Tunus devriminin anlamı (3)
23 Ocak Pazar günü, Muhammed Buazizi’nin memleketi Sidi Buzid’in de bulunduğu iç bölgelerden hareketle başkente giren “Kurtuluş Kervanı” mensuplarından 24 yaşında genç bir öğretmen Fransız Le Monde gazetesinin muhabirine böyle diyordu (Le Monde, 24 Ocak 2011). Bu yazının bir önceki bölümünde altını çizdiğimiz gibi, Tunus devriminin önündeki esas dolaysız politik görev bin Ali’nin kurmuş olduğu polis devletini yıkmaktı. Eski başbakanın, kilit bakanlıkları da bin Ali’nin partisi RCD kadrolarına teslim etmiş olan hükümeti ayakta kaldıkça bu olamazdı.”Kurtuluş Kervanı”, işte bu amaçla başkente gelmişti. Devrimin şu anda odaklaştığı nokta hükümetin devrilmesiydi. Genç öğretmen kitlelerin amacını mükemmel biçimde özetlemişti.
Aynı Pazar günü, Tunus’un eski resmi “komünist” partisinin liberalleşmiş devamı Tecdid (Yenilenme) partisi, başkentte bir miting düzenliyordu. Hükümette bir bakanı olan Tecdid, mitingi “kargaşa”ya karşı yapıyordu! Bir önceki bölümde “karşı devrimci” olarak nitelediğimiz yöneliş işte buydu.
Ertesi gün, “Kurtuluş Kervanı” mensupları ve binlerle Tunuslu’nun kuşattığı başbakanlık binası önünde Genelkurmay Başkanı Raşid Ömer elinde megafon bir konuşma yapacaktı. (Devrimin bir başka göstergesi de resmiyeti yerle bir etmesidir. Normal zamanlarda kurumundan yanına yaklaşılmayan yetkililer, sıradan halktan biri gibi davranmak zorunda kalırlar.) Birazdan değineceğimiz nedenlerle, Raşid Ömer, eski rejimin bugün halk arasında sevilen ve güvenilen tek kurumu olan orduyu temsil ediyor. Ömer konuşmasında ordunun “devrimin güvencesi” olduğunu söylemekle birlikte, anayasa çerçevesinden çıkmayacağını da vurguluyor, ardından göstericileri meydanı boşaltmaya davet ediyordu. Aksi “kargaşa” olurdu, “kargaşa”nın sonu da “terör”. Görüldüğü gibi, Genelkurmay Başkanı ile Tecdid, devrimci kitlelere aynı argümanlarla sesleniyor!
Devrimin sosyal boyutu
Bu yazının bundan önceki bölümlerinde (1) Tunus’ta yaşananların bir devrim olduğunu ve (2) bu devrimin henüz tamamlanmaktan uzak olduğunu ortaya koymuştuk. Devrimin tamamlanmamış olduğunu ileri sürerken de yaşanan gerçekliğe dışarıdan dayatılan birtakım idealist ölçülerden değil, emekçi halkın uğrunda mücadele ettiği ve can verdiği dolaysız hedeflerin henüz gerçekleşmemiş olmasından hareket etmiştik. Bu hedeflerin ise ikiye ayrıldığını, bunlardan ilkinin bin Ali’nin polis devletinin yıkılması, yerine yeni ve demokratik bir rejim kurulması olduğunu belirtmiştik.
