Trump’ın Meksika duvarı: devlet, küreselleşme ve neoliberalizm

Berlin Duvarı’nın yıkılmasından bu yana 28 yılı geride bıraktık. Duvarın yıkılmasının anlamı büyüktü: Bazılarına göre artık “tarihin sonu” gelmiş ve sosyalizm kapitalizme kesin olarak boyun eğmişti. Duvarın yıkılmasından kısa bir süre sonra Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, kapitalizmin küresel düzeyde hegemonya kurmasının önündeki tüm engeller artık tamamen kalkmıştı. Bizleri, sermayenin, yatırımların, iş gücünün, fikirlerin mekânsal sınırlılıklara boyun eğmeden özgürce ve sınır ötesi hareket edebildiği bir geleceğin beklediği müjdesi verildi. Umutlu olmalıydık, dünya küreselleşiyordu!

Kolayca tahmin edilebileceği gibi kapitalizm pek çok düşünür, akademisyen ve aydın tarafından küreselleşmenin olmazsa olmazı olarak görüldü. Tek ülkede sosyalizm teorisi ve onun sosyalist bir dünya vizyonuna vurduğu hançer, evrensel hâkimiyet kurabilecek tek üretim biçiminin kapitalizm olduğu yönündeki algıyı güçlendirdi. Ulusal sınırların ötesine geçme ve küresel bir “birliktelik” ancak kapitalizmin varlığı ve serbest piyasa ekonomisi ile temin edilebilirdi. Piyasaya sınırsız bir özgürlük tanıyan neoliberalizm ise küreselleşme için özellikle önemliydi. Neoliberalizm, hem şirketlerin ellerini kollarını sallaya sallaya yatırım yapmalarının önünü açacak, hem de bir yönüyle sosyalizmin yapamadığını yapacaktı: Neoliberalizmin ulusal sınırları aşan vizyonu hem devletin sönümlenmesine hem de ulusal aidiyetlerin giderek anlamını yitirmelerini sağlayacaktı. Klasik liberal okulun temsilcilerinin, kapitalizme ettiği bütün hizmetlere rağmen ezeli düşman olarak gördüğü “devlet” nihayete eriyordu, dünya vatandaşlığı ufuktaydı!

Bizler küreselleşme tezinin umut dolu cümlelerle tasvirini yaptığı geleceğin yaşayan tanıklarıyız. Ama küreselleşmenin gelecekte sermayenin dünyaya mutlak hâkim olacağı yönündeki vaatlerini bir tarafa bırakırsak, bugün gördüklerimiz bize anlatılanlarla uyuşmuyor. Bugün sönümleneceği iddia edilen devletler, kalkacağı ilan edilen sınırlara kilometrelerce uzunlukta duvarlar çekiyor. Berlin Duvarı yıkılırken tüm dünyada toplam 16 olan duvar sayısı bugün 65’e ulaşmış vaziyette. İnşa edilen bu duvarların hepsinin farklı bir hikayesi var ve bunların hepsini teker teker ele almak bu yazıda mümkün değil. Ancak son dönemde inşa edilen duvarları incelersek, siyasetçilerin bu duvarları “terörü” ve “yasa dışı” göçleri engellemek amacıyla inşa ettiklerini söyleyebiliriz. “Terör” ve “yasa dışı göç” gibi kavramların ise ne kadar tartışmaya açık olduğu su götürmez: Örneğin 1948’de kurulan İsrail devleti yüzyıllardır o coğrafyada yaşayan Filistinlileri bugün Hamas’ı gerekçe göstererek “terörist” olarak tanımlıyor ve Batı Şeria’da inşaatı hâlâ devam eden bir duvarla Filistinlilerin serbest dolaşım hakkını engelliyor. Suriyeli “yasa dışı” göçmenler için de benzer bir durum söz konusu. Dünya siyasetine yön veren hemen hemen tüm ülkelerin emperyalist müdahalelerle Suriye’deki meşru halk ayaklanmasını terörize ederek adeta yoktan var ettikleri bir savaşın neticesinde hem Türkiye hem de Macaristan “sınır güvenliklerini” inşa ettikleri kilometrelerce uzunluktaki duvarlarla güçlendirmeye çalışıyorlar. Yasa dışı göçmen olarak tanımlandırılan insanlar ise onlarca radikal İslamcı terör örgütünün cirit attığı ve ABD’nin, Rusya’nın, Fransa’nın, Türkiye’nin müdahil olduğu küçük bir dünya savaşının yaşandığı topraklardan kaçarak hayatlarını kurtarmak isteyen masum siviller. Üstelik bu duvarların, vadettiklerini ne kadar etkili bir şekilde yerine getirdikleri de ayrı bir tartışma konusu: Türkiye’de duvarın inşa edilmeye başladığı günden bu yana 30’u aşkın bombalı terör saldırısı yaşandı. Batı Şeria’da inşa edilen ve insanlık tarihine bir utanç olarak geçen apartheid duvarı ise İsrail-Filistin arasındaki olası bir uzlaşmayı ne zaman geleceği belli olmayan bir tarihe ertelemekten başka bir işe yaramadı. Kısacası hayatlarını kurtarmak isteyen insanların, “yasa dışı göçmen”, ülkeleri işgal altında olanların “terörist” olarak etiketlenmesi küreselleşmenin ulaştığı son nokta! Sınırlara ardı ardına inşa edilen duvarlar da bu sürecin doğal bir sonucu.

