İstibdada karşı nasıl mücadele etmeli: Baskıya karşı çık, tuzağa düşme!

İstibdada karşı nasıl mücadele etmeli: Baskıya karşı çık, tuzağa düşme!

Türkiye, iktidara muhalif kurum ve kişilere yönelik bir soruşturma, gözaltı ve tutuklama dalgasıyla sarsılıyor. Bu dalga Sosyalist Emekçiler Partisi (SEP) ve Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) gibi yasal sosyalist partilerden faşist Zafer Partisi’ne kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Kürt hareketinden ya da onunla dayanışma içinde olan siyasetçilere, sendikacılara, avukatlara yönelik operasyonlar bitmiyor. Geçmişten bugüne soruşturmaların ve kayyımların hedefi olan DEM Partili belediyelerden (en son Siirt Belediyesine kayyım atandı) sonra Esenyurt ve Beşiktaş ile birlikte CHP’li belediyeler de hedef alınıyor. Türkiye’nin en büyük belediyesi olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Başkanı Ekrem İmamoğlu üzerinde “ahmak davası” olarak bilenen bir hakaret davası adeta Demokles’in kılıcı gibi sallandırılıyor. Ama onun ötesinde İmamoğlu’ndan “heybedeki büyük turp” olarak söz ediliyor, yeni davaların ve bir siyasi yasağın iması yapılıyor. Tutuklama furyasından medya dünyasının ünlü menajeri Ayşe Barım da sokak röportajında Erdoğan’a serzenişte bulunan sıradan bir kadın da nasibini alıyor.

Tüm bunlar olurken yargının bir sopa olarak kullanılmasını, belirli savcıların, belirli bilirkişilerle adeta bir yargı tezgâhı kurmuş olduğunu teşhir eden haberler yapan gazeteciler de karakola çekiliyor. Haklarında dava açılıyor. Barış Pehlivan, Serhan Asker, Seda Selek adli kontrolle çıkıyor ama haberin yapıldığı Halk TV’nin Genel Yayın Yönetmeni Suat Toktaş hapse gönderiliyor. Yargının savunma kanadı da kırılmak isteniyor. Yoldaşımız Şiar Rişvanoğlu’na yönelik saldırılar güçlü bir dayanışmayla ve mücadeleci işçilerin sahiplenmesiyle boşa çıktı ama savunmaya saldırı bitmiyor. Son olarak Avukat Fırat Epözdemir’in tutuklanması ve İstanbul Barosu’nun seçilmiş yönetiminin görevden alınması için savcılık tarafından soruşturma başlatılması, istibdadın saldırıyı yoğunlaştırırken aynı zamanda savunmayı da susturmaya çalıştığını gösteriyor.

“Susma sustukça sıra sana gelecek!”

Tüm bu baskıların sebebi iktidarın gücü değil zaaflarıdır. Bu iktidar bir yandan içeride ekonomik krizin faturasını emekçi kitlelere ödetirken bir yandan da sermayenin yayılmacı çıkarları doğrultusunda sahte açılım projeleri yürütmenin ve emperyalizmin himayesinde sınır ötesinde seferlere çıkmanın telaşındadır. Türküyle Kürdüyle emekçi halkı yoksullaştıran ve ezen bu politikaların tepki uyandırmaması düşünülemez. Soruşturma, gözaltı, tutuklama… Hepsinin amacı bellidir: kitleleri korkutmak, tepkileri bastırmak, bastıramadığında ise saptırmak.

Karşısında olduğumuz tablo istibdad rejiminin, yani keyfî ve baskıcı yönetimin çıplak bir manzarasını oluşturuyor. İstibdadın saldırısı o kadar geniş kapsamlı ki sadece hedef aldığı kişileri ve kurumları baskı altında tutmuyor, tüm toplum üzerinde bir terör havası estiriyor. Anneler babalar çocuklarını “aman yavrum” diye uyarıyor. Hatta bir sokak röportajının ya da bir sosyal medya paylaşımının dahi tutuklama gerekçesi yapılabildiği terör ortamında bu sefer çocuklar annelerini ve babalarını hatta torunlar ninelerini ve dedelerini uyarmaya başlıyor. Bu terör ortamına karşı ne yapmalı? Susmak ve sinmek bir seçenek değil. Yıllarca işçilerin emekçilerin öğrencilerin sokaklarda yankılanan sloganına kulak vermek gerekli: “Susma sustukça sıra sana gelecek!