Şimdi devrimin ikinci dolaysız hedefine geliyoruz. Aslında devrimi harekete geçiren, Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasına da, başka intihar olaylarına da, özellikle genç işçi ve işsizlerin bir ay boyunca polis kurşunlarına göğüs germelerine de yol açan soyut bir demokrasi talebi değil, işçi sınıfı ve emekçileri yaşadığı ekonomik sefalettir, en başta da işsizlik belasıdır. Rejim, bu sorunun çözülmesinin önünde bir engel olduğu ölçüde hareketin gündemine girmiştir. Yoksa kitleler “biz demokrasi aşığıyız, haydi demokrasi için mücadele edelim” diyerek sokağa çıkmamıştır. Kitleler sokağa, iş ve aş talebiyle çıkmış, bu mücadele içinde kendi kaderleri üzerinde verilecek kararları kendileri vermenin önemini kavramış, eski rejimin nasıl kendi aleyhlerine işlediğini görmüş ve meseleyi politik alana taşımıştır. Kısacası, Tunus devriminin esas dinamiği sınıfsaldır, talepleri de sosyo-ekonomiktir.
Öyleyse, Tunus devriminin politik boyutu tamamlansa, yani bu hükümet devrilse, yerine gerçekten eski rejime karşıt güçlerden bir hükümet kurulsa ve demokrasi talepleri gerçekleşse bile, şu soru ortada kalacaktır: Eski rejimin yerini alacak yeni politik düzen, Tunus’un işsiz gençlerine iş bulacak bir sosyo-ekonomik yapıyı kurabilecek midir? Şayet devrim sadece politik düzeyde kalırsa, ekonomik alanda ise hırsızlık, yolsuzluk, kayırmacılık gibi olgularla mücadele etmekle birlikte varolan toplumsal yapının işsizliğe, düşük ücretlere, sefil yaşam koşullarına yol açan boyutlarıyla mücadeleyi toplumun gündemine oturtamazsa, bu takdirde bir şeyler tamamlanmamış olarak kalacaktır. Daha demokratik ama işsizliğin aynı derecede yaygın olduğu bir yeni düzen kurulursa, ne Muhammed Buazizi’nin kendini yakması, ne de 100’den fazla insanın ölümü karşılığında gerçek amaca ulaşılmış olacaktır.
Tunus devriminin sınıfsal dinamiğinin ancak işçi sınıfı ve müttefiklerinin iktidarı ele geçirmesi ve Tunus’u emperyalizme bağımlı bir kapitalist ülke olmaktan çıkararak kamu mülkiyetinde emekçi halkın çıkarları doğrultusunda işleyen bir planlı ekonomiye doğru adımlar atmasıyla olanaklı hale gelebileceği açıktır. Ama ihtiyacın bu olması, devrimin bu yönde yürümesi için dinamiklerin bu aşamada da sürüyor olmasını gerektirmez. Devrim yükselirken bunun dinamiği genç işçi ve emekçilerin sokakları doldurarak rejimle kavga etmesiydi. Bugün, devrimin içinde olduğu yeni evrede, işçi sınıfı iktidarı yönüne, hiç olmazsa işçi sınıfının öteki sınıflardan ayrışmasına işaret eden birtakım dinamiklerden söz edilebilir mi? Evet, edilebilir.
İlk ve en etkili dinamik elbette devrimin her aşamasında en faal örgütleyici güç olan sendikal konfederasyon UGTT’dir. Yıllar boyu rejime sadık bir politika izlemiş olan konfederasyon, devrimin yükselmesi ile birlikte bazı sendikaların radikalleşmesi sonucunda bağımsızlaşmıştır. Devrimin büyük ölçüde kendiliğinden gelişmesi içinde tek ciddi örgütleyici güç olmuştur. Eski rejimin temsilcilerinin “Milli Birlik Hükümeti” adı altında sürekliliği sağlama çabasına karşı teklif edilen bakanlık koltuklarını reddetmiş, hükümetin “tanınmaması” şiarını ortaya atmıştır. En son, Eğitim Bakanı’nın uzun zamandır kapalı olan okulları 24 Ocak Pazartesi’den itibaren açma kararına, UGTT’nin farklı sendikaları aynı hedef etrafında farklı taktiklerle cevap vermişlerdir. İlköğretim öğretmenleri sendikası Pazartesi’den itibaren süresiz genel grev ilan ederken (sendika Pazartesi günü katılımın %90 ile % 100 arasında olduğunu açıklayacaktır), lise öğretmenleri sendikası (muhtemelen öğrencileri farklı bir yaş gurubunda olduğu için) farklı bir yaklaşımla Çarşamba ve Perşembe günleri için devrim konusunda dersler koyup Perşembe günü için genel grev ilan etmiştir. Görüldüğü gibi, işçi sınıfı UGTT ve sendikalar temelinde ciddi bir örgütlü güce sahiptir ve bu güç devrimin derinleşmesi eğilimini temsil etmektedir.
