahvetmesinin piyasadaki etkisinin neoklasik burjuva iktisadına göre bile sonucu fosil kullanımının azaltılması olması gerekirken sera etkisi dolayısıyla kutuplarda buzulların erimesi sonucunda Arktik bölgesinde birçok fosil kaynağı geçmişte kârlı olarak işletilmesi olanaklı olmadığı halde bugün yüksek kâr (ve toprak rantı) getirecek duruma gelmiştir. Dolayısıyla sermaye, tam da bir bütün olarak dünya toplumunun çıkarı fosillerden uzaklaşmayı gerektirirken, yüksek kâr ve rant (toplam olarak artık değer) getirisi vaadiyle kutup bölgelerinde, özellikle Arktik bölgesinde muazzam yatırımlara girişmiştir. Yani fosilin insanlık için artan maliyeti, sermaye açısından daha büyük artık değer ve dolayısıyla insanlık için daha da ağır maliyet anlamına gelmektedir.
Dördüncüsü, ABD’nin bugün dünyada oynadığı özel rolle ilgilidir. Yukarıda sözünü ettik. Trump ilk döneminde gecikmeyle, ama bu sefer daha ilk günden itibaren, iklim değişikliği çerçeve sözleşmesinden daha ilk görev gününden başlamak üzere ayrıldı. Trump’ın COP konferanslarını terk etmesi, daha bütünsel bir enerji ve iklim değişikliği politikasının parçası. Trump’ın fosil enerji kaynaklarına yaklaşımı bütün medyada şu kısacık formülle ifade ediliyor: “Drill, baby, drill!” Yani “sondaj, yavrum, sondaj!” Trump sadece petrol ve doğal gaz konusunda değil, çok ağır çevre sorunlarına yol açacağından ciddi bilimsel kuşkular olan yeni kaya gazı ve petrolü (“shale gas and oil”) çıkarma tekniklerine de (“fracking”) çok büyük bir sempatiyle bakıyor. Ayrıca, Alaska’da doğal koruma alanlarında binlerce mil uzunlukta mesafeler boyunca yapılacak taşımacılık altyapısıyla doğayı mahvedebilecek projeleri onaylamaktan kaçınmıyor. Bir yandan bunları yaparken bir yandan da fosil kaynaklı enerjilere bağımlılığa karşı etkin bir çözüm olarak savunulan elektrikli araçlara verilen desteği kaldırıyor. (Elektrikli araçların çözüm olarak ileri sürülmesi aslında saf bir burjuva bakışıdır. Bu araçların imalatının maliyeti düşürülmedikçe büyük halk kitlelerinin bunlardan yararlanması olanaksızdır. Ama bu ayrı bir tartışma.) Kısacası, Trump’ın emperyalist kapitalizmin bütün taleplerini karşılayan bu tavrı, sermayenin yeni döneme uygun ana fikrini de ele veriyor.
Beşincisi, son kuşak üretici güçlerin devasa ölçekte enerji oburu olmasıdır. Yapay zekâ çalışmaları ve büyük veri merkezleri bugüne kadar görülmemiş düzeyde enerji tüketiyor. Üstelik bu enerjinin mutlaka elektrik olması gerekiyor. Yani elektriğin sadece yeterli miktarlarda üretilmesi değil iletimi ve dağıtımı da bu kuşak üretici güçlerin geliştirilebilmesi açısından bir önkoşul niteliğini taşıyor. Hatta bu yüzden geçmişte genellikle böyle gelişkin üretici güçler temelinde yapılan yatırımlar farklı coğrafi bölgeler arasında bir rekabet konusu olduğu, bölgelerin her biri (eyaletler, belediyeler vb.) bu tür yatırımları cezbedebilmek için şirketlere çok yüksek tavizler (altyapı desteği, vergi indirimleri vb.) önerdiği halde, bugün bu alanlarda yatırım olasılığı belirdiğinde, şirketin halkın su ve elektrik ihtiyacının karşılanmasını engelleyecek bir tüketim düzeyi yaratacağı korkusuyla antipati yaratıyor. Dolayısıyla, bu tür teknolojileri üretme kapasitesi olan bütün ülkelerde (özellikle ABD ve Çin’de) devletler başka her türlü mülahazayı bir kenara iterek teknoloji rekabetinde geride kalmamak için var güçleriyle elektrik üretim ve dağıtım kapasitesini geliştirmeye çalışıyor.
Nihayet savaş alanına giriyoruz. Dünyayı kavramış olan savaş-milliyetçilik-militarizm-faşizm kasırgası daha şimdiden dünya çapında etkisi olan türden savaşlara (Ukrayna ve Gazze) yol açmış durumdadır, adım adım da bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın temellerinin oluşmasına yol açıyor. Bu faktör o kadar önemli ki bunu iki aşamada ele alacağız.
