Komediden trajediye sözde yeni anayasa
Gerçekte dünyadaki anayasaların birçoğu göstermeliktir,
tanımını yaptıkları rejimin, yürürlüktekiyle hiçbir ilgisi yoktur;
üstelik bu anayasalar rejimi gizleyen bir paravana görevi yaparlar.
M. Duverger
Rivayet odur ki, kuşlar hükümdarları olan Simurg’u aramaya Kaf Dağı’nın tepesine varmak isterler ve yola çıkarlar. Çoğu ölür bu çetin yolculuğa dayanamayarak. Kaf Dağı’na ulaşınca geriye sadece otuz kuş kalır. O zaman anlarlar ki, Simurg otuz kuş demek, aradıkları da kendileri, kendi güçleri. Ezilenler de Simurg olmayı göze almadan ve bağımsız iradelerini ortaya koymadan hiçbir şey onlara özgürlük getirmeyecek. Ne egemenlerin demokrasi vaatleri ne de cilalanmış bir anayasa. Bununla beraber ülkede “vesayet rejimi var” diye nicedir ağlayan AKP, onun izinden giden “sivil anayasacı” liberal kitle ve tüm bu hayallerden demokratikleşme uman muhalif dinamiklerin bir kısmı anayasa tartışmalarını sürekli gündemde tutuyor. Peki anayasaların işlevi nedir? Anayasa kimlerin hayrınadır? Emekçi sınıfların bu tartışmalardan kazanımı olabilir mi? Bu yazının amacı, bazı soru işaretlerine ışık tutmak ve özellikle 1982 Anayasa’sının Türkiye’deki işlerliğini tartışmaktır.
18. yüzyılda yazılı anayasa hareketinin yoğunluk kazanması sınıfsal temellere dayanır. O dönemde, yükselen sınıf burjuvazi, feodaliteyi tasfiye etmek ve mutlakiyetin egemenliğini kırmak için şiddetli bir mücadele verdi. Bu mücadele sebebiyle meydana gelen batıdaki burjuva devrimleri birçok ülkede yeni ve yazılı anayasaların yapılmasına neden oldu. Kendi hak ve menfaatlerini güvence altına almak için yasalara ihtiyaç duyan burjuva sınıfı hukuk hiyerarşisinin en başına anayasayı koydu. Elbette sınıf hakimiyetini pekiştiren her mücadelede yanına ezilen halk katmanlarını almak durumundaydı. Bu onu her bakımdan daha güçlü kıldığı gibi geniş kitleler nezdinde meşruiyet de sağlıyordu. Burjuvazi ihtiyaç duyduğu düzenlemeleri yaratırken bir yandan da ezilen sınıflara tüm iktidarın bu hukukla sınırlanacağı vaadini vermişti. Kuvvetler ayrılığı ilkesi ise, aristokrasinin gücünü kırmak ve iktidardan uzaklaştırmak için başvurduğu bir yol olarak burjuvazinin çok işine yaradı. Bu ilke aracılığıyla soylu sınıfa yasama, yürütme ve yargıdan el çektirildi, bu kurumlar sanki bağımsızmış gibi bir görünüm altında burjuva devletinin bekçisi haline geldi. İşte bugün de yeni anayasa tartışmaları sırasında iktidarından muhalefetine ve hatta “sol” cenaha kadar pek çok kesimin atıfta bulunduğu kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı ilkelerinin maskesi düştüğünde görünen, ezen sınıfın hegemonyasıdır. Yani bunun asıl anlamı kuvvetlerin ayrılığı değil, “kuvvetlerin burjuvazinin çıkarları etrafında birliğidir”.
