30 Kasım Britanya grevi: başarılar ve eksiklikler
Londra Paddington 1971 doğumlu, tekstil ve duvar kâğıdı işinde yer alan köklü Anglo-İrlanda aristokrasisinden George Osborne’un girdiği ilk iş vefat edenleri Ulusal Sağlık Hizmeti bilgisayar kayıtlarına not etmek olmuş. Vikipedi’den okuduğumuz kadarıyla Selfridges perakende satış mağazası’nda havlu katlamış. Hımmm… bir halk adamı! Hem İrlandalıların, hem Britanyalıların, o derece! Gazetecilik kariyerini bir kenara bırakıp Muhafazakâr Parti Genel Merkezi’nde bir işe girmiş. 2001 yılında parlamento üyesi seçilen bu genç adam, daha sonra, kötü üne sahip Sonbahar Beyannamesi’ni (yılda iki kere yapılan bütçe duyurusu) Parlamento’da açıklamakla yükümlü Hazine Bakanı oldu. Kısaca, 2016/17’ye kadar devam edecek kesintilerle beraber Britanya için geleceğin iç karartıcı olduğunu bildirdi ve GSYİH büyümesini sadece % 0,7’ye indirdi. Suçu avro bölgesindeki krize atarak kamu harcamalarında 15 milyar sterlinlik bir kesinti dalgasını duyurdu. Sosyal konutlar için, bunların yoksulları aradan çıkararak sadece parası yetenlere satışını ve kitlesel tasfiyesini teşvik edecek bir “satın alma hakkı” politikası önerdi. Önümüzdeki on yıl içinde gerçekleşecek 500 altyapı projesini duyurdu duyurmasına, ama bu projelerin meyve verip vermeyeceği ya da nasıl vereceği tartışmalı. Ne tuhaftır, Osborne’un bütçe açıklaması ülke çapındaki bir grevin bir gün öncesine denk geliyor. 1926 yılından bu yana Britanya’daki en büyük bir günlük grev olması beklenen bu grev esas olarak… başka şey kalmamış gibi… emekli maaşları üzerinde odaklanıyor. Oysa, Cameron’un koalisyon hükümeti yoksullardan çok uzaktır. Nitekim, 29 kabine üyesinden 23’ü milyonerdir. Osborne ise 4,6 milyon sterlin servet ile, 10 milyon sterlin servete sahip olan Lordlar Kamarası Başkanı Lord Strathclyde’dan biraz aşağıda yer alarak listede üçüncüdür. Liberal Demokratlar da Torilerle[1] eşit derecede varlıklılar, bundan ötürü burada Britanya’da aslında bir tek parti olduğuna inanmak mümkün: Kapitalist Parti! Ama işçilerin bir bölümünün İşçi Partisi’nin kendi partileri olduğuna inandığının farkına varmak şaşırtıcı. İşçi Partisi lideri Ed Milliband dahi grevleri desteklemiyor.
Burada olup bitenler derinden rahatsız edici. Ağustos’taki kargaşadan[2] beri, sözde adaletin sert tedbirleri olaylara katılanlara uygulandıkça, belki de korkudan daha az protesto oluyormuş gibi görünüyor. Unutmadan, Londra’nın bu yoksul bölgelerinde, (15-24 yaş arası) siyah erkeklerin % 24’ü düzenli olarak üst aramaları için durduruluyor. Dahası, olaylardan iki gün önce tüm gençlik dernekleri kapatılmıştı. Yoksul mahallelerde, son beş yıl içinde, birçok ebeveynin eline avcuna ne geçiyorsa bunun kumara harcanmasına yol açan kumarhaneler mantar gibi türemiş durumda. Ama en dikkat çekicisi Britanya’da polis şiddetiyle ölen gençlerin sayısıdır. Ocak 2010’dan beri Tottenham Hale polis gaddarlığı açısından özellikle sorunlu olmuştur. Mark Duggan (29) 4 Ağustos’ta Londra polisi tarafından vuruldu. Ailesi ve duyarlı komşuları bu olaya karşı mahallelerinde sokağa çıkıp protesto düzenlediklerinde Londra şiddet olaylarının kıvılcımı çakılmış oldu. Martin Luther King’in bir defasında söylediği gibi, “şiddet olayları duyulmamışların sesidir”. Chris Harman şiddet olayları üzerine bir değerlendirme yazmıştı. Britanya’da, temposunu ekonomik sıkıntının belirlediği bir düzenlilik görülebiliyor: 1886-7, 1912-1913, 1932-1933, 1980-1981 (Thatcherizm). Dükkânlara ve küçük işletmelere hiddetli bir cinnet içinde saldıran isyancılar, aynı zamanda bankaları ve kumarhaneleri de hedefe aldılar. Yargıçlar, Facebook’ta insanları herhangi bir kargaşanın dahi yaşanmadığı iki semtte buluşmaya çağıran mesajlar gönderen iki kişinin 4 yıl hapse mahkûm edilmesi dâhil olmak üzere, şiddetli bir baskı uyguladı. 16 Ocak 2012’den itibaren yeni bir yasa dalgası cezaları artan bir şekilde ürkütücü hale getirecek. Eğer bir şiddet olayı sırasında hırsızlık meydana gelirse bu suçtan mahkûm olanlar dokuz yıla kadar hapis cezasına çarptırılabilecek. Ayrıca, eğer polis bir olayı “kargaşa” olarak tanımlarsa bütün bir yörede sokağa çıkma yasağı ilan edilmesine dair tartışma var.