Önce, altıncı faktör olarak enerjinin silah olarak kullanılması faktörüne değinelim. Modern tarihte enerji kaynaklarının ambargolar vb. yoluyla birbiriyle ağır çelişkiler yaşayan ülkeler veya ülke grupları (ittifaklar) arasında bir silah olarak kullanılmasının çok miktarda örneği vardır. Cihan Harbi’nde Britanya’nın Almanya’ya uyguladığı petrol ablukasının savaşın sonucunu belirlemekte önemli etkisi olduğu söylenmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanya’sı ile Sovyetler Birliği arasındaki dünya savaşının sonucunu belirleyen savaşta Kafkasya petrolleri büyük rol oynamıştır. 1973 Arap-İsrail savaşı esnasında Arap petrol üreticisi ülkeler ABD’ye, İsrail’e verdiği desteğe karşı tepki olarak, etkili bir petrol ambargosu uygulamıştır. Örnekler çoğaltılabilir. İçine girdiğimiz dönemde özellikle üretici ülkeler enerji kaynaklarını bu tarihî örneklerde olduğu gibi bir savaş kozu olarak kullanma hazırlığı yaparken net enerji tüketicisi ülkeler de kendi enerji güvenliklerini başka her şeyin önünde ele almaya başlamıştır. Bir kez daha kapitalist üretim tarzının planlama yerine rekabete dayanan doğası, bu kez piyasa düzeyinde değil çok sayıda devletin varlığı dolayımıyla insanın doğa ile ilişkisindeki krize sırt çevrilmesine yol açmaktadır.
Nihayet en büyük ve en tehlikeli etkene geliyoruz: Yaklaşmakta olduğunu artık burjuvazinin devlet yöneticilerinin, generallerinin ve ideologlarının da saklayamadığı, hatta en açık terimlerle konuşmaktan kaçınmadığı büyük güç savaşları, yani bir Üçüncü Dünya Savaşı tehlikesi. Trump ünlü Pentagon’un adını Savunma Bakanlığı’ndan Savaş Bakanlığı’na çeviriyor. Savunma Bakanı Peter Hegseth ABD’nin, silah üretimini, bir “savaş dönemi”nin ihtiyaçlarına göre hızlandırması gerektiğini söylüyor. Avrupa Komisyonu başkanı Ursula von der Leyen yüz milyarlarca avro miktarında bir “ReArm Europe” (“Avrupa’yı Yeniden Silahlandırma”) programı başlatıyor. Fransa Genelkurmay Başkanı Fabien Mandon, “Fransa’nın çocuklarını yitirme fikrini sindirmesi gerektiğini” ileri sürüyor. 23 milyon nüfusu olan Tayvan, zaten dişine tırnağına kadar silahlanmış Çin’i beklerken ABD’den 40 milyar dolarlık ilave bir silah alımına girişeceğini açıklıyor.
Tanklar nasıl hareket edecek? Uçaklar neyle uçacak? Bunların yakıtını yenilenebilir enerji ile üreten bir teknoloji icat edildi mi? Savaş petrol gerektirir! Biz Ukrayna savaşı ilk başladığında, 2022 yazında toplanan Madrid Zirvesi’nde kabul edilen yeni NATO konseptinin feminist, LGBT+, çevreci bilumum “liberal” ve “ilerici” hareketleri militarist bir ruh durumuna sokmak için bin dereden su getirdiğini uzun uzun anlattık. Mesela şu cümleyi dikkatle okumasını bütün feministlere ve kendini LGBT+ olarak ananlara tavsiye ederiz: “NATO’nun ‘değerlerimizin bir yansıması olarak toplumsal cinsiyet eşitliğini ileriye taşıyacağız’ yemini (# 5, s. 3) feministlere çok açık bir davettir.” Şimdi, üç yıl sonra, bütün generalleri topladıkları bir toplantıda Trump ve Hegseth, kadınların yapamayacağı işler olduğunu, generallerin “delikanlı” olması gerektiğini söyledi.
Esas konumuza, yani iklim değişikliğine dönersek, yazımızdan şu cümleyi alıntılamamamız sanırız anlamlı olacaktır. Tarih milattan önce değil, 2022: “NATO iklim değişikliğinin çok önemli olduğunu ısrarla savunmaktadır: Böylece Avrupa ve kısmen Amerika’nın gençliğine yaranmaya çalışmaktadır.”
Oysa orada da söylüyoruz: “Gençliğin, savaşın iklim değişikliği bakımından ne kadar ağır sonuçlar yaratacağını hesaplayarak (yalnızca uçak sortilerinin ve tankların vb. yarattığı karbondioksit salımını düşünmek yeter!) NATO gibi bir savaş aygıtını baştan karşısına alacağı hesaplanarak askerî faaliyetlerin iklim değişikliğini önleyecek biçimde yürütüleceğini söylemektedir NATO. Amaç iklim değişikliğini önlemek değil, bunu önemseyen kitlelere NATO’nun ‘satılması’ olduğu için kimse bunun nasıl mümkün olabileceğini açıklamaya zahmet etmeyecektir. NATO “new look”, çevre dostudur!”