Anayasa, hukuk literatüründe devletin temel yapısını gösteren ve hukuk hiyerarşisinde en tepede yer alan belgedir. Eğer bu belge diğer tüm düzenlemelerin ve devlet idaresinin kendisine uyum göstermek zorunda olduğu özel bir yargılama sistemi ile korunuyorsa Anayasal devletten söz edilir. Bu sistemin dayanağı hukuk devleti düşüncesidir. En önemli işlevi, tüm sınıflardan bağımsız ve tarafsız organların var olabileceği yanılsaması yaratarak tüm toplumsal katmanların iradesini baskılamaktır.
Son dönemde Türkiye’de ısınan anayasa gündeminde AKP’si, CHP’si, MHP’si, TÜSİAD ve MÜSİAD’ı, hasıl-ı burjuvazinin tüm temsilcileri ve medyası uzlaşma çağrıları yapıyor. İşin ilginci sol-sosyalist çevrelerde de bu uzlaşma masalına kapılanlar var. Oysa kapitalist sistemde bir anayasanın uzlaşmayla yapılabileceğini söylemek birbiri ile uzlaşmaz bir karşıtlık içinde bulunan emek ve sermayenin uzlaşmasından bahsetmek demektir. Tabii bu olanaksızlık sosyalistler için geçerlidir. Egemen sınıf çığırtkanlarınınsa zaten böyle bir derdi olamaz. Onların uzlaşmadan anladıkları burjuvazinin Batıcı-laik kanadı ile İslamcı kanadının uzlaşmasıdır. Kendi aralarında didişseler de emekçilere ve ezilenlere karşı birleşmekte tereddüt etmeyecek olan kan emicilerin sömürüde uzlaştıkları bir anayasadan ezilenlere fayda gelmeyeceği açıktır. Kaldı ki, yeni bir anayasa için burjuvazinin tüm kliklerinin bile uzlaşması ve tatmin olması şart değildir. Devlet için kapitalist kâr sisteminin yeniden üretimini sağlamak temel amaçtır. Bunun sağlanması için de sermayenin her kanadının hoşnut edilmesi gerekmez.
Türkiye’de 1921 ve 1924 Anayasaları burjuva devrimi etkisiyle yapılmış olsa da, batıdaki gibi bir kitle hareketi sonucu gelen burjuva devrimlerinin sonucunda değil, daha çok askeri ve sivil bürokrasinin iradesi ile yapıldı. Daha sonra askeri darbe zoruyla gelen iki anayasa da (1961 ve 1982 ) şüphesiz yine burjuva egemenliğinin pekiştirilmesini amaçladı. Batıdaki örnekleri gibi bu anayasalarda da emekçilerin mücadelesinin eseri olan haklara yer verilmekle beraber, esasen kapitalist sistemin gereklilikleri hukuksal olarak ifadesini bulmuştur.
Neoliberal dalgaya uyum gösterme yolunda 1982 Anayasası 30 yıldır defalarca değiştirildi. Bu değişikliklerin barındırdığı kimi hükümlerin göreli olarak demokratik olduğu da söylenebilir. Fakat burjuvazinin, makyajların altındaki irinli hesapları yüzünden hiçbiri etkin olamamıştır. Dolayısıyla 1982 Anayasası tam bir diktatörlük belgesi olmakla beraber, bugünkü sefil haliyle bile Türkiye burjuvazisinin hem diğer sınıfların desteğini sağlamak ve meşruiyet kazanmak için yer verdiği, hem de sınıf mücadelesi sonucu kazanılmış kimi temel hak ve hürriyetleri barındırıyor. Fakat bu düzenlemeler anayasanın işlevi gereği yasalarla sınırlanıyor ya da uygulanamaz kılınıyor. Şu andaki tartışmaların temel dayanağını oluşturan daha demokratik ve özgürlükçü bir anayasa vaadi ise hali hazırda var olan hükümlerin hiçbir işlerliğinin olmadığını göz ardı ediyor. Liberallerin kültürel haklar çerçevesine sıkıştırdığı demokrasi anlayışı işçi ve emekçilerin gündeminden, taleplerinden tamamen bağımsız hareket ediyor. Bu da anayasa tartışmalarını sınıf mücadelesinden ayrı düşünmenin mümkün olmadığını gösteriyor. Anayasa değişikliği yanılsamasının peşine düşen soldaki “yetmez ama evet” çiler ise “sivil Anayasa demokrasi getirir” diyerek kaf dağının ardına doğru yol almaya çalışıyorlar. Emekçi sınıfların bağımsız çıkarlarını savunmayı bırakıp, soyut bir “özgürlük ve demokrasi” söyleminden hareketle burjuvaziyle işbirliği yapmak anlamına gelen bu politikalar, aynı zamanda solun bu kesimlerinin egemen sınıfların gündemine yenik düştüğünü de gözler önüne seriyor. Hem burjuvazinin hem emekçilerin birlikteliğini sağlayan bir “sınıflar üstü halk cephesi” mantığına dayanan bu aymazlık, Marx’ın “18 Brumaire”de dediği gibi, demokratların kendilerini sınıf karşıtlıklarının üzerinde sanmalarından kaynaklanmaktadır.
