30. yıldönümünde Sivas katliamının faillerini, sahiplenenleri, aklayanları, suç ortaklığı yapanları unutma! Unutturma!
30 yıl önce, 2 Temmuz 1993’te, Sivas’ta, birçok ilerici aydın, yazar ve mücadeleci insanın aralarında bulunduğu, çoğu Alevi olan 35 can, mezhepçi ve faşist motivasyonla gözü dönmüş bir güruh tarafından yakılarak katledildi. Bu katliam ne münferit bir olaydı ne de tahrik sonucu gerçekleşmişti. Sivas katliamı devletlû bir katliamdır.
1993 yılı Uğur Mumcu suikastı ile başlamıştır. Uğur Mumcu’nun katledilmesiyle NATO kontrgerillasının meşhur şeflerinden Mehmet Ağar merhumun eşine “bir taş çekilirse bütün duvar yıkılır” deme cüretini göstermiştir. Bu bir üstlenmedir. On yıllar sonra aynı NATO kontrgerillasının bir başka elemanı Sedat Peker cinayetten Mehmet Ağar’ın sorumlu olduğunu ifşa etmiştir. Dönemin MİT müsteşarından DGM savcısına kadar cinayet failinin devlet olduğu adeta ikrar edilmiştir. Turgut Özal’ın şüpheli ölümü, Adnan Kahveci’nin ve Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in 12 gün arayla şüpheli kazalarda hayatını kaybetmesi, JİTEM’ci Binbaşı Cem Ersever’in öldürülmesi peş peşe gelmiştir. Başbakan Tansu Çiller’in “elimizde listeler var” dediği ve ardından PKK’ya destek verdiği iddiası ile pek çok Kürt iş adamı ve siyasetçinin faili meçhul denen cinayetlerde katledildiği bir dönemdir. Aslında bu cinayetlerin hiçbiri faili meçhul değildi, belliydi. O yıllar Mehmet Ağar’ın “bin operasyon” yaptık dediği yıllardır. İşte bu operasyonların en kanlısı, en vahşisi, en büyüğü Sivas katliamı olmuştur.
Bu operasyonların bir boyutu kontrgerilla içindeki kirli hesaplaşmalardır. Ancak meselenin esas boyutu bu değildir. 12 Eylül düzeni, işçi sınıfının Bahar Eylemleriyle, Büyük Madenci Grevleriyle, kamu emekçilerinin kitlesel sendikal mücadelesiyle, Kürt halkının uyanışıyla ve yükselen gençlik hareketleriyle sarsılmaktadır. Kanlı operasyonlar bu dalgayı kırmak içindir. Toplumda emek sermaye çelişkisinin hâkim olmasından, emekçi sınıfların ezilen halklarla el ele vermesinden ölümüne korkan bir sermaye düzeni söz konusudur. Kanlı provokasyonlar toplumun mezhep temelinde bölünmesine, şeriatçılar ve laikler şeklinde kutuplaşmasına hizmet edecek bir resmi propaganda faaliyeti ile desteklenmiştir.
Sivas’ta ne oldu?
O yıl Sivas’ta düzenlenen Pir Sultan Abdal şenlikleri mezhepçi ve faşist bir ablukaya alındı. Aziz Nesin’in bazı sözleri bahane edildi. Ancak Aziz Nesin’in konuşmaları kimseyi tahrik etmedi. Bu bir yalandır. Devletlû bir provokasyon vardı ve zaten her halükârda kendisine bir bahane bulacaktı. Mezhepçi ve faşist güruhlar için Alevilerin Sivas’ta etkinlik yapması dahi başlı başına bir vesileydi. Güruhun eylemleri devletin polis ve jandarma güçleriyle kolaylıkla engellenebilirdi. Bu güçlerin geri tutulması ise katliamcı güruhu engellemek bir yana cesaretlendirdi ve kitleselleştirdi. Katliamın ardından dönemin Başbakanı Tansu Çiller “çok şükür otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir” derken devletin pozisyonunu en net şekilde ortaya koymuştur. Cumhurbaşkanı Demirel, “olay münferittir, ağır tahrik var” diyerek devletin en tepesinden aklama faaliyetine girişmişti.
Devlet katliamı ilk günden sahiplenmiştir. Yıllar içinde ise Sivas davasını zaman aşımına uğratarak, katilleri bir bir salarak bu sahiplenmeyi sürdürmüştür. 30 yıldır katliamcılar değil katliama uğrayanlar suçlu muamelesi görmüştür. Madımak anmaları yasaklanmış, eylemler saldırıya uğramış, Alevi örgütleri baskı altında tutulmuştur. Sivas katliamının 30. yıldönümünde genel manzara bu şekildedir. Alevi toplumu katliamın hesabının sorulmadığı gibi katliamcıların el üstünde tutulduğu bir düzende, Sivas katliamı davası zaman aşımına uğradığında “hayırlı uğurlu olsun” diyen Erdoğan’ın iktidarı altında haklı olarak nefsi müdafaa halindedir.
Mezhepçilik ve faşizm meşru görülemez. Bu akımlarla demokratik fikir tartışmasına girmek söz konusu olamaz. Bu insanlık düşmanı katliamcı ideolojiler telin edilmeli ve siyaset dışına atılmalıdır. Ne var ki yıllar içinde mezhepçi siyasal İslamcılar, faşistler ve faşist kökenli partiler siyasetin merkezine oturmuştur. Katliamı ilk günden itibaren sahiplenenler ortadadır. Ama Alevi toplumunun kendisi için bir güvence olarak gördüğü CHP geleneğinin suç ortaklığını da görmek zorundayız. Katliamın yaşandığı dönemde SHP hükümet ortağıdır. Halk suç ortaklığını görmüş, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’yü cenazede protesto ederek bunu ortaya koymuştur. Yıllar içinde Sivas katliamının faili mezhepçileri ve faşistleri siyasetin merkezine çeken yine bu gelenektir.
Baykal’ın Erdoğan’a hizmetleri, Kılıçdaroğlu’nun Bahçeli’yle ittifak yılları hatırlarımızdadır. Bugün siyasal İslamcı ve faşist gelenekten gelen partiler mecliste Anayasa değiştirecek çoğunluğa geldiler. Bu çoğunluk içinde sadece AKP’liler, MHP’liler, domuz bağcı Hizbullahçılar yok! Katliamın olduğu dönemde Sivas Belediye Başkanı olan ve katliamcı güruha “gazanız mübarek olsun” diyen Temel Karamollaoğlu’lar, bin operasyoncu Mehmet Ağar’ın İçişleri Bakanlığı’ndaki halefi Meral Akşener’ler, DAİŞ çetelerini dahi “öfkeli çocuklar” diye meşru görecek kadar mezhepçilikte ileri giden Davutoğlu’lar da var!
Sivas’ı unutma, unutturma!
Sivas katliamının 30. yıldönümünde katliamcı düzenden hesap sormak için mücadeleyi bırakmamalıyız. Sivas’ı unutma, unutturma demeye devam etmeliyiz. Ve failler kadar suç ortaklarını da unutmamalıyız. Hesap sormak ve yeni katliamlara mâni olmak için düzen siyasetinden kopmalıyız. Onların en çok korktuğu şey, emekçi halkın ayrı gayrı demeden, mezhep, inanç, ırk ayrımı olmadan birleşmesidir. İşçi sınıfının ezilen halklarla buluşmasıdır. İşçilerin birliğidir! Halkların kardeşliğidir! Sivas’ın hesabı böyle sorulacaktır.