Bunun sonucu olarak, Şubat 2003’te iki milyondan fazla kişi Irak’ın işgaline karşı sokaklara çıkmışken 8 Ekim’de Trafalgar Meydanı’ndaki savaş karşıtı protesto muhtemelen 8-10 bin kişilik kalabalık ile bir hayal kırıklığı yaşattı. Bir zamanlar, Kasım 2010’da, 50 binlik bir güç olan harçlara karşı öğrenci protestosu, 9 Kasım 2011’de 15-20 bine düştü. Bir gün öncesinde öğrenciler yürüyüşe katılanların polis tarafından fotoğraflanıp kayıt altına alınacağına dair uyarılmışlardı. Yükseköğrenim kurumlarını siyasi olarak faal öğrencilere karşı ikaz durumuna geçiren, “PREVENT” (önlemek) dındaki, politik öğrencilerin kampüste izlenmesine dair yeni rahatsız edici taktikler su yüzüne çıkmış bulunuyor. Yine de öğrenciler olaysız bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Ancak, sokaklarda yürüyüp grevdeki elektrikçileri de yanlarına katmaya çalıştıklarında polis işçileri katılmaktan alıkoydu. Yürüyüş “Londra’yı İşgal Et” eyleminin devam etmekte olduğu Saint Paul Katedrali’nin yakınından geçti. Londra Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı bir organ olan bir kilisenin arazisinde oldukları için şaşırtıcı olmayan şekilde hareketlerine yavaş ve istikrarlı biçimde bir dini söylev sızması yaşayan gruba sınıf bilinci taşımak için bir fırsat.
Avrupa çapındaki diğer çalışan halklarla dayanışma içinde güçlü bir grev için hazırlanmış olan herkesin yaşadığı daha çok bir hayal kırıklığıydı. Haksızlık etmemek için ekleyelim: Britanya işçi sınıfı hiç şüphesiz enkaz altındadır. Thatcher’ın ta 1980’lerde sendikaların belini kırmasından bu yana hâkim sınıf sermayeyi bu ülkede dizginlemek için çok az şans var. Burası Fransa ya da İspanya değil. Burası Britanya. Otobüsler çalışıyor. Trenler çalışıyor, havalimanları çalışıyor. Otobüslerin, trenlerin yanı sıra havalimanı da büyük ölçüde olmak üzere, Britanya toplu taşıması şimdi tamamen özel mülkiyet altında. Üniversite ve yüksekokul çalışanlarını, memurları, belediye işçilerini ve sosyal hizmet uzmanlarını, destek görevlilerini, çöp toplayıcıları, öğretmenleri ve kamu sağlığı çalışanlarını kapsamak üzere yalnızca kamu kesimi çalışanları kalmış durumda.
Protesto, gözcülerin işyerlerinin dışında grev gözcü sıraları oluşturmaları ile başladı. Coşkulu SOAS (Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu) katılımcıları kapının dışındaki iddialı bir başlangıç adına 100’ün üzerinde öğrenci ve öğretmenle iş bırakmıştı. Davulcular, davullarını çalarak destek toplayıp kalabalığı şen tuttular. Caddenin karşısındaki Birkbeck[3] üzücü bir vakaydı. Polis çağrılmadan önce enstitüye giriş kapılarını kesmeyi deneyenler 10-20 kişiden fazlası değildi. Onların grev gözcülüğü yapmalarına izin verirken katılımcıların çoğu Westminster’daki Victoria Embankment’ta bir mitingle sonlanan Londra’nın içindeki yürüyüşe katılmak için ayrıldılar. Protestocular yola çıktıklarında öğrencilerden, destek personelinden, öğretmenlerden ve eğitimden şikâyetçi yüzlerce, binlerce kişiden oluşan rengârenk bir güruhtular. Yürüyüş Malet Caddesi’nden ilerleyip nihayetinde çeşitli sendikaların Kingsway’den aşağı daha büyük yürüyüşünü beslemek üzere etrafta dolandı. Hayat dolu gençler, orta yaşlılar ve benzer şekilde yaşlılar pankartlar taşıyıp kendi aralarında ortak sorunlardan bahsettiler.
Britanyalı sendika yöneticileri 1926’dan beri en büyük protesto hakkında heyecan pompalayadursun, bir de Scotland Yard[4] tarafından alınan ve insanları ürkütüp boş vermişliğe veya korkuya meylettiren, savaş zamanlarında görülecek tedbirler var. Burjuva medyasının yaptığı, kaç okulun (görünüşe bakılırsa 20 binden 17bini) kapalı kaldığıyla birlikte 60 bin acil olmayan ameliyatın ve sağlık randevusunun iptal edilmiş olduğunu bildirmek. Bu tarz haberler Cameron hükümetinin ve vahşi kapitalizmin stratejik işine yarıyor.
[1] İktidardaki Muhafazakâr Parti’nin popüler adı.
[2] Polisin bir genci öldürmesinden sonra gençlerin kitlesel olarak şiddete başvurarak birçok binayı yaktığı olaylardan söz ediliyor. (Gerçek)
[3] Gerek SOAS, gerekse Birkbeck sol geleneği ile tanınmış iki yükseköğretimkurumudur.
[4] Britanya’nın merkezi polis teşkilatı.