Değişse ne olur, değişmese ne olur!
Bu yazının amacı kesinlikle anayasa maddeleri tartışmasında boğulmak ya da bu maddelerin nasıl olması gerektiğini göstermek değil tam aksine bunu gereksiz kılmaktır. Fakat pozitif anayasa hukukunda hüküm altına alınmış olan temel hak ve hürriyetlerin fiiliyatta nasıl hiçleştiklerini görmek için bakıp irdelemek zorunlu hale geliyor. Bir listeyle 1982 Anayasa’sının temel hak ve hürriyetleri düzenleyen maddelerinin nasıl ihlal edildiklerine dair somut olay ve olgulardan örnekleri sınırlı sayıda sıralamaya çalışalım. Pratikte, başlangıç kısmı dahil çoğu hükmün nasıl bir masala dönüştüğünü tespit edelim.
Aldatmaca anayasanın giriş kısmıyla başlıyor. Kutsal din duygularının, devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı güvencesine ancak gülebiliyoruz. Bu kısımda kuvvetler ayrımı ilkesi benimsenmiştir ki son dönemde yaşadığımız yargı depremleri bunun da efsane olduğunu kanıtladı. Vatandaşların onurlu bir yaşam sürme hakkından ve maddi manevi kişiliklerini geliştirme haklarından ve “nimet ve külfetlerde ortak olunduğu” ifade ediliyor. Halbuki sadece gelir dağılımındaki eşitsizliğe bakmak bile ne derece ortak olunduğunu gösteriyor. Yine başlangıçta geçen “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesinin süresiz olarak askıya alınmış olduğunu, diğer örnekler bir kenara bırakılsa bile 30 yılı aşkın bir süredir Kürtlere karşı devam eden kanlı savaş ya da iktidarların Ortadoğu politikaları gereğince aldıkları saldırgan tutum açıkça belli etmiyor mu?
82 Anayasa’sında “sınıflar üstülük” yalanını ifade edense ilk elde 6. maddedir; “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan Devlet yetkisi kullanamaz” der. Egemenliği kullanmaktan kasıt elbette sadece oy sandığı. Bunun ötesi “millet” için zaten mümkün değil. Bunun kullanılmasının hiçbir sınıfa bırakılmayacağı vurgulansa da meclisin yapısı, milletvekili profili ve iktidara gelen siyasi partilerin programları -icraatlarını hesaba katmasak bile- bize aksini söylüyor.
Anayasanın “değiştirilemez ilk üç maddesi”, laikliği, demokrasiyi ve sosyal hukuk devletini hüküm altına alıyor. Hali hazırda ise Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle dini inanç ve eğilimleri baskı ve kontrol altına alan, din dersini zorunlu gören bir devlet var. Sünnilik dışında hiçbir inanca özgürlük ya da ibadet hakkı yok. Cemevleri hala ibadethane olarak tanınmıyor. Cemevlerinin kültür evi olduğu dayatması yapılıyor. Alevilerin talepleri dikkate alınmıyor. Sivas katliamını unutmak ise mümkün değil.