İkinci dinamik, daha radikal sonuçları olabilecek, ama bugün gücü çok daha sınırlı bir odaklar dizisidir. Bin Ali’nin kaçışının ertesinde Tunus’ta sokakta kargaşa doğmuştur. Eski rejimin temsilcilerinin villaları ve bazı mağazaları yağmalanırken sokaklar da silahlı eylemlere, hatta yer yer bombalamalara sahne olmuştur. Bunların bin Ali’nin hassa ordusu ya da polisi tarafından düzenlendiği söylentileri o günlerde son derecede yaygındı. İşçiler ve emekçiler mahallelerde sopalarla, bıçaklarla ve bazen ateşli silahlarla silahlanarak nöbet beklemeye, trafiği kontrol etmeye, giderek özsavunma komiteleri kurmaya başlamışlardır. Bu elbette en ilkel biçimi altında bir ikili iktidarın tohumlarının ortaya çıkması anlamına gelir. Bu yüzdendir ki, bin Ali’nin ardından öne çıkan Başbakan Gannuşi hiç gecikmeksizin bir demeç vererek, gençlerin silahlanmasının güvenliği sağlamayı amaçladığını anladıklarını, ama buna gerek olmadığını polisin güvenliği sağlayabileceğini, bu faaliyetlere son verilmesi gerektiğini açıklamıştır. Özsavunma komiteleri devrimin ilk günlerinde aktif olmakla birlikte sesleri zaman geçtikçe daha az duyulur olmuştur. Ulaşabildiğimiz haberler bu komitelerin bugün ön plana çıkacak biçimde aktif olmadığını düşündürüyor.
Üçüncü önemli nokta, toplumun gittikçe daha geniş katmanlarının devrimin saflarına katılıyor olmasıdır. 14 Ocak’a kadar esas olarak işçi ve emekçi gençliğin kahramanca sokak gösterileri ile yürüyen devrim, bu aşamadan sonra her yaştan ve her meslekten insanların katılımıyla saflarını güçlendirmiştir. En son bin Ali rejiminin esas baskı gücü polisin, Kazbah olarak bilinen Başbakanlık önündeki meydanda büyük gösterilere üst üste iki gün katılmış olması, düzenin çeşitli yanlarından su aldığının en güzel göstergelerinden biri olmuştur. Kazbah meydanına tarihe geçecek bir de slogan yazmıştır bazı polisler: “Le peuple a libéré la police”, yani “Halk polisi de özgürleştirdi”!
Devrimin ilk günlerinde yaşanan cezaevi isyanları da devrimin sosyal boyutunu ön plana çıkaran olaylardır. Gerçek bir halk devriminin ayırıcı yanlarından biri, düzenin yaşadığı sarsıntı karşısında cezaevlerindeki mahkûmların da isyan etmesi, halkın da yakınlarını kurtarmak için onların yardımına koşmasıdır. Tunus’ta 15 Ocak’ta iki cezaevinde isyan çıkmış, birinde yaklaşık 1000 mahkûm serbest kalırken, ötekinde çıkan yangında 42 kişi hayatını yitirmiştir.
Yağmalara ve mülkiyet düşmanlığına gelince, bunlar da aslında devrimin devlet otoritesini gerieltmiş olduğu bir ortamda, yoksul halk kitlelerinin ve özellikle kent yoksulu gençliğin geçmişte zenginlik simgelerine duyduğu özlemi ve kini açığa çıkarmak bakımından bir sosyal dinamiği ifade eder, ama ezilen sınıfları iktidara taşımak bakımından yararsızdır elbette.
