Dün altın için, bugün su için...

Peş peşe piyasaya sürülen, dünyanın sürüklendiği ekolojik kıyametin sorumluluğunu özneler üstü bir adrese havale eden felaket filmlerinin karşısında Yağmuru Bile, faili de, mücadeleyi de iyi anlatan bir film.

Karadeniz ve Ege'nin derelerine yapılmak istenen HES'ler (Hidro Elektrik Santrali) ve onlara karşı halkın yürüttüğü mücadele uzun bir süredir gündemde. Gerek şirket yöneticilerini köylerinden kovarak, gerek inşaatın başlayacağı alanlarda gece gündüz nöbet tutarak, gerekse kan emici sermayedarları elde sopa kovalayarak sularına sahip çıkan köylülerin mücadelesi, ülkemizin mücadele sathında önemli bir yer kaplıyor. Çünkü köylüler, debisi düşük derelerden elektrik üretilemeyeceğini, santral yapmak isteyenlerin tek derdinin su kaynağına sahip olmak olduğunu çok iyi biliyor. Ekonomi derslerinde, burjuva ekonomisinin tanımı “sınırlı kaynaklarla, sınırsız ihtiyaçları dengelemek” olarak öğretilir. Mücadele eden köylüler bu tanımı bilmiyor olabilir, ama suyun, tanımdaki sınırlı bölümüne dahil olup, günden güne sınırlılığının arttığını, bunun farkına varan para babalarının bu dengeyi kendi lehlerine kurmak için kolları sıvadığını bildikleri için mücadele ediyorlar. Bu girdikleri kavgada temel şiarları ise: “Su Haktır Satılamaz!”

 

15 Temmuz günü Türkiye'de vizyona giren “Yağmuru Bile” (También la lluvia) filminin afişinde de bu slogan var. İspanyol yapımı “Yağmuru Bile”, Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfinden sonra yerli halka yaptığı zulmü anlatan bir film çekmek için Bolivya'ya giden ekibin, film çekimleri sırasında uluslararası şirketlerin ülkenin su kaynaklarına göz dikmesi üzerine yükselen halk ayaklanmasıyla karşı karşıya kalmasını konu ediniyor. Tahmin edilebileceği gibi film keşif sonrası dönemi de, günümüzdeki su savaşlarını da ezilenlerin yanından bir kurguyla anlatıyor. Filmin yönetmeni Iciar Bollain, kadına yönelik şiddeti konu edinen en cesur film olarak anılan “Gözlerimi de Al”ın yönetmeni, ayrıca Ken Loach'un İspanya Devrimi'ni anlattığı filmi “Toprak ve Özgürlük”te de bir POUM milisini canlandırmıştı. Filmin senaristi ise, Ken Loach'un hemen hemen bütün filmlerinde imzası bulunan Paul Laverty.

Dün sömürge imparatorluğu, bugün uluslararası şirket

“Yağmuru Bile”nin film içinde üç farklı süreci anlattığı söylenebilir. Birincisi, bir duyarlılık adına (Kolomb'un ve onun şahsında Avrupa'nın, Latin Amerika yerlilerine uyguladıkları zulmü aydınlatma çabası) Kolomb hakkında bir film çekme işine soyunan film ekibinin, bir süre sonra bütün duyarlılıklarının arka plana geçerek tek amaçlarının filmin tamamlanması haline gelişini kapsayan süreç. İkincisi, Kolomb hakkında çekilen filmin, sahne arkası görüntüleri olmaksızın başlı başına bir film gibi verildiği ve yerlilere uygulanan zulmün ön planda olduğu keşif sonrası süreç ve üçüncü olarak Cochabamba yerlilerinin, sularını satın alan uluslararası şirketlere karşı mücadele ettiği süreç.