Madde 2- İnsan haklarına saygı: AİHM’in 47 ülkelik listesinde, insan hakları ihlallerinde Türkiye 1. sırada.
Madde 8- Yürütme yetkisi ve görevinin, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu’nca, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak yerine getirilmesi: Kanun Hükmünde Kararname çıkarma, Anayasa’da yer alan istisnai bir yetkidir ve yasama işlemi değildir. Buna rağmen AKP meclis iradesini atlamak için ülkeyi sürekli KHK’lerle yönetiyor. Yasama dokunulmazlığı ise sadece Kürt milletvekillerine uygulanmıyor. Öcalan’ın avukatlarıyla görüşme hakkı, hiçbir yasal dayanağı olmadığı halde, AKP’nin keyfi tasarrufuyla neredeyse bir yıldır engelleniyor. Anayasada yer alan özgürlük alanlarına ilişkin bütün keyfi yasaklama ve sınırlamalar iktidarın yürütme yetkisi eliyle gerçekleştiriliyor. Çok yakın zaman önce, KESK üyelerinin Ankara ve diğer illerdeki hiçbir şiddet eylemi içermeyen toplantı ve gösterilerine zorbaca müdahale edildi, seyahat özgürlükleri engellendi.
Madde 10- Kanun önünde eşitlik: Özel Yetkili Mahkemelerde yargılanan sosyalistler ve Kürtler iktidarın çanak yalayıcılarıyla eşit mi acaba? Bedelli askerlikle emekçilerin çocukları kışlaya, zenginlerin çocukları bankaya gönderiliyor. Ogün Samast isimli faşist maşaya ceza verilirken hiçbir örgüt göremeyen mahkemeler, söz konusu Kürt çocukları ve gençleri olduğunda, sadece slogan attığı, pankart taşıdığı için yıllarca cezayı vermekten çekinmiyor.
Madde 17- İşkence yasağı: Savcılık kendiliğinden harekete geçmiyor, adli kolluk bile yok. İşkencecilerin cezasız kalmasına neden olan yasalar değiştirilmiyor. Terörle Mücadele Yasası üzerimize kabus gibi çökmüş durumda. Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu, işkence ve silah kullanma yetkisi vermesi nedeniyle yaşam hakkı ihlallerine zemin hazırlıyor. Adli Tıp bağımsız değil. Karakollarda işkence görenler aleyhinde polislerin düzenlediği tutanaklarla işkence görenlere mahkemelerde cezalar veriliyor.
Madde 18- Zorla çalıştırma, angarya yasağı: Angarya yasağı, çalışma veya sağlanan hizmetin karşılığının mutlak surette ödenmesini gerektirir. Çalışmasının tam karşılığını alabilen herhangi bir emekçi var mı? Hatta şimdi kıdem tazminatının da kaldırılması planlanıyor. Askerlik sırasında yaptırılan, ev temizliğinden garsonluğa uzanan angarya işler. İş Yasasında düzenlenen esnek çalışma hükümleri. Örneğin telafi çalışması adı altında, işçileri işverene borçlandırıp, para ödemeden yaptırılan fazla mesailer orta yerde duruyor.
Madde 19- Güvenlik hakkı: Uzun süren yargılama ve tutukluluklar, gözaltında kayıplar, tutuklama sebeplerinin keyfiliği. Cezaevi koşulları, tecrit. Aslında sadece yakın zamanda Pozantı Cezaevi’nde yaşananları hatırlamak bile yeterli. Bizzat güvenlik güçlerinin yol açtığı güvenlik sorunları.
Madde 20- Özel hayatın gizliliği: Telefon dinlemeler ve mobeselerle hayatımız denetim altında.