Bugün yukarıda anlattığımız duvarlara bir yenisi eklenmek üzere. Geçtiğimiz günlerde ABD’nin 45. başkanı olarak resmen göreve başlayan Donald Trump seçimler öncesinde söz verdiği gibi Meksika sınırına yapılması planlanan sınır duvarı projesini hayata geçireceğini ilan etti. Üstelik Trump Meksika’dan ithal edilecek mallara koyulacak vergi sayesinde bu duvarın masrafının Meksika tarafından ödenmesini planlıyor. Peki Trump’ın bu girişimi 1989’dan bu yana dünyanın dört bir tarafında artan duvarlarla beraber değerlendirildiğinde “çılgın” bir liderin “tuhaf” bir fantezisine indirgenerek anlaşılabilir mi? Bizce hayır! Neoliberal politikaların yön verdiği, yani sermayenin özgürce dolaşımının ve yatırım serbestisinin önündeki tüm engellerin kaldırıldığı bir küreselleşme ABD’nin büyük sermayesi ve şirketlerinin avantajınaydı, fakat aynı politikalar alt sınıfların yaşantılarında muazzam bir çalkantıya sebep oldu. 1985’ten bu yana Amerika’daki gelir eşitsizliğinin artmış olması bu çalkantının en büyük göstergelerinden biridir.* Alt sınıfların yaşadığı ekonomik çalkantılar ve zengin ve yoksullar arasında artan gelir eşitsizliğinin 90’ların ortalarından itibaren daha da yükselmesindeki en önemli sebep ise ABD’nin endüstriyel üretim yapan şirketlerinin üretimi Asya ülkeleri başta olmak üzere işgücünün daha ucuz olduğu bölgelere kaydırmasıydı. Bu politika, şirketlerin üretim maliyetlerini düşürse ve dolayısıyla kâr oranlarını arttırsa da uzun dönemde ABD’li emekçiler için olumsuz sonuçlar doğurdu: Uluslararası düzeyde faaliyet gösteren ABD’li şirketler 2000’lerin başında iş gücü için yapmış oldukları harcamaları 2,9 milyar dolar civarında kısarken, diğer ülkelerde iş gücü için yaptıkları harcamaları 2,4 milyar dolar civarında arttırdı.Bu durumun doğal bir sonucu olarak 2000’lerin başından 2010’a kadar yaşanan süreçte ABD’de endüstri sektöründeki istihdam yüzde 32 düştü ki bu 5,5 milyon kişinin işini kaybettiği anlamına geliyor. Tüm bu rakamlara paralel olarak endüstriyel üretim yapan şirketlerin sayısı 2001-2010 arasında kadar 55 bin civarında düşüş göstererek, yaklaşık rakamlarla 397 binden 342 bine geriledi. Bugün ABD ekonomisinde endüstriyel üretimin hâlâ merkezi bir rolü var ancak 2008 krizinin yaraları hâlâ sarılabilmiş değil. Yapılan bir araştırma, endüstriyel üretimin ancak 1,2 milyon kişinin yeniden istihdam edilmesiyle kriz öncesi istihdam oranına ulaşılabileceğini göstermekte.

