Hayır demek yetti mi?
12 Eylül anayasa değişikliği referandumunda “yetmez ama evet” diyerek Erdoğan’a AKP’ye ve tabii ki o dönemde onlarla et ve tırnak gibi olan cemaate destek olanların birçoğu bugün sessiz kalmayı tercih ediyor. Zaman zaman “yaptım ama sor bir niye yaptım” tavrı ağır basıyor. Belirli bir grup ise “bugün olsa yine evet derim” diyerek geri adım atmıyor. Geri adım atmayanların en önemli argümanı bugün Erdoğan’ın baskıcı rejimini destekleyen hatta bu rejimin gayri resmi iktidar ortağına dönüşmüş olan 10 yıl öncenin “hayırcı”ları! Başta Devlet Bahçeli ve MHP; ardından Doğu Perinçek; Balyoz ve Ergenekon sanığı/mağduru emekli/muvazzaf generaller, albaylar; nihayet Metin Feyzioğlu gibiler bu “yetmez ama evet”i aklama kampanyasının can simitlerine dönüşmüş durumda.
İstibdadın payandası olmuş hayırcılar “yetmez ama evet”i haklı çıkarmaz
Bugün istibdadın payandası haline gelmiş “hayır”cıların varlığı, “yetmez ama evet” tavrını haklı çıkarmaz. Hatta hafifletici neden bile sayılamaz. Zira “yetmez ama evet” cenahı Erdoğan’ı bırakmamış, sonuna kadar ondan ve partisinden umut kesmemişse de Erdoğan bunları bırakıp, kullanıp bir kenara fırlatmıştır. Erdoğan, cemaatle kavgası büyüdükçe yeni ittifaklara yelken açmıştır. Şimdi açıkça bir baskı rejimi inşa edilmektedir. Ama dün inşa edilen başka bir şey miydi? Dün cemaatle birlikte Erdoğan’ın darbecilerle, derin devletle demokrasi namına kapıştığını anlatan “yetmez ama evet”çilerin hali, Perinçek’in bugün “Türk yargısı altın çağını yaşıyor” derken düştüğü trajikomik durumdan farklı değildi.
“Askeri vesayet aleyhtarı” cemaatin ne kadar “sivil” olduğunu 15 Temmuz’da gördük. Erdoğan ise şu anda yoğun bir askeri vesayet karşıtı retorik eşliğinde bir yarı askeri rejimin Cumhurbaşkanlığı vazifesini üstlenmiştir. “Yetmez ama evet” sürecinin liberal teorik altyapısını oluşturan merkez-çevre analizi ise bugün inşa edilen istibdad rejiminin ideolojik çerçevesini oluşturmayı sürdürmektedir. İsteyen Pelikancılar olarak bilinen Bosphorus Global’in sitesine baksın! Bu ekibin elemanlarının yazı ve söylemlerinde hâlâ o liberal zırvalar perspektif adı altında anlatılmaktadır. Dolayısıyla bugün gelinen yere Erdoğan’ın “yetmez ama evet” ideolojisine ihaneti yüzünden değil, tam tersine o liberal ideolojinin hayata geçirilmesiyle birlikte gelinmiştir. “Yetmez ama evet” savunucularının kirletildiğini iddia ettikleri fikirler hiçbir zaman temiz olmamıştır.
“Yetmez ama evet” ve “Hayır”ın paylaştığı sefalet
Öte yandan orduyla cumhuriyeti ve laikliği müdafaa edeceğini düşünen “hayırcı”lar, cemaatle yan yana “askeri vesayet”e karşı mücadele edilebileceğini zanneden “yetmez ama evetçi”lerin sefaletini paylaşmaktalar. Burjuva siyaset yelpazesinin neredeyse tüm renkleri 12 Eylül 2010 referandumundan bugüne kadar şu ya da bu şekilde iktidarın yanında yöresinde yer almış oldular. MHP’nin ya da Doğu Perinçek’in dün en ateşli Erdoğan muhalifi pozlarında olup bugün Erdoğan’ın muhafızlığına soyunan bugünkü durumları epey bir sırıtıyor. Eleştiriler haklı olarak hep bunlar üzerinde yoğunlaşıyor.
Peki “hayır” cephesinin amiral gemisi CHP farklı mı? 2010’un referandumunda “yetmez ama evet” ile AKP’ye en kritik dönemeçte verilen destekle “anayasaya aykırı ama evet” diyerek bir başka kritik dönemeçte dokunulmazlıkların kaldırılmasına onay vermek politik olarak son derece yakın tutumlar. “Yetmez ama evet” asla unutulmayacak. Ama Kılıçdaroğlu’nun milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasına “anayasaya aykırı ama evet” diyerek onay vermesi ve Demirtaş’la birlikte bir dizi HDP’linin yanında kendi milletvekili Enis Berberoğlu’nun da hapse atılmasına yol vermesi de unutulmayacak! Bugün CHP, 20 Temmuz 2016’da darbe girişiminden 5 gün sonra OHAL ilan edilmesini “sivil darbe” olarak nitelendiriyor. Eğer bu doğru ise 7 Ağustos günü Yenikapı mitinginde Erdoğan’ın yanında boy göstererek yine kritik bir dönemeçte kendilerinin sivil darbe dediği sürecin bir milli mutabakat paketi içinde halka sunulmasına ortak oldukları sabittir!