Madde 24- Din ve vicdan hürriyeti: Aleviler, Süryaniler, Yezidiler, Zerdüştler, ateistler her an saldırı altında. Malatya’daki Zirve Yayınevi olayı, Trabzon’daki rahip Santoro cinayeti hâlâ hafızalarda.
Madde 26- Düşünceyi açıklama yayma hürriyeti: Tutuklu gazeteciler, düşünce suçları. Düşünce suçluları “terörist” sayıldıkları için aflardan da yararlanamıyorlar. Hrant Dink cinayeti yüzkarası örneklerden sadece biri. Sadece düşüncelerini açıkladığı için binlerce insan mahkemelerde ağır cezalara çarptırılıyor.
Madde 27- Bilim ve sanat hürriyeti: Üniversiteler emekçilere kapalı, YÖK sürekli kılıcını sallıyor.
Madde 28- Basın hürriyeti: Toplatılan yayınlar, kapatılan gazeteler, basılmadan yok edilen kitaplar. Defalarca bombalanan, muhabirleri, dağıtımcıları kaçırılıp işkence edilerek öldürülen Özgür Gündem gazetesi sonradan karar değiştirilmiş olsa da bir süre önce yine bir aylığına kapatıldı. Hâlâ birçok muhalif gazeteci, muhabir cezaevlerinde.
Madde 34- Toplantı gösteri yürüyüşleri özgürlüğü: Gösterilerde sert müdahale ve gözaltılar. 2009’da Taksim’deki İMF protestolarında, Hopa’da, Newroz’da, Sivas davası karar duruşmasında, KESK’in 28-29 Mart grevi sırasında yaşanan vahşi polis saldırıları. Ve her gün…
Madde 35- Mülkiyet hakkı: Temel bir hak olarak tanınması her şeye ayna tutuyor. Bu hak mülksüzler için ne anlam ifade eder?
Madde 36- Hak arama hürriyeti: Anadilde savunma hakkı yok. Yeni Hukuk Muhakemesi Kanunu’yla da pekişen düzende ya parası olanın ya dayısı olanın hakkını arayabildiği açık. Adli yardım sistemi işletilmiyor. Kamu davası açılan sanıkların yaklaşık %8’inin ise hiç avukatı olmadan hapis cezası aldığı, hapis cezası alan mahkûmların %74’ünün hiçbir aşamada avukatı olmadığı saptanmış. Nijeryalı sığınmacı Festus Okey’in polis merkezinde öldürülmesi olayı, mülteci ve benzer konumda olan kişilerin destek mekanizmalarından yoksun kalmaları.
Madde 40- Temel hakları ihlal edilenlerin korunma isteme hakları: Kadın cinayetlerinde devlet koruma sağlayamıyor. Şiddet gören kadın, çocuk, engelli ve yaşlıları koruyabilecek mekanizmalar oluşturulmuyor.
Madde 41- Çocuk hakları: Çalışma Bakanlığı verilerine göre Türkiye’de, yaklaşık 17 milyon çocuğun bir milyonu çalışıyor. Cezaevleri “terör” suçu işlemekten yargılanmış 6.233 çocukla dolu. 42.000 çocuk sokakta yaşıyor. Başta kızlar olmak üzere yaklaşık 200.000’i okula gitmiyor. Çocuk gelinler ülkemiz gerçeği olmaya devam ediyor.
Madde 42- Eğitim öğrenim hakkı: Anaokulundan üniversiteye kadar eğitim paralı halde. 4+4+4 yasası ile eğitimde piyasalaştırmanın önü daha da açılıyor. Darbe anayasasının kurumlarından YÖK eliyle birçok muhalif öğrencinin eğitim hayatı antidemokratik şekilde sonlandırılıyor. Anadilde eğitim hakkı yok.
Madde 47- Kamu yararı varsa özelleştirme olabilir: Özelleştirilen kurumlar üç kuruşa peşkeş çekiliyor. TEDAŞ’ın özelleştirilmesi sırasında kasasında ‘unutulan’ milyonlarca liranın ihaleyi kazanan firmalara kalmasının hesabı hala verilmiş değil. Petkim’in, Tüpraş’ın, Telekom’um hangi kamu yararı gözetilerek özelleştirildiği açıklanabilir mi?