Kolomb'u konu edinen filmin çekim öncesi ve çekim süreci, hiç kuşkusuz Avrupalı sinemacılara yönelik bir eleştiriyi barındırıyor. Büyük “idealler” arkasına sakladıkları küçük hesaplarıyla Bolivya'ya (ucuz emek gücü olduğu için bu ülkeyi tercih ediyorlar) gelen film ekibinin, karşılarına çıkan mağduriyetlere gözlerini kapatması ve filmlerinin tamamlanmasının, yerli halkın her türlü kaygı ve isteklerinden üstün bir amaç haline gelmesi bu eleştirinin temelini oluşturuyor. Su mücadelesinin öncülerinden Daniel'e oyunculuk yaptığı film çekimini sekteye uğratmaması için verilen yüklü para, yerli oyunculara, kucaklarında bebekleriyle nehire girmeleri için yapılan baskı, yine Daniel'in sadece filmde oynamak için parayla karakoldan alınması ve polise çekimler bittiğinde Daniel'i geri getireceklerine dair güvence verilmesi hep bu eğilimin ürünü. Film ekibinin neredeyse tamamı, kendi steril filmlerini çekip, steril memleketlerine geri dönmek için çabalarken, yapımcı Costa bu çelişkinin içinde yalpalıyor. Belli bir bölümden sonra filmin kurgusu bu yalpalama üzerine kuruluyor diyebiliriz.

Bir film çekimini anlatan Yağmuru Bile, bunu kamera arkası görüntüleri çok kullanmadan, filmin içinde bir film gibi aktarıyor. Altın için yerli halka yapılan zulüm, bu zulme karşı çıkanlara yönelik katliamlar filmde çok etkili bir biçimde gösteriliyor. Halkı dize getirmek için uygulanan katliamlarla 50 milyonluk yerli nüfus 40 yıl içinde dört milyona düşürülürken, yerlilerin zihnen ele geçirilmesi için rahipler kolları sıvıyor. Yapılan bütün bu insanlık dışı uygulamaları tanrı adına meşrulaştıran rahiplerin arasından Bartolomeo De Las Casas isimli bir tanesi çıkarak bütün bu olanlara isyan ediyor. Bugün insanlık Avrupa uygarlığının hangi yollarla kurulduğunu gayet iyi biliyorsa, bunda Casas'ın yaptıklarının ve yazdıklarının önemi büyüktür. Film, yerlilere yapılan eziyetin yanında Casas'ı ve mücadelesini de işliyor.

Yönetmenin geçmişe yönelik filmi, hiçbir yabancılaştırma yaşatmadan günümüzdeki filmin içinde kurgulamasının nedeninin, iki dönemde de yaşanan “büyük” devlet zulmünün arasında bir bağ kurma çabası olduğu söylenebilir. Yoksul mahallelerin içme ve kullanma suyu kaynaklarına, ABD menşeli şirketlerin el koyması, buna karşı çıkan halkın ise karşısında Bolivya polis ve askerinin şiddetini bulması, Latin Amerika halkının geçmişte altın nedeniyle şimdi ise (gittikçe değerlenen) su nedeniyle maruz kaldığı zulmün sürekliliğini gösteriyor. Film ekibinin içinde kaldığı ayaklanma, nam-ı diğer “Cochabamba Su Savaşları” 2000 yılında Bolivya'da ciddi bir etki yaratıyor, insanları sokaklardan çekemeyen Başkan Hugo Banzer üç aylık sıkıyönetim ilan ediyor. Şehrin bütün giriş çıkışlarını tutan, şehri tam anlamıyla ele geçiren mülksüzlerin eylemini sıkıyönetim de durduramıyor. Eylemler sırasında bir eylemci öldürülürken, yüzlercesi yaralanıyor. Asgari ücretin 70 doların altında olduğu Cochabamba'da, ABD'li şirketlerin 20 dolarlık bir bedeli su tüketimi için halktan gasp etme girişimi mülksüzlerin bu ayaklanmasıyla son buluyor.

Kapitalizm dünyayı hedef alıyor

Peş peşe piyasaya sürülen, dünyanın sürüklendiği ekolojik kıyametin sorumluluğunu özneler üstü bir adrese havale eden felaket filmlerinin karşısında Yağmuru Bile, faili de, mücadeleyi de iyi anlatan bir film. Yönetmen, kapitalizmin bekası için ekolojiyi katleden, üstüne üstlük bu faaliyetlerinden dolayı gittikçe azalan temel kaynakların da üzerine çöreklenip, buralardan para kazanmaya çalışan asalak sermaye sınıfının gözü dönmüşlüğünü anlatabilmek için sömürgecilik dönemiyle analoji kuruyor. Film, suların ve toprağın bu asalak sınıftan kurtarılmasının yolunun, küçük burjuva çevrecilikten değil, bu sürecin asıl mağdurlarının vereceği kararlı mücadeleden geçtiğini açık şekilde anlatıyor. Tabii anlamak isteyene!