Bu konseptin açıklandığı dönem tam da Greta Thunberg’in Kuzey Amerika’da toplanan bir iklim değişikliği konferansına karbon ayak izi yüksek olmasın diye bir yatla taşındığı dönemdir. Bu yolculuğa kaç milyon dolar harcanmıştır, hesaplaması zor! Şimdi ise savaşa hazırlık demek aynı zamanda petrol demektir!
İş başa düşüyor!
Böylece burjuvazinin on yıllardır savunduğu her şeyden vazgeçerek ekolojik duyarlılığı ve iklim değişikliğiyle mücadeleyi lafazanlık dışında terk ettiğini görmüş bulunuyoruz. Burjuvazi ekolojiyi ölüm yatağına yatırmıştır. Başka bir ifadeyle, ekoloji mücadelesi ve “yeşil dönüşüm” konularında ötanazi kararı almıştır. O zaman iş başa düşüyor. İnsanlığın tamamını ilgilendiren birçok sorun gibi genel olarak doğanın tahribi, özel olarak iklim değişikliği konuları da ancak sosyalist devrimin bir boyutu haline geldiği ölçüde çözüme kavuşacaktır.
İlk sonuç açıktır. Bugüne kadar işçi sınıfına, onun öncüsü olarak örgütlenen güçlere ve genel olarak sosyalist harekete bu alanda burjuvazinin güçleriyle işbirliğini önerenler kılavuz kargalık yapmışlardır. Burjuvazinin güçleriyle sadece sınıflar arasında doğrudan mücadele alanlarında değil, bu konuda da en ufak bir işbirliği yapılamayacağı açıkça ortaya çıkmıştır. Felaketin kendisi kapitalizmin, sermayenin, burjuvazinin ürünüdür. Onun bazı temsilcilerinin halkın çeşitli katmanlarını kendi yanına çekmek için kullandığı tatlı dile kanmak ancak ahmaklık olarak anılabilir.
İlk planda burjuvazinin bir temsilcisi olarak görülmeyen iki hareketle ilişkiler daha çetrefillidir. Kendine hâlâ “sosyal demokrat” deme ikiyüzlülüğünü ve cüretini gösteren sosyal demokrasi ve özellikle Avrupa’daki Yeşil hareket. Bunların ilkine artık doğru adı koymalıyız: “Sosyal kapitalist hareket”. Marx ve Engels ta Alman İdeolojisi’nde (1846) insanların kendi haklarındaki fikirler temelinde değil eylemleri, hareketleri, davranışları temelinde kavranması gerektiğini söylemişlerdi haklı olarak. Bizim kendini “sosyal demokrasi”, hatta güney Avrupa’da “sosyalist” olarak anan hareketi kendi sözleriyle değil gerçek olgular temelinde yargılamamız gerekir. Bu hareket, “sosyal” alanda faal bir burjuva hareketidir. O yüzden diğer burjuva hareketlerle aynı sınıf karakterini taşımaktadır. Ama birçok sosyal kapitalist partinin hâlâ işçi sınıfı içinde etkisi olduğundan sağcı ve merkez burjuva partilerine göre farklı taktikler gerekir bunlara karşı.
Yeşil hareket farklıdır. Onu (son dönemde özellikle Ukrayna savaşı ve Gazze soykırımı konularındaki yüz kızartıcı gericiliğine rağmen) bir küçük burjuva hareketi olarak nitelemek daha doğrudur. Modern küçük burjuvazinin hayat tarzının tipik bir temsilcisidir ekoloji hareketi her yönüyle. Bunlarla tabanları üzerinde mücadele verilmelidir.
Ama mesele bu parti ve hareketlerle ilgili olmaktan ziyade programla ilgilidir. Biz, kişisel düzeyde, Marksistlerin iklim değişikliği ve ekoloji konusunda nasıl bir program savunması gerektiğini bundan iki yıl önce “İklim değişikliğine karşı mücadele için bir program önerisi” başlığıyla açıkladık. Bu program, servet vergisinden uluslararası düzeyde iklim vergisine, Afrika’nın karanlıkta yaşayan bölgelerinin öncelikli elektrifikasyonundan bütün dev petrol şirketlerinin işçi denetiminde kamulaştırılmasına kadar acil taleplerle ve geçiş talepleriyle ve bankaların kamulaştırılması ve tek bir bankada birleştirilmesi türünden bir işçi devletine doğru yürüyecek sosyalist tedbirlerle iklim değişikliği felaketinin ancak sosyalizmde, üstelik dünya halkları ve ulusları arasında eşitliği sağlayarak çözülmesi doğrultusunda bir programın taslağını oluşturur. Bugün burjuvazinin “yeşil dönüşüm” gibi cafcaflı adlarla savunduğu program konusunda ötanazi kararı vermiş olması yaklaşımımızı bütünüyle doğrulamıştır.