Madde 49 -Çalışma hakkı: DİSK Ocak 2011 İstihdam Raporu’na göre işsiz sayısı 6 milyonu aşıyor. İş güvencesi çok sınırlı. Sendikal nedenlerle işten atmalar engellenmiyor. Sendikal faaliyetlerinden dolayı işten çıkartılan işçilerin işe geri dönme hakları bulunsa da, uygulamada mahkeme kararları işverenlere sadece tazminat ödemeyi zorunlu kılıyor. İş güvencesinden yararlanabilmek için iş yerinde çalışan işçilerin sayısı en az 30 olmalı. Oysa taşeronluk ve süreli iş sözleşmeleri gibi uygulamalar sonucu iş yerlerinin yüzde 95'inde çalışan sayısı 30'un altında.
Madde 50 -Kimse, yaşına, cinsiyetine ve gücüne uymayan işlerde çalıştırılamaz: 630 bin çocuk işçi ağır koşullarda çalışıyor. Kadın işçiler geceleyin çalıştırılmaya devam ediyor.
Madde 51- Sendika hakkı: Bir işçi sendikaya üye olabilmek için notere bir ya da iki günlük ücretini vermek zorunda. İşçi sendikalarının toplu sözleşme imzalayabilmesi için hem iş yerinde hem de iş kolunda belli bir üye sayısını elde etmesi gerek. Sendikalar toplantı ve yürüyüşler için resmi izin almak zorunda. Sendikal haklara riayet etmeyen işverenlere uygulanan para cezaları çok düşük.
Madde 53-Toplu iş sözleşmesi ve toplu sözleşme hakkı: Toplu pazarlık barajları sebebiyle toplu sözleşmelerden faydalanan iş gücü çok düşük. Kamu görevlileri toplu pazarlık hakkına sahip değil. KESK'in ''toplu pazarlık'' kavramının yer aldığı tüzüğüne Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nca müdahale ediliyor. Örnekse; KESK üyesi Tüm Bel-Sen tarafından belediyelerde son 12 yıldır imzalan 130'un üzerindeki toplu sözleşmelerin uygulanmaması için yerel idarelere baskı yapıldı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) sendika lehine karar vermesine rağmen bakanlık bu politikasından vazgeçmedi ve 8 belediyede imzalanan toplu sözleşmeleri ihlal etti.
Madde 54 -Grev hakkı ve lokavt: Mahkemelerin verdiği grev yasakları dosyalar dolusu. Ne olduğu belli olmayan “mili güvenlik” gereği ayrıntılı sınırlamalar var. En son olarak İzmir 1. İş Mahkemesi, 2011 yılında İzmir Fuarı AŞ’ta (İZFAŞ) yapılacak olan grevi, uluslararası fuar dönemi olması sebebiyle belirli bir süre yasakladı.
Madde 55 -Ücrette adalet sağlanması: Asgari ücret açlık sınırının dahi altında. Kadınlar erkeklerle eşit ücret alamıyor. Kamuda merkez-taşra, sözleşmeli-kadrolu, 4b - 4c gibi ayrımlarla farklı ücret koşulları uygulanıyor.
Madde 56- Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması: HES’lerle doğa ve yöre halkı perişan ediliyor. Nükleer santral projeleri tümüyle çevre düşmanı. Kamu Hastanelerini tek çatı altında topladıktan sonra özelleştirilmesini amaçlayan Kamu Hastaneleri Birliği Yasası bir Kanun Hükmünde Kararname ile yürürlüğe konuldu.
Madde 57– Konut hakkı: Türkiye genelinde 100.000’e yakın evsiz var. Yerleşim alanlarının metalaştırılmasını amaçlayan kentsel dönüşüm projeleriyle insanlar konutlarını terk etmek zorunda kalıyorlar.