İstibdadın tuzaklarına dikkat!

Susmayacağız! Temek hak ve hürriyetlerimizi, işimizi ve aşımızı savunmak için haykıracağız! İstibdadın gadrine uğrayanların kimliğinden, siyasetinden ayrı olarak istibdadın her türlü haksız, hukuksuz ve gayrimeşru eyleminin karşısındayız. İstibdadın baskı altında tuttuğu kişi ya da kurumlar siyasi olarak rakibimiz, sınıfsal olarak karşıtımız hatta düpedüz düşmanımız olsa bile bu baskılar eninde sonunda istibdadın politikalarının ceremesini çeken büyük emekçi çoğunluğu bastırmak, susturmak, bölmek ve parçalamak amacıyla uygulanmaktadır. İstibdad bir patronu içeri atıyorsa işçiyi savunduğundan, bir faşisti tutukluyorsa halkların kardeşliğini dert ettiğinden, yolsuzluk iddiasıyla bir belediye başkanını indiriyorsa halkın hakkını yedirmeyeceğinden değildir. Bununla birlikte haykırışımızın içeriği, nasıl haykıracağımız ve sesimizi kimle birleştireceğimiz de çok önemli. İnsanlar belirli bir sağduyu ile istibdadın gadrine uğrayan herkesi aynı şekilde savunmayı ve herkesle birleşmeyi öneriyor. Ancak bu doğru bir hareket tarzı değil. İstibdadın birbirinden çok farklı kesimleri hedef alması, soruşturduğu, tutukladığı, baskı altına aldığı herkesi bir sepetin içine doldurması, bilinçli ve planlı bir uygulama. Sosyalist partilerle faşistler, gazetecilerle medya simsarları aynı kefede olabilir mi? Emekçi halkın, Kürdün hakkını savunan ve onlarla birlikte bedel ödeyenlerle halkın mücadelesini imaj çalışması için kullananlar bir avazda savunulabilir mi?

Biz buna hayır diyoruz. Çünkü istibdad herkesi bilinçli olarak aynı kefeye koyuyor. Özellikle burjuvaları, kalantorları, burjuva siyasetinin kötü şöhretli ve halkın belirli kesimlerinde tiksinti uyandıran tiplerini işin içine katarak uyguladığı baskının, yoksul halk nezdinde sempatik gözükmesini sağlamaya çalışıyor. Örneğin Gezi bir halk isyanı olduğu halde sanki onu halka karşı bir isyanmış gibi karalamaya çalışıyor. Bunu da onu Divan Oteli’nin sahibi Koç ailesinden tutun da eski TÜSİAD Başkanı Cem Boyner’e kadar birtakım burjuvalarla özdeşleştirerek, Ayşe Barım gibileri öne çıkartıp bir hayat tarzının diğerini ezmeye çalışmasıymış gibi göstermeye çalışarak yapıyor. Belediyelere kayyım uygulamaları doğuda doğrudan Kürt halkının iradesini hedef alıyor. Öyle ki istibdad, yerine kayyım atadığı Ahmet Türk’ü meşru bir müzakereci olarak kabul ederek bunu açıkça itiraf da ediyor. Ama aynı istibdad rejimi batıda Beşiktaş Belediyesi’ne yöneldiğinde bunu ihale yolsuzlukları üzerinden yapıyor. Kendi belediyeleri boğazına kadar yolsuzluğa batmış olduğu halde muhalefeti “sırf kendinden olduğu için yolsuzluk yapanları savunur” bir pozisyona düşürmeye çalışıyor.