Donald Trump duvar yapımını savunan ırkçı söylemleriyle öne çıkmasıyla ABD siyasetinde “özgün” bir yer edinecek bir şahsiyet gibi gözükse de, Trump’ın kapitalizmin tüm çelişkilerine yine kapitalizmin içinden çözüm bulmaya çalışan diğer tüm siyasetçilerden biraz daha “fütursuz” olması dışında önemli bir farkı yok. Trump’ın reçetesi sloganından belli: “Amerika’yı yeniden büyük yapacağız.” Yani Trump (kendisi küresel düzeyde faaliyet gösteren şirketlere sahip olan bir kimse olarak!) bir yönüyle yukarıda değindiğim ve neoliberal politikaların devam etmesi halinde ABD’de kronikleşme eğilimi gösteren bir dizi ulusal probleme çözüm arayan bir siyasetçi konumunda. Trump’ın Kanada, Meksika ve ABD arasında imzalanan ve kısaca NAFTA olarak bilinen ticaret anlaşmasını revize etmek istemesi, ABD’yi Trans-Pasifik ortaklığından çekmesi ve Trans-Atlantik Ticaret ve Yatırım anlaşması için de aynı şeyi yapmayı düşünmesi ABD’nin önümüzdeki dönemde korumacılığı ön plana çıkaran ve neoliberal küreselleşmenin “serbest ticaret” ilkesine sekte vuran bir siyaset izleyeceği anlamına geliyor. Beklendiği gibi bu ekonomi politikasına ithal ürünlerden alınacak vergi oranlarının yükseltilmesi, ülke içinde üretim yapan şirketlerden alınan verginin düşürülmesi ve göçmen alımını sınırlamak gibi politikalar eşlik edecek. Özetle, dikkatlerin iç piyasaya yöneldiği, sınırların daha da önem kazanacağı bir dönem bizi bekliyor ve bu durum neoliberal küreselleşmenin dolaysız bir sonucu.

Öyleyse Trump’ın, ABD’ye sınırı olan, ABD’ye yoğun miktarda işçi ihraç etmiş ve etmekte olan Meksika’nın sınırına yapması planlanan duvar yukarıda ana hatlarıyla çizmeye çalıştığımız bağlamın içine oturtularak incelenmeli. Küreselleşme anlatılarında merkezi yer tutan ulus-devletlerin ve onların en çirkin simgeleri olan sınırların yok olmaları bir yana, o sınırların üzerinde duvarların inşa edildiği bir dönem söz konusu olan. Bu bağlam kadar önemli olan diğer faktörler ise ABD’nin uzun yıllar boyunca Sovyetler Birliği’ne karşı sopa olarak kullandığı İslamcı güçler, ABD’nin Irak işgali sonrasında artan mezhepçilik ve yaratılan şiddet girdabının doğrudan bir sonucu olan radikal terör örgütlerinin ortaya çıkması ve en nihayetinde küresel düzeyde olan “yabancı düşmanlığının” artması. Eğer Amerikan toplumu, geçtiğimiz hafta yaptığı gibi bu duruma yüksek sesle itiraz etmezse, ABD’de yabancılara, özellikle de Meksikalı ve Ortadoğulu’lara yönelen öfkenin Trump’ın da teşvikiyle büyümesi ciddi şekilde olası.

 

* Ülke içindeki gelir eşitsizliğinin seviyesini anlamak için gini katsayısına bakılabilir. Bir ülkedeki gelir eşitsizliği bu katsayı sıfıra ne kadar yakınsa o kadar azdır. Dünya Bankası’nın sağladığı verilere göre ABD’de bu katsayı1985’te 37.73 iken, 1994’te 40.35’e tırmanıyor. 1985’ten sonraki süreçte gini katsayısı belirli zaman aralıklarında hafif bir düşme eğilimi gösterse de, ABD’nin gini katsayısı bir daha 40’ın altına inmiyor. Gini katsayısının hesaplandığı son yıl olan 2013’te ise bu sayı 41.06.