Madde 60– Sosyal güvenlik hakkı: TÜİK verilerine göre, sigortasız çalışan 10 milyon işçi var. 2011 yılında kayıt dışı istihdam %41,8’di. Genel Sağlık Sigortası ile sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesinde büyük bir adım daha atıldı.
Madde 64– Sanatın ve sanatçının korunması: Devlet tiyatroları çalışanları hariç hepsi sigortasız. Sanatın “içine tükürenlerin” Başbakanı, Kars’ta İnsanlık Anıtı için “ucube” deyince, heykel yıkıldı!
Madde 67- Seçme, seçilme ve siyasî faaliyette bulunma hakları: Kürt milletvekilleri dayak yiyorlar. Yüksek Seçim Kurulu darbesiyle Hatip Dicle’nin meclise girmesi engellendi. Siyasi hayatımız kapatılan siyasi partilerle dolu. Seçim barajı bir türlü düşmüyor.
Madde 70- Kamu hizmetlerine girme hakkı: Kaç tane Ermeni ya da Rum memur gördünüz? Oysa hiçbir yasal engel yok! Atanamayan 327 bin öğretmen adayı var. 12’si intihar etti.
Bu anayasa ihlalleri sayısızdır ve her gün yenileri eklenmektedir. Yazının sınırları içinde bu kadarına değinilebilmiştir. Şüphesiz devlet sadece fiilen değil, yukarıda bir kısmına değinilen anayasaya aykırı yasalar, yönetmelikler ve Kanun Hükmünde Kararnamelerle de, “hukuk devleti” ve “anayasal devlet” idealini masala çeviriyor. Torba Yasa adıyla bilinen ve 6111 sayılı Yasası, Terörle Mücadele Yasası, Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Yasası, İş Yasası, İşsizlik Sigortası Yasası, Devlet Memurları Yasası başta olmak üzere çalışma yaşamına ilişkin pek çok düzenlemeyle emekçiler lehine kazanılmış birçok hakkı buduyor. Bu değişikliklerde, örgütlenme ve sendikal haklara müdahale ederken, iş güvencesini yok ediyor; geçici süreli, güvencesiz ve esnek çalışmayı yaygınlaştırıyor, işsizlik fonuna el atıyor, sosyal güvenliği tümüyle piyasaya bırakıyor.
Peki sermaye ve partileri ne istiyor?
Dünya ağır bir ekonomik krize sürüklenirken, AKP Hükümeti neoliberal politikalara uyum sürecinde, ABD ve AB’nin de isteğiyle sistemin ihtiyaç duyduğu bir anayasa değişikliğini gündemine aldı. Krizin maliyetini, kendisi lehine düzenlemelerle azaltmaya çalışan sermaye ve temsilcileri sanki yeni anayasayla her şey güllük gülistanlık olacakmış gibi bir beklenti yaratıyorlar. Gerçekte ise, burjuvazinin iç savaşında yükselen İslamcı sermaye kliği, sistem içerisindeki konumunu pekiştirmeyi amaçlıyor. Bunu yaparken de ‘yargı reformu’, ‘demokratikleşme’ şekerini yutturarak, işçi ve emekçilerin, Kürt halkının, ezilenlerin talepleri karşısında 12 Eylül Anayasası karşıtlığını, hak ve özgürlük istemlerini kullanıyor.