“Yetmez ama evet” diyenler Anayasa değişikliğini öngören tüm pakete sahip çıkıyor yetmeyenin yeni ve sivil bir anayasa olduğunu söylüyorlardı. “Yepyeni” ve “sipsivil” bir anayasayı 2017’de Türk tipi başkanlık sistemiyle aldılar. “Hayır” diyenlerin önemli bir bölümü de cumhuriyeti ve laikliği kurtarmanın peşindeydiler ama cumhuriyetin ve laikliğinin düşmanlarının cemaatten ibaret olmadığını acı bir deneyimle görmüş oldular.
Anayasa değişti, koalisyonlar değişti, 12 Eylül projesi devam etti!
Sonuçta farklı burjuva siyasetinin farklı siyasi aktörleri, farklı dolayımlarla ve ittifaklarla Türkiye’yi aslında aynı istikamete sürüklemiş oldular. Devletin baskıcı yönünün öne çıktığı, her durumda sermayenin önünün açıldığı bir istikamettir bu. Hukukun guguk olması sadece AKP’nin değil, sermayenin de bir ihtiyacı ve isteğiydi. Sonuçta AKP ve Erdoğan, Tüpraş’ı Koç’a, pek övülen liberal, AB’ci ilk iktidar yıllarında peşkeş çekmişti. AKP’nin “otoriter” döneminde ise OHAL Erdoğan’ın bizzat kendi ifadesiyle grev yasaklarıyla sermayenin önünü açmaya devam ediyordu.
Sonuçta cemaatin, Erdoğan’ın, Amerikancıların, İngilizcilerin, AB’cilerin, ulusalcıların devlet içinde yer yer rekabet yer yer ittifak ettiği, TÜSİAD’ın, MÜSİAD’ın devlet olanaklarıyla sermaye biriktirme yarışına girdiği, bir zamanlar TUSKON’un şimdilerde meşhur ihaleci beşli çetenin gerilerden gelip devlet eliyle ön sıralara taşındığı, dini yapıların halkın modern ve sınıfsal örgütlenmesinin yerine ikame edildiği süreç, bir bütün olarak burjuvazinin tarihsel eğilimlerine ve sınıfsal çıkarlarına uygun olarak seyretmiştir. İçeride baskıcı rejim dışarıda emperyalist güçlerin sponsorluğunda askeri maceralara soyunma, Kürt hareketinin tasfiyesi ve Kürt coğrafyasının diğer parçalarının da sömürgeleştirilmesi çabası, hukukun sermaye birikiminin önünde bir ayak bağı olmaktan çıkartılması ve yürütmenin tam yetkilendirildiği bir Anonim Şirket modeli ile ülkenin yönetilmesi… Bunların hepsi sermayenin sınıfsal ve tarihsel çıkarlarına uygundur. Daha da önemlisi ve çarpıcısı tüm bunlar 10 yıl önce değil tam 40 yıl önce 12 Eylül darbesiyle Türkiye’nin içine sokulduğu projenin devamıdır.
İşte tam da bu yüzden “evet” de (Anayasa değişikliğinin sonucunda cemaatin hâkim olduğu süreç) “hayır” da (cemaatin iktidar dışına atılıp Erdoğan’ın ulusalcı/milliyetçi ve askeri müttefikler edinerek girdiği yol) eninde sonunda aynı kapıya çıkmıştır.
Üçüncü cephe iki buçukuncu cepheye dönüşünce
Elbette ki bu oyun bozulabilirdi ve bozulmalıydı. Bunu yapmak ancak sınıfsal temeli sağlam ve gücünü emekçi halktan alan, Kürt halkıyla buluşan, burjuvazinin çatışan kamplarından bağımsız bir üçüncü cephe inşa etmekle mümkündü. Bugün bu yolu açmaya en yakın tutumun, üçüncü bir seçeneğe işaret eden boykot olduğu çok daha açık görülüyor. Ancak aynı şekilde esas meselenin referandumda ve referandum günü sandık başında ya da sandığa gitmeyerek alınan tutumdan çok, referandum öncesinden başlayıp sonrasına uzanan mücadele hattında olduğu da son derece açık.
Bir üçüncü cepheyi ancak sosyalist sol ve Kürt hareketi birlikte başarabilirdi. Ama referandum sonrasında 2011 seçimlerine giderken, bir üçüncü cephe inşa edilmek yerine “yetmez ama evet” diyen (EDP, DSİP, UİDDER vb.), “hayır” diyen (EMEP, Sosyalist Parti) ve “boykot” diyen (Kürt hareketi, ESP, SDP vb.) güçler Halkların Demokratik Kongresi çatısında, sol liberal bir siyasi ideolojik hegemonya altındaki Kürt hareketinin belirleyiciliğinde “yeni ve sivil anayasa” temalı bir “iki buçukuncu” cephede buluştu. Tekel direnişinin bir üçüncü cephenin sosyal gücünün, birleştirici dinamiğinin nerede olduğunu adeta haykırdığı bir dönemdi. Devrimci İşçi Partisi bir üçüncü cephe için “Tekel işçilerini meclise taşıyalım” diyordu. İki buçukuncu cephe ise sanayi bölgelerinde “demokrat ve özgürlükçü” patron adaylar buluyordu kendine. Orada artık biz yoktuk!
Aynı hataları tekrarlama lüksü yok
Burjuvazi alabildiğine sınıf siyaseti güderken, sınıftan uzaklaşınca, burjuvazinin farklı kanatlarında meşrebine göre demokrat, ulusalcı, laik vb. müttefikler aranınca kimlikçilik batağına saplanınca “Hayır” da yetmedi! “Boykot” da kâr etmedi! 10 yıl sonra aynı hatayı tekrarlama lüksümüz yok! İstibdada karşı hürriyet için burjuvaziden ve emperyalizmden bağımsız bir sosyalist odak ve ayrı gayrı demeden bir birleşik işçi cephesinin inşası şart!