Molekülü çatlamış devlet
Daha en baştan söylemek gerekirse bu son darbe girişimi, burjuvazinin yekpare bir bütün olmayıp kendi içerisinde envai çeşit çelişkiler taşıdığını artık net bir biçimde ortaya koyduğu gibi, bu iç çatışmanın çok önemli aşamalardan geçtiğini de göstermiştir. Şöyle ki, önce 28 Şubat müdahalesiyle Erbakan’ın defterini dürdükten sonra kerhen de olsa AKP’yi destekleyen Batıcı-laik burjuvazi, bunun karşılığında Ergenekon, balyoz vb. operasyonlarla en çok güvendiği Türk Silahlı Kuvvetleri de darbe aldıktan sonra, 15 Temmuz girişimiyle üstünlüğü İslamcı burjuvaziye bırakmış görünüyor. Ne var ki bu girişim, daha da ötesinde, İslamcı burjuvazinin de yekpare bir bütün olmadığını, bir tarafta İslamcı burjuvazinin bir grubunu temsil eden MÜSİAD’ın diğer tarafta cemaati temsil eden TUSKON’un da birbirleriyle savaşta olduğunu gösterdi; bir çeşit iç savaşın iç savaşı. TUSKON kapatıldı, TÜSİAD geri çekilmiş görünüyor, en azından şimdilik. Ama savaşın bittiğini söylemek zor.
Ancak şimdilik galip görünen bu İslamcı burjuvazi, her şeyini olduğu gibi faşizmini de doğrudan doğruya devlete kurdurmaktadır. Tam da bu noktada artık şunu söyleyebiliriz ki, darbe ile oluşabilecek bir “askeri yönetim” engellenmiştir, ancak “askeri düzen” kalıcı kılınmak istenmektedir. OHAL ilan edilmesinin anlamı da burada yatar, zira böylece her şey kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) düzen altına alınmaya çalışılmaktadır. Bu KHK’ların artık apaçık ilan edilen sürekli savaş düzenini, üstelik işin içine doğrudan askerleri sokmaksızın kurumsallaştırmayı amaçladığını söylemek yanlış olmaz. Böylece cemaat ve onun burjuvazisi en başta tasfiye edilecek, ama bu iş burada kalmayıp giderek önce Kürt hareketine, arkasından da muhalif gördüğü bütün toplumsal kesimlere yayılacaktır. Bu, adı konulmadan bir kanun devletinin adım adım oluşturulması, daha doğrusu militarizmin kanun hükmünde kararnamelerle inşa edilmesi demektir.
Burada en önemli nokta, demokrasinin yönetimde askerlerin mi sivillerin mi olduğu ölçütüne bağlanmasıdır ki, darbenin hemen arkasından günler süren “demokrasi nöbetleri” bunun en güzel göstergesidir. Demokrasinin darbeci askerlerin yönetimi ele geçirememesi, sivil iktidarın devam etmesi biçiminde sunulması, en iflah olmazları başta olmak üzere bütün faşistleri de bir demokrasi sevdalısı statüsüne yükseltmekle kalmaz, yeni kurulmaya çalışılan devlet düzeninin faşist niteliğini de gözlerden uzaklaştırır. Zira burada yapılan ve bundan sonra yapılacak olan, her türlü vatandaşlık hakkının ve bunun getirdiği güvencenin ortadan kaldırılmasına yönelik kanunların hazırlanmasından başka bir şey değildir. Elbette ki hem İslamcı ama hem de talancı burjuvazinin bekası açısından. Yani, artık vatandaşının olmadığı ya da daha doğrusu vatandaş haklarını tamamen budadığı için molekülü çatlamış bir devlet düzeni. Bu durumda, sivil gibi görünen ama en militarist ve faşizan yöntemleri uygulamaktan çekinmeyen, ümmetçilikten milliyetçiliğe çark etmiş bir hükümetle karşı karşıyayız demektir.
Eğer durum bu ise, işçi sınıfına ve onların örgütlerine düşen, burjuvazinin çatışan bu kanatlarının karşısında yeni bir cepheyi inşa etmekten başka bir şey değildir. Üstelik sanıldığı gibi ne AKP ne de Tayyip Erdoğan bu süreçten güçlü biçimde çıkmıştır. Mesele halk desteği açısından değil de uluslararası ilişkiler, devlet kurumları arasındaki çelişkiler ve burjuvazinin içindeki yarılmalar çerçevesinde ele alınırsa Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin çok güçlendiğini söylemek kolay değildir. Dolayısıyla emekçi sınıfların bağımsız çıkarlarını savunmanın ve buna yönelik politikaları hayata geçirmenin tam yeri ve zamanıdır.
Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Eylül 2016 tarihli 83. sayısında yayınlanmıştır.