AKP meclise girmeden önce, Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK), Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Milli Güvenlik Kurulu (MGK) gibi kurumlara karşı çıkıyordu. Fakat hükümet etmeye başladıktan sonra kendi statükosunu derinleştirmek adına bu kurumların antidemokratik niteliğini yok saymaya başladı. Hatta burjuva iktidarların tabiatına uygun olarak buralarda kadrolaşarak, varlıklarını coşkuyla savunur oldu. Dolayısıyla liberal ve kısmen de sol hareketle işbirliği yapan AKP ve arkasındaki güçler anayasa sürecinde, farklı ve kökten bir değişiklik ortaya koyma amacında değiller. AKP nice kapatılma tehditleriyle boğuşmuş bir parti olarak edindiği merkezi rolü kaybetmek istemiyor. Hakim sınıf partilerini ise, AKP karşıtlığı üzerinden yapılan politikalar ayakta tutuyor ve birleştiriyor. Zaten referandum döneminde “hayırcı”ların beslendiği kaynak da buydu. Yani hâkim sınıflar içi çatışma anayasa hareketi düzleminde de sürüyor.
Burjuvazi, neoliberal sermayenin meclisteki taşeronlarıyla birlikte “küreselleşme düzeninin” yerleşmesi cihetinde tutum almaktadır ve yeni anayasa yapmaya zorunludur. Aksi durumda uluslararası işbirlikçileri tarafından dışlanacağı ve yağlı kemik kapma savaşında geri düşeceği açıktır. Dolayısıyla yeni anayasa, klasik temel hak ve özgürlükler sosuna batırılmış olarak neoliberal mevzuatın gereğini yerine getiren bir proje olacaktır.
Ezilenlerin mücadelesi ve devrimci Marksizmin yolu ne olmalı?
Burjuva iktidarında demokrasi, adalet ve özgürlük kavramları sadece soyut bir anlam ifade eder. Sermayenin hamisi kapitalist devlet tarafından bu ideallere ulaşmak adına yapılacak her türlü ideolojik hamle, toplumdaki egemen sınıfsal çelişkileri peçeleyen işleviyle emekçi sınıfları aldatır. Devlet, aslında bu yolla sermayeyi ve onun özel mülkiyet rejimini emekçiler aleyhine güvence altına almaktadır. Asıl görevini gizlemek için de tarafsızmış gibi görünen bazı mekanizmalara ihtiyaç vardır. Bu yapıyı döşemenin yolu ise hukuksal düzenlemelerden geçer.
Oysa Marksizm’in demokrasi anlayışı burjuvazininkiyle taban tabana zıttır. Marksizm, evrensel olarak hüküm süren, donmuş, soyut kavramlara paye vermez. Hukuksal temsiller (tek taraflı olmamakla birlikte) temel iktisadi ilişkilerin ve egemen üretim tarzının yansımalarıdır. Bu anlamda dünyaya hukuksal kavramlarla bakmak ve bu kavramların gerçek özgürlüğü getireceğini varsaymak tam bir yanılsamadır. Engels Anti-Dühring’te “ İşçi sınıfı devlet iktidarını ele geçirir ve ilk elde üretim araçlarını devlet mülkiyetine dönüştürür. Böylelikle, insanların yönetiminin yerini, şeylerin ve üretim sürecinin yönetimi alır. Devlet ortadan kalkmaz, sönümlenir” tespitini yaparak yeni ve daha ideal bir hukuk peşinde koşmaktansa devletle beraber hukukun da sönümlenmesinin teorisini yapar. Dolaysıyla ne Marx ne de Engels sınıfsız toplumun bugünkü anlamda bir hukuk sisteminin olacağından bahsetmemişlerdir.
Somut durumda yapılması gereken, burjuva düzeninin üretim ilişkilerini ve onu yeniden üreten hukuksal kuralları tümüyle ortadan kaldırmayı hedeflemektir. Devrimci eylemliliği örgütlemek için sınıfını bilmek, safına gelmektir. Yeni anayasa hayaliyle tarihsel görevleri atlayıp reformizme yenik düşmemektir. Hukukla verilenin, hukukla ya da hukuksuz her zaman geri alınabileceğini bilmek, haklar için sokakta, meydanlarda, işyerlerinde mücadele etmek, üretimden gelen gücü kullanmak ve bu gücü Kürt halkının mücadelesiyle birleştirmektir. Özcesi, Simurg olmaktır…