Sınıfımızı bilelim, safları karıştırmayalım

İstibdad Sorosçu burjuva Osman Kavala ile sosyalist Can Atalay’ı aynı kefeye koyuyor ve Gezi davasından içerde tutuyor.  Biz her ikisinin de gadre uğradığını söylüyoruz ve özgür kalmalarını istiyoruz. Ama bu ikisinden sadece Gezi’de omuz omuza mücadele ettiğimiz, Soma madencilerinden başka işçi davalarına mücadelesine tanık olduğumuz Can Atalay’ı kişi olarak da savunuyoruz. İstibdadın Gezi ile başlayan halk isyanını, Osman Kavala gibi kişiliğini, siyasi görüşlerini, ilişkilerini vs. savunmadığımız, üstelik halkın mücadelesini yükseltmek bir yana onu söndürmek için uğraşmış Sorosçu bir burjuvanın komplosu gibi göstermesini ise reddediyoruz. Aynı şekilde Gezi’nin Ayşe Barım’da olduğu gibi bir medya simsarıyla özdeşleştirilmesini de reddediyoruz. Biz Gezi’yi halkın isyanı olduğu için savunuyoruz, onu sadece istibdada karşı değil vaktiyle iktidarla el ele verip onu söndürmeye çalışan burjuvalara ve onu kendi imaj çalışması için kullananlara karşı da savunuyoruz. Biz istibdada karşı hürriyet mücadelesinde olan ve bunun bedelini ödeyen sosyalistleri, ezilen Kürt halkının siyasi temsilcilerini savunuyoruz ama uğradıkları hukuksuzluklara, düzmece davalarla içeri alınmalarına karşı çıksak da derdi istibdadı yenmek değil orada yer almak olan, daha dün istibdadın reisiyle bakanlık pazarlığı yapan faşistleri elbette ki savunmuyoruz. Kürt halkının iradesini savunuyoruz, DEM Partili belediyelere kayyım atanmasına karşı çıkmaktaki en temel gerekçemiz budur.  CHP’li belediyelere yönelik baskıların da karşısındayız ama bu yolsuzluğa batmış burjuva politikacılarını savunacağımız anlamına asla gelmeyecektir.

İşçi sınıfını kazanarak istibdadı yeneceğiz!

Susmayacağız! İstibdada karşı haykıracağız! Ama sesimizi düzen içinde kayıkçı kavgası veren güçlerle, Türkiye’deki baskı rejiminin yarattığı tepkiyi kendi çıkarları doğrultusunda soğurmaya çalışan Batılı emperyalistlerle ve onların sözcüleriyle karıştırmıyoruz. CHP’sinden Zafer Partisi’ne kadar düzen siyaseti istibdada karşı hürriyet kavgasını taşıyamayacağını ve bu kavgayı kazanamayacağını, bulduğu ilk fırsatta istibdadın saflarında yer kapmak istediğini daha kaç defa kanıtlayacaktır? Emperyalistlerin emekçi halkın hürriyeti ile en ufak bir ilgisinin olmadığını, işçiyi sermayelerine köle, yoksul halkı kendi savaşlarına asker, istibdad rejimini de kendi çıkarlarının gardiyanı yapmak istediğini, onca yaşanandan sonra görmemek nasıl mümkün olur? Biz sözümüzü ve eylemimizi bunlardan ayırırız. Yüzümüzü istibdadın hürriyet mücadelesi verenlere karşı ırkçı, mezhepçi, şovenist söylemlerle ve kara propagandayla kışkırtmaya çalıştığı emekçi ve ezilen halk kesimlerine dönüyoruz. Ekmek mücadelesinde birleşen, direnişlerle istibdadın barikatlarını aşan Polonez işçilerine, kadiri mutlak görülen sarayın grev yasağı fermanlarını yırtan metal işçilerine yani işçi sınıfına güveniyoruz. İşçi sınıfı mücadeleyi yükselttiğinde bütün diğer emekçi sınıfların ve ezilen kesimlerin onun mücadelesinin arkasında toplanmaya başlayacağını biliyoruz. Sermayeden ve emperyalizmden bağımsız bir hatta işçi sınıfını kazanarak istibdadı yenebileceğimizi biliyoruz.