Tunus devriminin bir sosyal devrim karakteri kazanmasını mümkün kılabilecek dinamikleri toplu olarak değerlendirmek gerekirse şunu söyleyebiliriz. Devrimin ardındaki sınıfsal bileşim bir sosyal devrime işaret etmektedir. Tunus devrimi toplumun bütün katmanlarının salt “demokrasi” talepleriyle ayağa kalktığı bir toplumsal mücadele olmaktan uzaktır. Derinlemesine bir işçi-emekçi karakteri taşımaktadır. Bu işçi-emekçi karakterinin siyasi iktidar düzeyine sıçraması için açılmış kanallar da mevcuttur. Bunların başında hareketin esaslı örgütleyici gücünün sendikalar olması ve devrimin ilk günlerinde ortaya çıkan özsavunma komiteleri gelmektedir. Ama bu kanallar kendi içinde zaaflar taşımaktadır. Uzun yıllar boyunca eski rejimle yaşamaya alışmış bir UGTT, kendi içinde de bir devrim yaşamadıkça sosyal devrimin saflarına kolay angaje olamaz. Özsavunma komiteleri ise daha çekirdek halindedir. Tunus devriminin en büyük sorunu ise, işçi sınıfına ve emekçi kitlelere önderlik edecek bir devrimci partinin yokluğudur.
Yine de devrimin kaderi önceden belirlenmiş değildir. Hiçbir devrimin kaderi, sadece kendi ulusal alanı içinde belirlenmez. Tunus devriminin kaderi de büyük ölçüde Arap dünyasının geri kalan ülkelerinde işçi sınıfının ve büyük kitlelerin tutumuyla belirlenecektir. Öyleyse şimdi bu alana kısaca göz atalım.
Arap devrimi başlamıştır!
Devrimci İşçi Partisi Girişimi’nin bin Ali’nin gidişinin hemen ertesinde 16 Ekim’de yayınladığı (sitemizde okunabilecek olan) bildirinin başlığında ortaya konulan perspektif şimdiden doğrulanmaya başlıyor. Mısır’da 25 Ocak günü patlak veren olaylar, Tunus devriminin bütün Arap dünyasında devrimin tetikleyicisi olduğunu bütün dünyanın görebileceği açık bir gerçek haline getirmiştir. Üstelik mesele Mısır ile de sınırlı değildir.
Bir kere, daha önceki bir yazımızda (bin Ali’nin gidişinden önce yayınlanan “Akdeniz yanıyor!” başlıklı bu yazı sitemizde okunabilir) ortaya koyduğumuz gibi, Tunus işçi ve emekçilerinin sebatkâr mücadelesi, etkisini önce ülkenin Batı komşusu Cezayir işçileri ve gençleri üzerinde bırakmış, bir hafta süren eylemlerden sonra Cezayir hükümeti, gösterilerin ana konusu olan gıda maddelerinin fiyatları konusunda ciddi tavizler vermek zorunda kalmıştı. Cezayir kitlelerinin mücadelesinin orada kalmayacağını, çok daha siyasi temellerde yeniden canlanacağını öngörmek mümkündür, çünkü ta Fransız sömürgeciliğine karşı verilen mücadeleden bu yana, Cezayir’in ciddi devrimci siyasi gelenekleri vardır.
Tunus olayları aynı zamanda Ürdün üzerinde de önemli bir etki yaratmıştır. Bin Ali’nin kaçışıyla aynı gün bu ülkede binlerce insan “öfke günü” olarak anılan bir eylemde Amman’da ve başka kentlerde sokağa çıkarak gıda maddelerinin fiyatlarındaki korkunç artışı protesto etmek ve hükümetin istifasını talep etmek üzere büyük gösteriler yapmıştır. Bu gösteriler büyük ölçüde işçi sınıfının damgasını taşımıştır: Amman’da 14 sendika meclisin önünde bir oturma eylemi düzenlemiştir.
Olaylar üç gün sonra, 17 Ocak’ta Sudan’a sıçramış, gıda maddelerine verilmekte olan sübvansiyonları kaldırarak fiyatları piyasa güçlerine terk eden hükümete karşı protestolar düzenlenmiştir. 23 Ocak Pazar günü sıra Yemen’dedir. Yemen olayları, Tunus’tan doğrudan doğruya esinlenerek ve bunu açıkça ortaya koyarak Mısır’daki ayağa kalkışın habercisi olmuştur. Yemenliler de, aynen 25 Ocak’ta Kahire’de, İskenderiye’de, liman kendi Süveyş’te, Yukarı Mısır’da, Nil deltasında ayağa kalkan Mısırlılar gibi, daha birinci günden hükümete karşı şiarlarla sokağa inmişlerdir.
Ancak, bizim “Arap devrimi başlamıştır” diyerek ifade ettiğimiz şey, bu hareketlenmeyi kapsamakla birlikte onun da ötesine geçen bir şeydir. Sözünü ettiğimiz süreç, önümüzdeki yıllara, hatta onyıllara yayılacak, Arap dünyasının tepesine bugün çökmüş olan diktatörleri, kralları, şeyhleri, emirleri, emperyalizmin çanak yalayıcılarını temizlemekle yetinmeyerek büyük bir uygarlığı temsil eden bu dünyada yepyeni bir politik kimyayı ve kültürel uyanışı doğuracak köklü bir süreçtir.
Bunun sonucunda, ortaya uluslararası politika bakımından da büyük önem taşıyan üç sonuç çıkması beklenmelidir. Birincisi, son otuz yıla damgasını vuran İslamcı harekete alternatif olarak Arap dünyasında, Ortadoğu’da ve daha genel olarak İslam’ın en yaygın din olduğu ülkelerde sosyalizm yeniden başını kaldıracaktır. Artık emperyalizmin ve onun hizmetindeki rejimlerin karşısındaki tek güç İslamcı hareket olmaktan çıkacak, sosyalizm yeniden bir seçenek haline gelecektir. İkincisi, Ortadoğu, emperyalizme direnmekle birlikte başka her alanda muhafazakârlığın, giderek gericiliğin hakim olduğu bir bölge olmaktan çıkarak, dünyanın (Latin Amerika misali) örnek ve ders alacağı bir ilericilik odağı haline gelecektir. Üçüncüsü, ulusal sorunların, din ve mezhep farklılıklarının vb. politik hayata hakim olduğu ve emperyalizm tarafından da kendi amaçları doğrultusunda suistimal edildiği Ortadoğu bölgesi, esas bölünme ekseni sınıf mücadelesi üzerinden belirlendikçe bu ulusal, dini, mezhepsel vb. farklılıkların aşılması için tek kapsayıcı çözüm olan Ortadoğu Sosyalist Federasyonu’na hazır hale gelmeye başlayacaktır.
Arap devriminin kilit sorunu, demokratik ve kısmi taleplerin gerçekleşmesinin ötesine taşarak devrimin patlak verdiği ülkelerde bir işçi sınıfı iktidarına yürüyüp yürüyemeceği, yani çağımızda her büyük devrimde mevcut olan sürekli devrim eğilimlerinin gerçekleşip gerçekleşemeyeceği olacaktır. Bu sorunun çözümün tek anahtarı, Arap ülkelerinde devrimci Marksist işçi sınıfı partilerinin inşa edilmesi ve bunların bir devrimci dünya partisinin bağrında örgütlenmesidir. Öyleyse, önümüzdeki dönemde Arap dünyasında belirleyici görev bu tür partilerin inşası olacaktır.